Bodrum Gündem

HAYATIN BAŞLANGICI – SONBAHAR /Serap Eflanlı yazıları…

Çok oldu görüşmeyeli, “bu kadar ara vermezdi” diyerek, toparlanıp dikiliverdim kapısına; evde olmama ihtimalini hiç düşünmeden. İlk çalışta açıverdi kapıyı aydınlık gülümsemesiyle. Ne iyi ettin de geldin; ben de kaçışan kelimelerimi, duygularımı yakalamaya çalışıyordum. Söyleyecekleri olan anlatıcının, iyi bir dinleyici, ayağına gelirmiş, diyerek patlattı kahkahayı 🙂

Şerbet gibi oldu hava, ne güzel di mi? Ben Eylül’ü değil de, Ekim’i, Kasım’ı çok severim… Eylül tam olmamış bir sonbahardır; Ekim’de başlar bence, tadına doyamadığım mevsim ve Kasım’la doruğa çıkar lezzetli duygular. Bergamut kokulu, mis gibi bir çaydır mesela bu mevsim benim için; hemen hazırlayıp geliyorum, diyerek mutfağa gitti, neş’eyle. Seslendi sonra oradan, dilersen sohbetimize burada devam edelim; mutfak sohbeti yakışır bu mevsime.

Duvardan duvara, tavandan yere kadar camları olan, apaydınlık mutfağında, kırmızı masanın, ahşap kırmızı sandalyelerinden birine oturdum. Çaydanlıkta kaynayan suyu, bergamut ve siyah çay olan demliğe, yavaş yavaş dökmeye başladı. Mutfağı lezzetli bir buhar kapladı. On beş dakika sonra tamamdır diyerek, sürgülü camlardan birini açarak, oturdu yanıma. Aslında en içtenlikli konuşmalarımı, senin evinde yapıyorum. Bana geldiğin zamanlarda, hep yarım yamalak oluyor konuşmalarım,  farkında mısın bilmem? Kendi mekânımda doluyorum, ama daha düşünerek, seçerek konuşuyorum; senin mekânında rahatlıyorum; çıplağım sanki. 

Bir Ekim hikâyesi anlatmak istiyorum sana. Çayımız demlensin ki, bölünmesin sohbetimiz olur mu? dedi ve kısa kıvır saçlarını sevdi, çok beğendiğini belli eden bir edayla ellerine baktı, ovuşturdu ve uzaklara daldı. Işıldadı yüzü; buldu ve başladı.

Popoma ilk şaplağı, içinden deniz geçen şehrimde, yirmiüçekimbindokuzaltmışaltıpazar günü yemişim. Öyle yazıyor kayıtlarda. Şimdilerde yeni doğanlar, popolarına şaplak yemiyor, doktorlarına “çak” yapıyorlarmış 🙂

Sonbahar çocuğuyum. Doğum zamanımı bilince, anneme ne zaman düştüğümü de aşağı yukarı bilebiliyorum. Yıllar sonra O’na nasıl düştüğümün hikâyesini öğrenince; rüzgâr, fırtına, yağmur, şimşek, gök gürültüsü… korku filmi gibi olan günler, özellikle geceler en sevdiğim zamanlar oldu. Sabahlara kadar şimşekler çaksın, gök gürlesin, yağmurun hiç bir damlası takip edilemesin; bayılıyorum. İçim taşıyor böyle günler ve gecelerde.

Çocukluğumda, zaman sonbaharsa, gün pazarsa, bir de yağmur yağıyorsa, annem yağmur suları biriksin diye, büyük bakır bir kazanı çatının altına koyar; “yağmur suyu, saçlarına çok iyi gelecek, kara kızım” derdi. (Böyle mi derdi gerçekten? Bilemedim şimdi. Derdi tabii; demiş olmalı…) 

Önce, küçük tüpün üzerinde, kapağında küçük yuvarlak penceresi olan kek tenceresinde peynirli, maydanozlu börek pişer; sonra aynı tüp tuvalete alınır (banyo diye tanımlayabileceğim bir mekân değil; bayağı tuvalet), üzerine yağmur suyuyla, şehir suyu karışmış kazan yerleştirilir, kaynaması beklenirdi. Kurulmuş, ama henüz yakılmaya başlanmamış, yaldızlı çingene sobasının yanındaki divana, iç çamaşırlarım ve çiçekli pazen geceliğim ya da pijamam konur, su kaynadıktan sonra “haydi bakalım” diye, çağırılırdım. Buhar içindeki, küçücük yerde ben, tahta yuvarlak bir tabureye otururdum. Annem ayakta, kazandaki suyu ılıklaştırır, hamam tasıyla alır, kıpkıvırcık saçlarımı iyice ıslatarak, beyaz sabunla bir kaç kez yıkardı. Ben yaştakilerin, “annelerimiz bizi, kafamıza ya hamam tası ya da kalıp sabun vurarak yıkardı!” demeleri doğrudur gerçekten. İlk “ah yandım!” deyişinde, patlatılırdı o tas ya da sabun kafana, nedense 🙂 Derim yüzülürcesine yapılan keseden sonra, saçlarımın yıkandığı sabun, bu kez el örgüsü sabunluğa sürülür iyice, her yanım köpük köpük sabunlanırdı. Altı hâlâ yanmakta olan kazanın içindeki son su, ılıklaştırılır ve bedenimden gıcır gıcır sesler gelene kadar durulanır, sonra sarıp sarmalanıp çıkarılırdım. Beyaz sabun kokusu, çocukluğumdur. Her tür renk ya da kumaş için ayrı ayrı deterjanların olmadığı -belki de deterjanın olmadığı, nerden bileyim işte, varsa da henüz bizim eve girmediği zamanlardabeyaz sabunlar rendelenerek, çamaşırlar kaynatılarak, elde çitilenerek yıkanırdı. Dolayısıyla her banyo sonrası ben, bedenimden giysilerime kadar mis gibi kokardım. Her yanı hafiften buharlanmış küçük evimizde, peynirli, maydanozlu börek kokusuna karışırdı, sabun kokusu. Kurulanmış, giyinmiş, taranmış saçlarım, kızarmış yanaklarım ve buruşmuş parmaklarımla uslu uslu oturmuş, radyoda “Şefik Amca’yla, Hayvanlar Âlemi”ni dinlerken, altı hafiften yanmış iki dilim börek ve bir salkım üzüm getirirdi, annem. En sevdiğim ikililerdendir börek ve üzüm.

Kalktı, ikimize de birer bardak çay daha hazırladı. Geçmişi, hep keyifle anmaktan yanayım. Ah’lar vah’lar anlamsız, gereksiz, sonuçsuz. Geçiyor ya, her şey sonunda; sevmem yaralarımın kabuklarını kaldırmayı. Bilirim ki o kabuklardır yaraları iyileştiren. Bırakmalı kendi haline. Neyse, şimdi ben ulvî, bilmiş konuşmalar yapmasam daha iyi. Belki yarın başka türlü düşünürüm 🙂

Anlamaya, söylediklerini kaçırmamaya çalışarak dinliyorum O’nu. Bugün kendi ortamında da çıplaktı, ama dikkatliydi. Yine de hep içten, hep samimi. Yani saklamıyor hiç bir duygusunu; seviyorum ben bu hatunu diye düşündüm ve çayımdan büyük güzel bir yudum aldım.

Toprak suya doysun diye, gök yarılmışçasına yağar ya yağmur, işte ondan sonra limonata tadındadır hava. Yürümek için en güzel zamandır. Sıcak, çok sıcak günlerin kuruttuğu doğa, can bulur; ortalık mis gibi olur. Yeşilden sarıya, sarıdan kızıla gider renkler; yürürken küçük su damlaları düşer yüzüme ağaçlardan. Yolum, gri yeşil bir denize ulaşır; ıslak kumsalın başladığı yerde ayakkabılarımı çıkarır, denize doğru ilerlerim. Ilıktır su. Gördüğüm ilk çakıl taşını alır, hâlâ açık olan bir kaç restoranın birinde oturur, bir kadeh kırmızı şarap ve ince bir sigarayla, havayı içime çeker, elimdeki çakıl taşıyla oynarım. Çoğu zaman, bir balıkçı teknesi belirir uzaklardan, çarşaf gibi olmuş denizi, kıçtan takmalı motoruyla yavaşca yırtarak yaklaşır sahile. Yaşadıklarımı ve daha neler yaşayabileceğimi düşünerek dururum öylece. Kocaman bir tablonun içindeki, esas figür benimdir.

Hayat, Ekim ayında başlar ve kaç Ekim yaşanır bilinmez…

O’nu dinlerken şaşırarak fark ettim; konuşurken ellerini kullanışını. Anlattığı her şeyi elleri tarif ediyordu. Ne yüzündeki mimik, ne sesindeki boğulma, coşku, keyif, neş’e; hepsi ellerinde. Bende kal bu akşam, böylece bende başlamış, sende bitmiş olur “Ekim hikâyesi “diyerek, çayını alıp odasına gitti ve beni, sımsıcak, dopdolu, beyaz sabun ve bergamutlu taze çay kokusuyla baş başa bıraktı…

Ekim 2016-Bodrum

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

  1. oktay dedi ki:

    çok güzel..

  2. Azmi ÖZER dedi ki:

    Yürümek için en güzel zaman Teşekkürler…