Bodrum Gündem

ODTÜ, COMMER VE MİLLî EGEMENLİK/Başar Münir BG yazıları…

basar-munir-bodrum-gundem-dergi-yazilari

En son söylenecek sözü ilk başta söyleyerek yazıya başlayalım:

“Millî egemenlik, sadece tam bağımsızlık olduğunda mümkündür. Gerisi lâf-ı güzaftır!”

Peki, “tam bağımsızlık” nedir?

Bu kavramı da hayatını tam bağımsızlığa adamış Mustafa Kemal Atatürk açıklasın:

“Tam bağımsızlık denildiği zaman, tabii, siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri vs. her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik kasdolunmaktadır.

Meseleye bu açıdan baktığımızda, “ülke düşman işgalinden kurtulmuş, hiçbir yerde düşman askeri yok, ne güzel kendi kendimizi yönetiyoruz, bağımsızız,” şeklinde düşünmek, rehâvete kapılmak ve mücadeleyi bırakmak yapılabilecek en büyük yanlış olur. Tam bağımsızlık için sürekli tetikte olmak ve her alanda sürekli mücadeleye devam etmek gereklidir.

“Her alanda sürekli mücadele” nasıl yapılabilir, çok çarpıcı bir örnekle açıklayayım.

ODTÜ (Ortadoğu Teknik Üniversitesi), UNESCO’nun 10 milyon USD’lik hibesiyle kurulmuş bir üniversitedir. Bu hibe etap etap, planlı yatırımlar karşılığında verilmiştir. İlk iki etapta İnşaat Mühendisliği Bölümü’nün yeterince geliştiği değerlendirmesi yapıldığı için, üçüncü etap hibenin Makine ve Metalurji Mühendisliği Bölümleri için yapılması kararlaştrılmıştır. Ancak İnşaat Mühendisliği Bölümü, ODTÜ’yü ODTÜ yapan, efsane rektör Prof.Dr.Kemal Kurdaş’tan bölüme 200.000 USD gibi bir yardım talep eder.

ODTÜ Rektörü Erdal İnönüProf.Dr.Kemal Kurdaş’ın aklına, ABD’nin bir ajansı olan Milletlerarası Kalkınma Teşkilatı (Agency of International Development – AID) gelir. Hemen AID’in başkanı davet edilerek bir kokteyl verilir ve konu açılır. Başkan konuya beklediklerinden çok daha olumlu yaklaşır ve hatta istediklerinden daha da fazla yardım edeceklerini söyler:

200.000 USD gibi küçük rakamlarla bizi uğraştırmayın. İsteyecekseniz doğru dürüst, yüksek bir rakam isteyin ve diğer bölümleri de katın!

Kemal Kurdaş çok sevinir tabii ve hemen projeler hazırlanmaya başlar. Üniversitede ne kadar eksik varsa yazılır. İnşaat gereksinimleri, satın alınacak cihazlar, kütüphane eksikleri, vs. Fiyat teklifleri de alınmıştır. Rüyalarındaki üniversiteyi gerçekleştirme fırsatı ellerine geçmiştir, tepe tepe kullanacaklardır. 12 Milyon USD gibi bir rakam çıkar ortaya. ODTÜ’nün kurulması için UNESCO’dan alınan hibeden daha fazla bir paradır bu. Proje dosyaları tamamlanınca AID Başkanı’na sunulur. Fakat projenin onayı için bir uzmanın inceleme raporu hazırlaması gerekmektedir. Uzman gelir, bir süre üniversitede incelemeler yapar ve Amerika’ya dönüşünde raporu hazırlar.

Raporun sonuç cümlesi şu şekildedir:

ODTÜ’de yapmış olduğum incelemeler neticesinde üniversitenin açılış tarihinden itibaren büyük bir atılım içinde olduğunu ve son derece başarılı bir üniversite olduğunu tespit ettim. Buradan hareketle, istenen 12 Milyon USD’lik yardım 18 Milyon USD’ye çıkarılması daha uygun olacaktır.”

ODTÜ’de bir bayram havası vardır. Hazırlamış oldukları proje onaylandığı gibi, istemedikleri halde 6 Milyon USD gibi bir artış da yapılmıştır.

Bu yardımın akıbetini Kemal Kurdaş’ın yardımcısı Prof.Dr.Nur Sayral’ın kaleminden* okuyalım:

Uzun bir sessizlik sonrası, AID Başkanı haber vermeden, yardım sözleşmesini imza için geliyordu. O gün, sessizlik birdenbire bozuldu, etraf araba dolmaya başladı. AID Başkanı, siyah arabasından çıktı. Arkadan bir sürü gazeteci ve televizyoncu! Biz tek başına geleceğini beklerken, büyük bir kalabalıkla merdivenleri çıktılar, televizyon kameraları kuruldu. AID Başkanı, “Kemal, bugün senin için büyük gün, 18 Milyon USD alıyorsun,” dedi ve Akademik Konsey Toplantı Salonu’ndaki masanın üzerine, çok kalın bir dosya koydu. Son sayfasını çevirdi, bir dolmakalem verdi ve;

–    İmzala hadi Kemal, dedi.

–    Nedir bu, ne imzalıyorum ben?

–    İşte bizim standart AID anlaşması, herkesin imzaladığı. Sen de imzalayacaksın!

–    Ben okumadığım hiçbirşeyi imzalamam!”

– Ne yapıyorsun Kemal? Karşımızdaki adamlar, NBC, ABC ve diğer televizyonlardan, Amerika’dan kalkıp geldiler, İstanbul’dan değil! Mümkün değil, yapamazsın bunu. Rezalet çıkar!

–  Ben okumadan bir şey imzalamam,”

En sonunda Kemal Kurdaş dolmakalemi masanın üzerine fırlatır ve toplantı salonunu terkederek odasına çekilir. AID Başkanı peşinden koşar, ikna etmeye çalışır, ama başarılı olamaz.

Rahatça ve istenenden de fazlasıyla verilmek istenen yardımın ve imza için yapılan ısrarın sebebi, getirilen anlaşma dosyası incelenince ortaya çıkar. Maddelerden birinde, kendi ifadeleri ile bir  “pro-rektör” atanması kabul edilecektir. Bu “pro-rektörün” maaşı AID yardımından ödenecek, rektör Kemal Kurdaş kampüs dışına çıktığı anda tüm yetkiler kendisinde toplanacak ve üniversiteyi rektör olarak yönetebilecektir. Bir başka maddede “ODTÜ Kütüphanesi’nin müdürü bir Amerikalı olacaktır, maaşı ODTÜ AID yardımından ödenecektir. Kütüphaneye alınacak tüm kitaplar, Milli Bütçe’den alınıyor olsalar dahi, kütüphane müdürünün onayı alındıktan sonra raflardaki yerini alabilecektir,” denmekteydi.

ABD Devleti, 18 Milyon USD karşılığında ODTÜ’nin bağımsızlığını satın almak istemiş ve fakat Kemal Kurdaş gibi “tam bağımsızlık” fikrini içselleştirmiş ve asla kendisini satmayan bir kayaya çarpmıştı. Sözleşme hemen iptal edilir. Çünkü bağımsızlık paradan daha değerlidir.

Uluslararası siyaseti takip edenler bilirler ki devletlerin uzun zaman dilimine yayılan diplomatik projeksiyonları vardır. En azından olmalıdır. Devletin menfaatleri belirlenir, arzu edilenler sıralanır ve zaman içinde bunlar gerçekleştirilmeye çalışılır.

1969 Ocak ayında, CIA’de çalışmış, Vietnam Savaşı’nda önemli görevler ifa etmiş, muhalifler tarafından adı “Vietnam Kasabı”na çıkmış Robert COMMER, ABD’nin Ankara Büyükelçisi olarak tayin edilir. Tayin edilir edilmez, daha Türkiye’ye ayak basmadan Kemal Kurdaş’a bir mektup gönderir.

Merhaba Kemal. Sana Kemal diyebilirim, çünkü sen Dünya Bankası’nda görevliyken çok yakın bir arkadaşın vardı. Hatta bir ara Orta Amerika’ya tayin olmuştu. Altı ay onun evinde kaldığını hatırlıyor musun? İşte, ben Yale’de öğrenci iken o kişi ile aynı yurt odasını paylaştım. Onun samimi dostu olduğuna göre, biz de seninle dost sayılırız. Duydum ki çok güzel bir üniversite kurmuşsun. Görmeyi çok istiyorum ve bu üniversiteyi benim de gayretlerimle daha mükemmel bir hale getireceğiz.”

Lyndon_Johnson_and_Robert_KomerKemal Kurdaş mektuba çok şaşırır. Gerçekten de böyle bir arkadaşı vardır ama, böyle bir bağlantıyı nasıl kurabilmiştir Commer?

Gerçekten de İstanbul’a iner inmez rektörü arar:

Kemal, ben geldim. Seni yemeğe bekliyorum.

Birkaç defa yemeğe gider Kemal Kurdaş. Büyükelçi Commer üniversiteye yapılacak yardımlardan, hibelerden bahseder. Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi gibi ihtiyatla yaklaşır rektör konuya. Yardım almak elbette ki iyidir, ama ne karşılığında?

Büyükelçinin Türkiye’ye gelmesinden iki hafta sonra çok ilginç bir olay olur. Pazartesi sabahı odasına geldiğinde masasında bir not bulur rektör Kurdaş:

Merhaba Kemal, geldim, üniversiteni gezdim, çok beğendim. Rektörü çok çalışkan diyorlardı, ama kötü not verdim. Pazar günü ofisinde değildin, ha ha ha! İmza: Commer

Bir Pazar günü, rektörün odasına hem de yabancı bir büyükelçi tarafından izinsiz olarak girilmiş ve masaya bir mektup bırakılmıştır..!

Büyükelçiye karşı gösteriler olmaktadır. Özellikle ODTÜ öğrencileri büyükelçi karşıtı gösterilerde başı çekmektedirler. Hava kurşun gibi ağırdır.

İşte tam da bu sırada rektörlük çalışanlarına bir davet mektubu gelir. Kemal Kurdaş’ın Commer onuruna düzenlediği yemeğin davetiyesidir bu. Yemek, Kurdaş’ın AID Başkanı’na dolmakalem fırlattığı Akademik Konsey Toplantı Salonu’nda yapılacaktır.

 “O kadar baskı altındayım ki, mutlaka geleceğim diye çok ısrar ediyordu, ben de ne yapalım gel dedim. Gelişini mümkün olduğu kadar gizli tutalım,” der çalışma arkadaşlarına.

odtu-komer-araba-yandıO gün yaşananları yine birinci ağızdan, Prof.Dr.Nuri Sayral’dan okuyalım*:

Saat 12:00 gibi COMMER, 06 CA 001 plakalı aracı ile geldi ve rektörlük önündeki park yerinde durdu. Üstelik, bu da yetmiyormuş gibi, bir de üzerinde Amerikan bayrağı! COMMER indi, birlikte merdivenlerden yukarı çıktık ve kokteyl başladı. Yemeğe geçmeden önce, rektörlükte çalışan Alaaddin, telaş içinde geldi. “Nuri Bey, bazı öğrenciler arabanın etrafında birşeyler yapıyor…” Yukarıdaki pencereden baktığımda, arabanın etrafında öğrenciler vardı, sayıları da gittikçe çoğalıyordu. Etraftan koşarak gelenleri görüyordum. Arabaya yumruk atmaya başladılar. Kemal Bey’e söylediğimde, benim ilgilenmemi söyledi. Hemen koşup çıktım ve şoföre arabayı çekmesini söyledim. “Hayır, çekmem,” diyordu. Yanımda, çok deneyimli bir bürokrat olan Edirme eski valisi de vardı. Beraberce şoförü, anahtarı vermesi için sıkıştırmaya başladık, ancak şoför ısrarla direndi. Baktık olmayacak, koşup arabanın yanına geldik, öğrencileri ikna etmeye çalıştık, ancak dinleyen olmadı.

Öğrenciler, ellerindeki borularla arabayı devirdiler. Çok garip bir tesadüf, arabanın benzin kapağı açıkmış, yere akmaya başladı. Ben benzini görünce “Aman uzaklaşın, tutuşabilir,” dedim. Uzaklaştılar. Birden iki öğrenci çıktı, kendilerinden emin, tebessüm ederek arabaya yaklaştılar ve kibriti çaktılar. Ben, Commer’e zarar verirler diye endişe içindeydim, oysa yukarıya çıktığımda, Commer’i, hiçbir heyecan belirtisi olmadan keyifle viskisini yudumlarken bulmuştum.”

Amerikan Büyükelçisi Commer’in ODTÜ’de arabasının öğrenciler tarafından yakılması, kamuoyunda bir bomba etkisi yaratır. Olay, 12 Mart muhtırasına giden yolda en önemli olaylardan biri olarak değerlendirilmektedir.

Üniversite yönetimi, büyükelçinin aracının bedelini tazminat olarak ABD’ne ödemek zorunda kalır. Ödenecek rakam, tam da Kemal Kurdaş’ın AID Başkanı’ndan ilk istediği rakam kadardır: 200.000 USD..!

Ezcümle, millî egemenlik, yalnızca tam bağımsızlık olduğunda mümkün olabilir. Tam bağımsızlık ise “tabii, siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, vs. her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik” ile mümkündür.. “Dış mihraklar” işin doğası gereği her zaman olacaktır. Önemli olan, bu mihraklara prim vermemek ve sürekli olarak uyanık ve dikkatli olmaktır.

* ODTÜ Anılarım, Prof.Dr.Nuri Saryal, Ankara, 2014

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

  1. Serdar Anlağan dedi ki:

    …mm…işte bu hoş bir “tık…tık…tık” sesi…”…kafaya inen” türden değil de, sanki daha çok bir kuyumcunun işliğinden duyulan gibi…bu güzel yazıya bir katkıda bulunmak isterim:

    BAĞIMSIZ TÜRKİYE’NİN BİLİM İNSANLARININ ÇALIŞMALARINI ENGELLEMEYE ÇALIŞANLAR KİMLERDİ?

    Prof. Dr. Nuri Saryal’in kaleminden :

    “…Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde göreve başladıktan (28 Haziran 1962) iki yıl sonra Makina Mühendisliği Bölümü binaları tamamlanmış, labratuvarlar gerekli araç ve gereçlerle donatılmıştı.

    Anti-tank güdümlü mermiyi yapmakta kararlıydım, ancak akademik hayatımı düşünmem, doçentliğe yükseltilmeme olanak verecek “bilime katkı sağlayan” bir çalışma (Doçentlik Tezi) yapmam gerekiyordu. Bu nedenle, “Isıl Gerilimlerin Elektrik Analojisiyle Tesbiti” çalışmasına (TÜBİTAK MAG-45) öncelik vermek zorundaydım. Hafta sonları da çalışarak, asistanlığımı yapan Orhan Yeşin ile birlikte bir buçuk yılda bitirdiğim bu çalışmanın son altı ayında, ORDOT Projesine başladık.”

    “…Üç yıl süren proje sırasında, Makina Bölümü öğretim üyelerinden Orhan Kural ve Suha Selamoğlu, yanımda tez çalışmalarını yapmakta olan öğrencim Ömer Anlağan, Kimya Bölümümüzden Ertuğrul Onat, Elektrik Bölümünden Canan Toker ve Metallurji Bölümünden Mustafa Doruk, teknisyen olarak Esat Aşkun ve Metin Özbek, Ordot kadrosunun çekirdeğini oluşturmuştu. Ayrıca Vedat Arpacı, Alp Esin, İlhan Onur ve Levent Kayalar’ın önemli katkıları olmuştur.”

    “…Paşaya, Almanlar’la lisans anlaşması yapmadan böyle bir girişimde bulunmanın doğru olmadığını, seri üretime geçtiğimiz anda bizi uluslararası mahkemeye vererek ağır para cezalarına mahkûm ettireceklerini, ayrıca roket motorunda kullanılan çeliğin Türkiye’de yapılamayacağını, asıl onların bu işi bırakmalarını, bizi, kendi imkanlarımızla Türkiye’de bulunan malzeme ve teknoloji ile tamamı Türk malı güdümlü mermimizi yapmak üzere görevlendirmelerini rica ettim.

    “…Araştırmalarımız için gerekli mâli desteği bulmak zorunda idik. TÜBİTAK henüz bu tür araştırmaya destek vermiyordu. Projenin “akademik” olması önemliydi. Bir gün soğukalgınlığı nedeniyle evde ateşli olarak yatarken, ORDOT ekibinden üç arkadaşım heyecanla bize geldi ve Türk Hava Kuvvetleri Teknik Daire Başkanı Albay Cemal Özalp’le görüştüklerini, kendisinin projemizi desteklemeye hazır olduğunu, kendilerinin de LHÇ (Lagari Hasan Çelebi) projesi üzerinde çalıştıklarını, bu maksatla ABD Purdue Üniversitesinde roket konusunda eğitim gören altı genç subaydan ikisinin bizimle çalışacağını müjdeledi. Türk Hava Kuvvetleri Komutanlığı ve ODTÜ Rektörlüğü arasında yapılan yazılı anlaşma üzerine bu işe 140.000,- TL ayrıldı ve çalışmalar hızla başladı.”

    “…Yakıtın ana maddesi olan asfalttan kuşkulandık ve TPAO’ na gittik. Genel Müdür, eski ODTÜ’ lü meslekdaşımız Korkut Özal’dı. Çok iyi karşılandık, hemen rafineri mühendisleri çağırıldı, problemi anlattık. “Kullandığınız asfaltı nereden aldınız”diye sorduklarında “piyasada satılan, yol yapımında kullanılan” dedik. “Elbette patlar, o asfalt “kraking” sonrası mahsuldür, sizin “birinci kule altı”nı kullanmanız gerekiyor” denince Korkut bey telsizle Batman’ı aradı, hemen üç teneke “first run” asfalt hazırlandı, ertesi sabah askeri bir jet uçağımız Batman’a uçtu, öğleden sonra asfaltlar elimizdeydi. Bir hafta sonra yeni yakıt hazırdı, yanmada bir düzelme olmuştu, fakat patlamaları henüz önleyemiyorduk. Sonuç almak için Suha Selamoğlu’nun 3 Torr (3 mm Hg) vakumda çalışan yakıt kalıplarını beklememiz gerekti. MKEK dönemi dahil sanırım 77. deneme olacak, ilk kez patlamasız ve çok başarılı bir deneme yapıldı. Artık dizginler elimizdeydi ve hedefimiz birkaç deneme daha yapıp yakıtı dinamik şartlar altında, yani roket motorunu roket haline getirip rampadan fırlatmaktı.”

    “…Garip Bir Olay

    Bir pazar günü öğleden sonra saat beş sıralarında Orhan Kural’la Bölüm Kütüphane-sinde, masa üzerine ORDOT roketinin planları yayılmış, hesap yapıyor, düşünüyor ve roketin genel tasarımı üzerinde çalışıyorduk. Orhan bir ara ayağa kalktı, kara tahtanın başına geçti ve benimle tartışarak roketin genel davranışı ile ilgili diferansiyel denklemleri yazmaya başladı. Vardığı sonuçtan memnun bana döndü ve “Nuri, senin bu “kuyruk önde” roketin beton gibi, gerçekten hep istediğimiz gibi yatay uçacak” dediği sırada, binalar arasındaki avluda sesler duyduk.

    Pencereden baktığımızda, askeri bir cipin ana yoldan avluya döndüğünü, durduğunu, arkada oturan, UNESCO kanalı ile gelmiş olan İngiliz Teknik Resim öğretim görevlisi ile gene İngiliz olan genç yardımcısının indiğini, asker şoförün yanında oturan subaya hararetle teşekkür ettikten sonra, cip gözden kaybolunca bir an durup aralarında konuştuklarını, ellerindeki fotoğraf makinelerini sallayarak yüksekçe duvarla çevrili, roket motor denemelerini yaptığımız yapıya gittiklerini, orta yaşlı hocanın genç yardımcısını havaya kaldırdığını, genç yardımcının duvarın üzerinden deneme yerimizin fotoğrafını çektiğini gördük. Hayretler içinde kalmıştık. Yapabileceğimiz fazla bir şey olmadığını düşünerek işimize devam ettik. Başka bir gün ekipten üç veya dört arkadaş kanat ve gövde planları masaya yayılmış olarak çalışırken aynı İngiliz hoca kapıyı çalmaya bile gerek görmeden içeri girdi, masaya ellerini dayadı ve planlarımızı dikkatle incelemeye başladı. Bir şaşkınlık anından sonra derhal odayı terk etmesini söyledim, pek oralı olmadı. Ayağa kalkıp kendisini nazikçe odadan çıkarttım. İngiliz Teknik Resim hocamız bir akşam Bölümdeki arkadaşlarımızı evine davet etmişti. Bir ara gelip yanıma oturdu ve “size bir şey söyleyeyim mi profesör Saryal, yurt dışına çıkan her İngiliz ülkesi adına casusluk yapar, elde ettiği ve faydalı olacağına inandığı bilgileri sefaretine iletir. Eğer siz Türkler bunu yapmıyorsanız, o sizin kabahatiniz!”
    Üç aya yakın bir süre uğraştım; fakat ARGE yönetimini, “işveren – prototip üretimi – seri üretim” şeklinde bir iş bölümüne ve “ARGE’nin TSK adına işveren, ODTÜ’nün isteğe uygun prototip üreten ve MKEK’nun (Makina ve Kimye Endüstrisi Kurumu) olgunlaşan prototipi seri üreten” olması gerektiğine ikna etmem mümkün olmadı. Kendi yollarında yürümekte ısrarlıydılar. Biz de yolumuza devam etmekte kararlı idik.”

    “…Hava Kuvvetleri Teknik Dairesini temsilen Binbaşı İbrahim Keskin yanımızdaydı. Kalkış rampasının kenarına yerleştirdiğimiz, o zamanlar piyasaya yeni çıkmış pilli kasetçalarla yapılan kayıtta, geri sayım sırasında heyecandan şaşırıp kekelediğim duyulur. Mükemmel bir kalkış, rampadan ayrıldıktan sonra, Levent Kayaların “code”unca hesaplanmış açı ile, rüzgarın estiği yöne, batı-güney-batı’ya yatış, yükseliş, yanmanın sona ermesi, roketin aldığı ivme ile yükselmeye devam edişi ve gözden kayboluşu….. Birkaç yüz metre ileride roketi gözle takip eden iki teknisyen de inişi görememiş, elleri boş geri döndüler. Heyecan ve sevinç çok büyüktü; ilk ve önemli hedefimize ulaşmıştık. Artık Üniversite’nin espri konusu olmayacak, ciddiye alınacak, para muslukları açılacak, Ordot anti-tank güdümlü mermisinin tamamlanması için gerekli olduğunu hesapladığımız 350.000,-TL’sı bize tahsis edilecekti. Hiç olmazsa, o gün öyle sanmıştık.”

    “…Ancak bir durum sürekli dikkatimizi çekiyordu: Roket denemeleri sırasında patlamalar oldukça kahkahalar atarak “devam, devam, patlamalara devam” diyenlerin şimdi aynı güler yüzle gelerek “kutlarız, başarılı oldunuz” demelerini beklerken, birkaç kişi dışında çevremiz ilgisiz, neşesiz insanlarla çevrilmişti. Kısa bir süre sonra, daha vahim bir durumla Albay Cemal Özalp’in karşılaştığını üzülerek öğrendik; kendisi “paraları çarçur ettiği” gerekçesiyle mahkemeye verilmiş, “yüz kırk bin liranın karşılığı şu dört cilt mi” diye sorgulanmış[4]. Sonuçta beraat etmiş. Daha sonra Tuğgeneralliğe yükseltilmiş ve sanırım bir yıl sonra emekliye ayrılmıştı. ARGE’nin tutumunda değişen bir şey yoktu. K.Kv.Tek.Dairesi’nin başına gelenlerden sonra zaten ne bekleyebilirdik. TÜBİTAK ise konuya ısınmaya başlıyordu ama daha bir süre beklememiz gerekecekti. Sanırım Hicri Sezgen, bize Milli Savunma Bakanlığı (MSB) Harp Sanayi Dairesi Başkanı Amiral Hayri Tezcan ile görüşmemizi önerdi ve kendisinin ABD’de MIT’den mezun son derece değerli bir amiralimiz olduğundan söz etti. Telefonla aradık, randevu aldık ve Orhan Kural’la birlikte görüşmeye gittik. Amiral bizi ciddi bir yüzle karşıladı ve sabırla dinledi, sorular sordu, olumlu, olumsuz hiç bir şey söylemeden bizi yolcu etti. Şaşırıp kalmıştık, bu duruma bir anlam veremiyorduk.”

    “…Üç gün sonra kendisi bizi telefonla aradı ve görüşmek istediğini söyledi. Bizi bu kez güler yüzle karşıladı. Anlaşılan önce hakkımızda bilgi almıştı, artık kimlerle görüştüğünü, ne isteyeceğini biliyordu. İlgisinin odak noktası, geliştirmiş olduğumuz “paraşüt başlığı”, maksadı ise Cobra GM’lerini talim atışlarından sonra tekrar kullanılır hale getirip assubaylarımızın, fazla masrafa girmeden, hedefi vurma becerilerini üst düzeye çıkartmakti. “Paraşüt başlığının milli olanak-larla üretim lisansını sizden 350.000,- TL karşılığında almaya hazırım. Siz de bu para ile ORDOT projnenizi tamamlayın” dedi. Sevinç ve heyecan dolu Üniversiteye döndük. Ancak bir saat geçmemişti, ARGE Başkanı Tuğgneral aradı ve “Nuri bey, bu işler böyle olmaz, Harp Sanayi Dairesi ile bu işi yürütemezsiniz, bu bizim işimiz, siz bırakın efendim!” diye beni adeta azarladı. Hayretler içinde kalmıştım; haberler ne kadar çabuk yayılıyordu! (Veya, biz ne kadar yakından takip ediliyorduk!) Amiral Hayri Tezcan’ı hemen aradım, durumu biliyordu. Bana, ARGE temsilcisinin de katılacağı bir toplantı yapacağını söyledi ve bizim de katılmamızı istedi. Toplantı günü, bir dini bayramımızın ortasına rastlıyordu. Orhan Kural’la, bayramı Kızılcahamam’da eşlerimizle birlikte geçirmek üzere bir otelde yer ayırtmıştık. Orhan Kural’a durumu anlatınca, “ben Kızılcahamam’a gidiyorum, sana kaç kere söyledim, bu işi bize yaptırmazlar diye, bana kalırsa telefon et ve toplantıya katılamayacağını, sonucu bayramdam sonra görüşmemizin uygun olacağını söyle” dedi. Sonuçta Orhan haklı çıktı ama ben toplantıya katıldım. Toplantıya ARGE’yi temsilen Hilmi İsmiloğlu ve tanımadığım bir K.Kv. subayı ile Amiral Hayri Tezcan katıldı. Tezcan ne yapsa İsmailoğlu’nu ikna edemiyordu. Ben ise sadece dinliyordum. Sonuçta Tezcan “siz ne yapacaksanız yapın beni ilgilendirmez, bana paraşüt başlığı lazım, bu adamlara istedikleri 350.000,- TL’sını ödeyeceğim, Paşana söyle, onun istediği varsa onu da öderim!” dedi ve toplantı sona erdi. Bir süre sonra Amiral Hayri Tezcan’ın genç yaşta emekliye ayrıldığını üzülerek öğrendik.”

    “…ORDOT Projesi – 7 – Basın ve TRT …. Tehditler ve taciz ..GATÖM…

    Basın ve TRT

    Artık tahammülüm kalmamıştı;bu kadar emekle elde ettiğimiz sonuçtan Türk Ulusunu basın yolu ile bilgilendirmeye karar verdim. Bir sabah, çalışmalarımız sırasında çekilmiş bir kaç fotoğrafı çantama koydum ve Milliyet Gazetesi’nin İzmir Caddesi’ndeki bürosuna gittim. İçeride, yazı makinesinin başında yazı yazmakta olan Mete Akyol’la karşılaştım. Kendisini Üniversitemize geldiğinde Kemal Kurdaş’la yaptığı görüşmeler sırasında birkaç kez görmüştüm, o da beni hatırladı. Kısa hal hatır sormadan sonra, işinin çok olduğunu belirterek özür diledi. Bunun üzerine çantamı açtım ve roketi rampadan çıkışı sırasında gösteren bir fotoğrafını çıkartırken “Ünirversitede bazı çalışmalar yapmıştık, belki ilgi duyarsınız düşüncesi ile sizi rahatsız etmiştim” dedim. Gözleri fal taşı gibi açıldı ve ayağa kalkıp yazı makinesinin üzerine yatarak elimden fotoğrafı aldı ve “bunu siz mi yaptınız” diye sordu. İki dakika sonra Mete Akyol bitişik odadaki teleksle İstanbul merkezine ertesi günün Milliyet Gazetesi’nin baş sayfasını kendisine ayırmaları mesajını gönderiyordu. Milliyet Bürosu birden canlandı. Haberin hemen o akşam TRT’nin 19:00 ana haber bülteninde duyurulmasını ve roket filminin gösterilmesini önererek Haber Dairesi Müdürü, Mahmut Tâli Öngören’i aradı. Ömer Anlağan’la birlikte TRT’nin Mithat Paşa Caddesi’ndeki bürosuna gittik Mahmut Tâli Öngören’le Robert Kolej’den tanışıyorduk, bize büyük yakınlık gösterdi. Hal, hatırdan sonra, “Nuri, şu filmi ver de kopyesini çıkartalım, daha sonra seninle söyleşi yaptıracağım” dedi. Filmi verdim, sohbete devam ederken telefon çaldı ve Mahmut Tâli Öngören “evet efendim, elbet sizi tanıyorum…….evet, kendisi yanımda, anlıyorum, peki efendim” dedi ve telefonu kapatarak bana döndü, “Nuri, senin filmi gösteremeyeceğiz, kusura bakma, haber olarak da vermeyeceğiz” dedi. Telaşla “filimimi geri isterim!” dedim. Açık duran kapıya yöneldi, geldiğimizden beri kafasını uzatıp bana düşmanmışım gibi bakan odacıya “git şu filmi getir” dedi. Çıldırmak işten değildi, büyük bir suç işlemiş gibi muamele görüyorduk. Ertesi sabah (22 Haziran 1969) ilk işim bir Milliyet almak oldu. Bizim haber 42 punto, resimli olarak baş sayfada yer almıştı ve çok heyecan verici idi. Üniversite’ye geldiğimde ARGE Başkanı’nın ısrarla beni aradığını söylemeleri üzerine kendisini görmeye gittim. Fevkalade kızgındı ve ” bunlar gizlidir, bu haberi ne hakla basına verirsiniz ” sorusuna “roket yaptığımızı yabancılar zaten biliyor, iş teknolojisinde ise, henüz işin alfabesindeyiz, gazetede bu konuda bilgi de yok, hem konu o kadar önemli ise bizi neden desteklemiyorsunuz” diye ben sordum. O sırada telefon çaldı, ARGE Başkanı telefonu açtı ve “buyurun sayın korgeneralim” dedi. “Korgeneralim” diye hitap ettiği şahıs o kadar bağırıyordu ki, ahizeden çıkan sesi oturduğum yerden duyuyordum: “haberi basına nasıl sızdırırsınız, neden mani olamadınız” gibi sözler sarfederken ARGE Başkanı, “emin olun bilgimiz dışında olmuştur komutanım, kendisini bu nedenle buraya çağırdım, şu anda yanımda” gibi sözler sarf ediyordu. Donup kalmıştım. Demek mesele bu denli önemli idi. Peki neden üst düzey bir yetkili daha işin başında “bu işi bırakın, ulusal çıkarlarımıza aykırıdır” dememişti? Türklük düşmanı bir ajan mıydım? Yedek Subayken takdirname alan, savaş çıktığında yalnız vatan ve milletine bağlılığı kuşku götürmeyenlerin alındığı ve üç yabancı dil bildiğim için seferi görevi Başbakanlık Haber Alma Dairesi olan ve bununla iftihar eden ben değil miydim? 27 Haziran 1969 tarihli Milliyet’te, Türk Ulusuna yaptığımız kötülüğü hemen anlamış bir yurtsever köşe yazarının yazısı çıktı.. Sözünü ettiğim, daha sonraki “geçiş döneminde” Kültür Bakanımız olmuş Talat Halman’ın “Garibeler Ülkesi Türkiye’de Roket Yapan Ucubeler” başlıklı köşe yazısıdır. Ama Türk Ulusu böyle düşünmüyordu. Aldığımız sayısız mektup, telefon ve sözlü kutlama bunu teyid ediyordu. Özellikle bir mektup bizi çok duygulandırmıştı: Adana’da postacılık yapan Mehmet, yıllardır dişinden tırnağından ayırarak, “hastalık var, sağlık var” diyerek biriktirdiği 500 lirasını, ulusal savunma sanayimizi desteklemek ve çalışmalarımızda kullanılmak üzere göndermişti. Zaten gergin olan sinirlerim gözyaşlarımı tutmamı önledi. Parasını derhal geri gönderdik ancak buna bir neden gösteremedik. Sanırım bir hafta kadar sonra idi, TRT’den Jülide Gülizar, roket atışı sırasında kaydedilen ses bandınının gerisayım ve roket kalkış bölümünü kullanarak, benimle bir görüşme yaptı ve 13:00 haber bülteninde yayınladı, ancak Milliyet Gazetesinde çıkan haber kadar etkili olmadı. Yaptığımız ikinci bir atış denemesi de (28 Haziran Cumartesi) aynı şekilde başarılı oldu ve Milliyet Gazetesinde yayımlandı (30 Haziran 1969). Ancak bunlar olurken, gazetelerde çıkan haberlerle bu konudaki dikkatler başka tarafa çevrilmeye çalışılıyordu: İtalya’da roket çalışmaları yapan çok genç bir Türk Bilimadamı o denli büyük işler başarmıştı ki, “bizzat İtalya Cuhurbaşkanı, iki yanağından öpmüş ve kendisini altın madalya ile ödüllendirmiş”ti. Bu haberin ne kadar gerçeklerden uzak olduğundan, bu şahsın Türkiye’ye döndükten sonra kendisine sağlanan olanaklardan, neler yapabildiğinden (veya neler yapamadığından), babasının hangi görevde olduğundan bahsetmeyi, “taraf” olduğum için doğru bulmuyorum.

    Taciz Edilmem

    Birkaç gün akşamları eve geldiğimde, evin giriş kapısında bekleyen tanımadığım bir adam saatine bakıyor, cebinden bir defter çıkartıp -her halde- eve geldiğim saati yazıyor ve gidiyordu. Daha sonra -her halde daha ürkütücü olsun diye- Anıt Caddesinde, evimizin balkon ve pencerelerinin rahatça görüldüğü bir yerde ve her akşam hava alacakaranlıkken bir araba park ediyor, ben pencere veya balkona çıkınca ışıklarını yakıp söndürüp -yani dikkatimi çekip- hareket ediyor ve hızla uzaklaşıyordu. Maksat açıkça beni taciz etmekti. Diğer bir deyişle “Bu işten vazgeç, bazı çevreleri rahatsız ediyorsun” deniliyordu. Bir bayram günü eşimle birlikte, çok sevdiğimiz emekli Tuğgeneral Cemal Özalp’i Bahçelievler Sekizinci Cadde’deki (Şimdiki Bişkek Caddesi) iki katlı evinde ziyarete gittik. Ziyaret sonrası Cemal Paşa, her zamanki nezaket ve sevecenliğiyle bizi bahçe kapısına kadar uğurlamak üzere birlikte gelmişti. Bahçede yolu henüz yarılamıştık ki Paşa “bak hele, bizimkiler gelmiş kapıyı tutmuş!” dedi. Bahçe kapısında, yaya kaldırımına çıkmış bir beyaz Reno marka araba, deri ceketli, birisi kadın üç kişi çirkin suratları ile bize bakıyor. Paşamızla vedalaştık ve yolumuzu tutanların arasından sıyrılarak arabamıza binebildik.”

    Hoca’nın bu konudaki anılarının tümünü Facebook’ta Prof. Dr. Nuri Saryal hesabında, notlar bölümünden okuyabilirsiniz.

    Bağlantı aşağıdadır :

    https://www.facebook.com/notes/prof-dr-nuri-saryal/ordot-projesi/158327704196872/

    1. Başar Münir dedi ki:

      Değerli katkınız için çok teşekkür ederim Serdar Bey. ORDOT Projesi gerçekten de son derece önemli bir projedir ve maalesef yapılmasına izin verilmemiştir. Başlıbaşına bir yazı konusu. İyi günler dilerim.