Bodrum Gündem

YAŞAMIN ANLAMI ÜZERİNE-1

metin-aycıl-bodrum-gündem-yazıları          Söz konusu olan, asla ve hiçbir zaman hayattan ne beklediğimiz değildir;

                         daha ziyade, hayatın bizden ne beklediğidir.

 

                                                                                              VIKTOR E. FRANKL (1905-1997)

 

Yaşamın anlamı üzerine birden daha fazla yazı paylaşacağımı düşünerek, başlığın yanına “1” sayısı ekledim; bir anlamda kendimi de yükümlülük altına sokmuş oldum.

Yakın geçmişte, her fırsatta yaptığım gibi, kadim bir dostumu ziyarete gitmiştim, bir yerde oturup kahve içip sohbet etmek konusunda fikir birliğine vardık ve dediğimizi de yaptık. Arkadaşlığımız lise yıllarına dayanır. Kendisi  İTÜ Makina mühendisliğini çok iyi derece ile bitirmiş, iş hayatında başarılı olmuş, çok zeki biridir. Her sohbetimizden nafakamı almış olarak ayrılırım.

Bu sohbettimizde de laf lafı açtı, çocuklardan konuşmaya başladık.  Burada ayrıntılara girmeyeceğim doğal olarak. Oğlunun yaşama bakışı ve yorumlayışı benim çok hoşuma gidiyor. Bu değerlendirmeme dayanarak arkadaşıma şunu söyledim: “Bana kalırsa o yaşamda kendi anlamını arıyor, bunu ne sen ne de bir başkası anlamayabilir; anlamak zorunda da değiliz, ancak ona saygı gösterebiliriz.”

Arkadaşım da kendine özgü tavrıyla şunları söyledi: “Yaşamın anlamını aramaya ne gerek var, yaşam yaşanmak için değil mi?” Bu da bir anlam olsa gerek. Yukarıda arkadaşımın profilini kısaca verdiğim için, söylediklerine de değer veririm. Aklıma Antik Yunan filozofu Epiktet’in bir deyişini getirdi, arkadaşımın söyledikleri:

Bir yemek davetinde, nasıl yemek yendiğinden bahsetme;

nasıl yemek yenmesi gerekiyorsa, yemeğini öyle ye.

Aslında yazıma Viktor E. Fankl ile başlayıp daha ciddi, farklı şeyler söylemeyi düşünmüştüm; ancak akış böyle gerçekleşti. Viktor E. Frankl’a gerek bu yazımda, gerekse önümüzdeki haftalardaki yazılarımda yer vereceğim. Kendisinin, Türkçe çevirisi de olan “ Anlam Sorusu Karşısında İnsan” (Der Mensch vor der Frage nach dem Sinn; 1. Baskı Nisan 1985, 26. Baskı Nisan 2016,  ©1979 Piper Verlag GmbH, München) kitabı gerçekten çok etkileyici. Söz konusu kitaptan kısa derlemeler sunacağım.

Viktor E. Frankl kimdir? Çok kısa anlatayım: Viyana’lı bir Musevi’dir. Nöroloji ve Psikiyatri Profesörü olan Viktor E. Frankl  Hitler’in hışmına uğramış, o dönemdeki birçok Musevi gibi, toplama kamplarında insanlık dışı uygulamaları yaşamıştır. Buradan sağ çıkmayı başaran Viktor E. Frankl, bunu nasıl başardığını da kitabında paylaşmaktadır. Kendisi Logo Terapi yönteminin kurucusudur. Logo Terapi yönteminin özünün, yaşamın anlamını bulmaya yönelik olduğunu ifade etmektedir.

Bu konunun önemi konusunda herkesin hemfikir olduğunu düşünüyorum; ancak herkes için yaşamın anlamı farklıdır. Yeri gelmişken yine Epiktet’den bir alıntı yapmak istiyorum:

Nasıl ki tahta, marangozun; mermer, heykeltraşın ham maddesiyse; yaşam da, her bir bireyin, kendi yaşam sanatının ham maddesidir.

İntihar eden ünlü, varlıklı insanları çoğumuz duymuşuzdur. Hep sormuşumdur kendime: “Neden?” diye. Bulduğum cevap da şu olmuştur:” Yaşamda kendileri için bir anlam aramamış ve bulamamışlardır.” Bu söylemim dostlarımızla sohbetlerimizde, bazen sert gelmiştir; olabilir de. Sözünü ettiğim ünlülerin bir kısmının uyuşturucu batağına batıklarından bahsetmişlerdir bazı arkadaşlarımız. Ben ise, bunun da bir “Anlam” ya da “Anlamsızlık”sorunu olduğunu düşünürüm.

Bugüne kadar okuduğum düşünürlerin ve konusunda uzman kimselerin, istisnasız ortak fikirlerinin şu olduğunu çok net gördüm: Toplumsal bir varlık olan insan, kendi anlamını somut olarak bir başkasında görebilir; diğer bir ifadeyle: Bir insan, kendi yaşam anlamını ifade edebilmek için, sevdiklerine gereksinim duyar.

Bu noktada Viktor E. Frankl’a yer vermek istiyorum:

Karda, buz tutmuş yerlerde düşe kalka, birbirimizi ayağa kaldırarak ve ileriye sürükleyerek kilometrelerce yürümeye çalıştığımız anlarda, artık ağzımızdan hiçbir kelime çıkmıyor; fakat hepimiz şunu biliyorduk ki, herkes şu an sadece karısını düşünüyor. Ara sıra, yıldızların solgunlaştığı veya kederli bulutların arkasından, sabah kızıllığının belirmeye başladığı gökyüzüne bakıyorum. Ruhumu, daha önce, normal hayatımda hiç tanımadığım, inanılmaz bir hayal gücünün, şekli kaplıyor. Karım ile konuşuyorum. Bana cevap verdiğini duyuyorum, bana gülümsediğini, beni yüreklendiren bakışını görüyorum. Onun bakışı, şu an güneşten daha çok aydınlatıyor. O an bir düşünce beni sarstı: Hayatımda ilk kez, birçok düşünür tarafından bilgelik olarak ifade edilen bir hakikati öğreniyorum. O da, bir insanın yükseleceği en üst ve en son mertebenin sevgi olduğu. İnsanın, gerçekten acı çektiği bir durumda,  yegâne çabası, sevenin içinden bakmak oluyor. Tefekkürle (bir anlamda derin düşünce), insan, sevdiği insanda kendini gerçekleştiriyor…”

Ne kadar muhteşem değil mi?

Gerçekten de, insanın kendisini en iyi ve en somut ifade ettiği alanın (yerin); eşi, evlatları ve emek verdiği diğer sevdikleri olduğuna inanıyorum. Emek’in çok anlamlı bir kavram olduğunu düşünürüm; zira insanın bilinçli çabasıdır. Sevdiklerimizin varlığında edindiğimiz yer de, kendi ham maddemizden kendimizi yaratırken, verdiğimiz emeğin somut ifadesidir; hem de karşılık beklemeksizin.

Bir büyüğüm, kendi cennetinin tanımını yaparken şunları söylemişti:

Cennet; benim, sevdiklerimin gönüllerinde edindiğim yerdir.

Bunun anlamı “Ölümsüzlük” demek değil mi? O zaman da “Sevgi” bir insanın varabileceği en son ve en üstün nokta veya makam değil mi?

Pearl S. Buck (1892-1973) ile sonlandırmak istiyorum yazımı:

Yalnız yaşamaya çalışan kişi, bunu insanlıktan çıkmadan başaramaz.

Başka bir kalbe yanıt vermezse, kalbi susar.

Yalnız kendi düşüncelerinin yankılarını duyar

ve esin almazsa, beyni durur.

 

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.