Bodrum Gündem

YAŞAMIN ANLAMI ÜZERİNE-2 / Dr.Metin Aycıl yazıları…

Toplama kampında bir insanın herşeyini alabilirsiniz; ancak şunu alamazsınız: Mevcut koşullarda, kendini nasıl konumlandıracağının ifadesi olan, insanın nihai içsel hürriyetini.

VIKTOR FRANKL (1905 – 1977)

Aynı başlığı taşıyan yazımın ilkinde Viktor Frankl’dan bahsetmiştim. Yaşamın anlamının ve umudun ne kadar anlamlı olduğunu da, kendisinin gerçek yaşam öyküsünden kesitler sunarak ifade etmeye çalışmıştım. Viktor Frankl’ı iki makaleyle anlatmak mümkün değil tabii; sadece esin kaynağı olmasını, gönülden arzu ediyorum. Mâlûm, ben iknâ olmaz ve iflah olmaz iyimser olduğum için, olumsuz koşullarda bile, güzel hayallerle ve umutla beslemeye çalışırım kendimi.

Yine ilk yazımda, zengin ve müreffeh bir yaşamı olup da, yaşamlarına son veren, dünya çapındaki insanlardan söz etmiştim. Bunu da yaşamlarında bir anlam oluşturamamalarına bağlamıştım.

Bu yazımda ise, tam tersi örneklerden söz etmek istiyorum; yani çok zor koşullarda bile yaşama sarılan sıradan insanlardan. Bu insanlarla çoğumuz, nerdeyse hergün karşılaşıyoruzdur. Benim de anlatacaklarım, bu karşılaşmalardan ikisi olacak.

Geçen akşam eşimi, sözleştiğimiz yerde bekliyordum; hava oldukça soğuktu, ben hava şartlarına göre giyinmiş olduğum için, soğuktan etkilenmiyordum. O sırada yanımdan üstü başı pek de iyi ve mevsim koşullarına göre yeterli olmayan, elleri cebinde otuzlu yaşlarında bir adam geçti. Az ilerimdeki çöp konteynerini karıştırmaya başladı; yiyecek mi, yoksa giyecek mi aradığını anlayamadım. Çöpte giyecek bulmanın zor olduğunu düşündüm ve “herhalde yiyecek arıyordur” diye düşündüm. Yiyecek arıyor olsaydı, bulamayınca gelip benden veya bir başkasından yardım isteyebilirdi diye düşündüm. “Belki de onuru henüz açlığını dengelemeye yetiyor” diye düşündüm. Aradaığını bulamayınca da sakince uzaklaştı.

O anda, yaşamlarına son veren ünlüler geldi aklıma. Bunca yokluğa rağmen, bu adamı yaşama bağlayan neydi? Hangi umut, hangi hayal?

Şimdi ise sürekli karşılaştığım ikinci örnekten söz etmek istiyorum:

İşlerim gereği vapurla Kadıköy’den Karaköy’e geçer, oaradan da Tünel’e yürürüm. İstanbul’da genellikle toplu taşıma araçlarını kullanırım ve özellikle de vapuru çok severim. İstanbul’un içine daha çok nüfuz ettiğimi düşünürüm ve İstanbullu olduğumu daha çok anlarım vapur yolculuğumda. Bu duygu çok hoşuma gider.

Karaköy alt geçidinde, Tünel çıkışında, başamaklara oturmuş, saç ve sakalı birbirine karışmış bir adam vardır orada her zaman. Sözünü ettiğim, akşamın henüz erken saatleridir. Başı önünde, etrafla ilgilenmeyen bir kimsedir; “alkol bağımlısı mı acaba?” diye sorarım kendime. Sonra yine sorarım kendime: Bu adam yaşadığının farkında mı? Onu yaşama bağlayan nedir? Umudu nedir, hayalleri nedir?

Nazım Hikmetin ‘Yaşamaya Dair’ şiirinin dizleri gelir aklıma:

“… ölümden korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yani ağır bastığından.”

Yine aynı güzergâhı izleyerek arkadaşlarımla bir akşam yemeğinde buluşmak üzere giderken, kaldırımda oturan adımın alkol bağımlısı olabileceğini düşündüm. Ne gariptir ki, birlikte olacağım arkadaşlarımdan biri degüstatör, yani şarap uzmanı; hem de oldukça tanınan. Bunda bir gariplik yok tabii, garip olan şu:

Şarap aynı şarap, kimini degüstatör yapıyor ve saygın bir konuma taşıyor; diğerini ise ayyaş yapıp, sefil bir konuma taşıyor.

Bunun ardındaki hikâye ne kadar uzundur kimbilir, öyle değil mi?

Viktor Frankl ile başladım, yine onunla bitirmek istiyorum. Viyana’da Üniversite kürsüsünden kalabalığa şöyle sesleniyor:

“Ben buraya daha önce hiç gelmedim, sizleri ilk kez görüyorum ve bu konuşmayı ilk kez yapıyorum. Ancak ben buraya yüzlerce kez geldim, sizleri yüzlerce kez gördüm ve bu kouşmayı da yine yüzlerce kez yaptım. Beni toplama kampından buraya getiren bu hayallerim ve umudumdur; diğer birçoğu hayallerinden ve umutlarından vazgeçtiler, onun için burada değiller.”

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.