Bodrum Gündem

İstanbul Bienali ile Paralel Etkinlik Bodrum da…

11. Uluslararası İstanbul Bienaliyle Bodrumda paralel gerçekleşen etkinlikte dört sanatçının eserleri Bodrumun beş farklı noktasında 19 Eylül &8211; 15 Kasım 2009 tarihleri arasında sergileniyor.

İstanbul Bienali ile Paralel Etkinlik Bodrum da…
02.10.2009
0
A+
A-

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) 1987 yılından bu yana, farklı kültürlerden sanatçılar ve izleyiciler arasında görsel sanatlar alanında İstanbul′da bir buluşma noktası oluşturmayı amaçlayan Uluslararası İstanbul Bienali′ni düzenlemekte. İKSV′nin şimdiye dek düzenlemiş olduğu 10 bienal, her iki yılda bir güncel sanatın yeni eğilimlerini bir araya getirerek izleyiciye sunarken, yurtiçi ve yurtdışındaki sanat çevreleri, sanatçı, küratör ve eleştirmenler arasında uluslararası bir kültür ağının kurulmasına olanak sağladı.


 


Venedik, Sao Paulo, Sydney Bienalleri gibi benzerleri arasında bugün en prestijlilerinden biri olarak kabul edilen Uluslararası İstanbul Bienali, ulusal temsil modeli yerine, sanatçıların yapıtları aracılığıyla birbirleri ve izleyici ile diyaloğunu sağlayan bir sergi modelini tercih ediyor. Uluslararası bir danışma kurulu aracılığı ile belirlenen bienal küratörü, geliştirdiği kavramsal çerçeveye uygun olarak çeşitli sanatçı ve projeleri sergiye davet ediyor.


 


Bu yıl 11. kez düzenlenen bienalde ilk defa İstabul’daki etkinliğe paralel olarak, Bodrum Belediyesi ve Bodrum Denizciler Derneği’nin katkıları ile Bodrum’da da beş farklı noktada sergiler açıldı. Bodrum Belediyesi yanında Gül Gökovalı, Neyzen Tevfik Caddesi üzerinde balıkçıların bulunduğu bölgede İnci İyibaş, Heredot Heykeli önünde Thomas Kutzli ve Bodrum Denizciler Derneği ile Bodrum Belediyesi Meclis Salonu önünde Deborah Semel Demirtaş’ın İstanbul Bienali’nin “İnsan Neyle Yaşar” teması çerçevesinde ürettiği işler görülebilir.


 


GÜL GÖKOVALI


Yunan mitolojisindeki Pandora yaratıldığında, tüm tanrılar, birer armağan verip, kutuya kapatırlar. Kadına da ′tüm armağanlar′ anlamına gelen Pandora adı verilir ve kutuyu asla açmaması söylenir. Fakat Pandora dayanamayıp kutuyu açar. Kutu açılır açılmaz içindeki tüm kötülükler, hastalıklar, dertler yeryüzüne yayılır. Pandora hatasını anlayıp kutuyu kapattığında içinde sadece UMUT kalmıştır. Bu mitolojik öyküden hareketle, izleyici çalışmaya katılacaktır. Pandora′nın kutusu, bez afişe çizilecek ve hikayesi anlatılacak, yeryüzüne yayılan kötülükler izleyiciye sorularak afişe eklenmesi istenecektir. İnsanlar kötülükleri düşündüğünde, iyi şeyleri daha iyi anımsayacaklardır belki de… Tüm kötü şeylere karşın insan, güzelliklerin umuduyla yaşayacaktır.


 


According to Greek mythology, when the first woman is created, each of the gods selects a gift for her and places it inside a box. They name the woman “Pandora” – meaning “all gifts” – and they present her with the box, which they instruct her never to open. But Pandora can′t resist, and she opens the box. As soon as she does, evil, disease and trouble fly out of the box and spread all over the world. Once she realizes her mistake, Pandora closes the box. But by the time she does, only one thing is left inside. Gul Gokova′s installation uses this mythological tale to actively enage the viewer′s participation. The story of Pandora is printed on white cloth, and passersby are asked to write down their examples of the problems that have spread throughout the world. Maybe in trying to think of all the evils, the good things will come to mind as well… And in spite of the terrible problems we face as human beings, we still have hope, with which we can bring beauty to life.


  Dapoxetine no prescription


 


 


İNCİ İYİBAŞ


Bir arada yaşıyoruz / Kurallar içinde, yöneten ve yönetilenler oluyoruz yerine göre / Susuyoruz veya isyan ediyoruz dayatılan düzene / İnanç, dil, renk, düşünce…. yüzünden aşağılanıyoruz, ötekileştiriliyoruz / Ahlaki çözülmeye uğruyoruz / Aç kalıyoruz / Bilim doğal dengeyi korumalı, insana hizmet etmelidir. / Küresel sermaye daha fazla rant adına kullanılınca denge ve insan varlığını tehdit eder. / Üretim şekillerini küresel şirketler belirliyor ve çok insan yeterli gıdaya ulaşamıyor. / Gdo ile gen kaçması orijinal türleri yok ediyor. / Yaşam patentleniyor / Günümüzde açlık yeni boyutlar kazanıyor. / Bilimsel ilerlemelere rağmen insanlık en temel sorunlarıyla boğuşuyor. / Savaşı açlık kazanıyor.


 


We are all living together. / We are directing or being directed, within rules, according to our place. / We keep silent or we rebel against the spreading order. / We are humiliated because of our faith, our language, our colour, our thought…  we are being turned into “the other”. / Our morality is coming unraveled. / We are starving. / Science should preserve the balance of nature, science should serve humanity. / The balance – human existence  – is threatened in the name of greater profits for global markets. / Modes of production are being dictated by global corporations and human beings can′t get enough to eat. / GMO is releasing new genes, original species are being destroyed. / Life is being patented. / Today, hunger is reaching new proportions. / In spite of scientific advances, humanity is being suffocated by the most basic of problems. / Hunger is winning the war.


 


 


THOMAS KUTZLİ


11. İstanbul Bienalinin teması “İnsan Neyle Yaşar?”, bir Bertolt Brecht şarkısıdır. Sanatçı Thomas Kutzli′ye göre sorunun cevabı “Kitaplar”. Bir kitap, bir bilgi kaynağıdır ve kültür simgisidir. Ama insan yaşamın kitapla, bilgiyle sürmesi gerektiğini biliyor mu? Bilgi ve kültüre saygı duyuyor mu? Thomas Kutzli′nin düzenlemesinde kitaplar, ayaklar altında kalır, turşu gibi kavanozda bekler ya da yan yana, okunuyormuş gibi çimlerin üzerinde durur. İnsanlar bilginin öneminin farkında mı? Sanatçı bu eseri belki de insanları uyandırabilir.


 


The 11th Istanbul Biennial took its central theme from the title of a song by Bertolt Brecht, “What Keeps Mankind Alive?”. According to artist Thomas Kutzli, the answer to this question is “Books.” Books represent a source of information as well as a symbol of culture. Do people know that books are a source of the knowledge that they need to live? Do they show respect for knowledge and culture? In Thomas Kutzli′s installation, books are found under shoes, stored in pickle jars, or sit on the grass “reading” each other. Do people realize the importance of information? Maybe this artist′s installation can serve as a wake-up call…  


 


 


 


DEBORAH SEMEL DEMİRTAŞ


80 yıl önce Bertolt Brecht, toplumsal değişimde sanatın rolünü ve sanatçı-izleyen ilişkisini inceledi. Bugün Bodrum′da yaşayan sanatçılar, Bodrum′un geleceğiyle yakından ilgilidir. Fakat ne gariptir ki sanatçı bir yandan gelişimin sonucundan – özellikle turizm ve büyümenin çevreye kötü etkisinden – endişeliyken, diğer yandan Bodrum′u gerçek üstü imajlarla doğal cennet olarak göstermeye devam etmektedir. İmajlar ile gerçeğin ilişkisi çok ilginçtir. Bir yandan imajlar, dünya hakkındaki fikirlerimizi şekillendirir. Diğer yandan yaşam deneyimlerimiz imajlardaki algılarımızı şekillendirir. Sanatçı Deborah Semel Demirtaş′ın düzenlemesi Yarımada′dan Ada′ya 1(2) bakış, turistlere sergilenen ve satılan tipik bir Ege manzara resminin yanında 2 farklı metin sunarak bu çelişkiyi incelemektedir. Sanatçının düzenlemesi Hayat Denizde ise sanatçılar ve izleyenler arasındaki duvarları yıkmaya çalışıyor. Denizciler Derneği üyesi olan balıkçı ve teknecilerle görüşmeler yapıp fotoğraf çeken sanatçı, onların neyle yaşadığını öğrenmek istedi. Resimler ve metinler, duvarda değil, masalarda sergilenerek kafeteryada çay içenler “izleyenler”e dönüştürülecektir.


 


Eighty years ago Bertolt Brecht began examining the role of art in social change as well as the relationship between the artist and spectator. Today, artists in Bodrum are concerned about the damage done to the natural environment as a result of overdevelopment on the peninsula, but at the same time that they work for positive change, artists may benefit by creating unreal images of idealized nature to sell to visiting tourists. Images have an interesting relationship to reality. On the one hand, images shape our ideas about the world; on the other hand, our experiences of the world shape our interpretation of images. Deborah Semel Demirtaş invites the viewer to explore this phenomenon in her installation 1 (2) Views from the Peninsula to the Island. In the installation Life at Sea, the artist aims to break down the barrier between artist and viewer. For this work, she conducted interviews with members of the Mariner′s Association, asking them to talk about their experiences at sea and the changes that have taken place in Bodrum with the growth of tourism. Quotes from the interviews and photographs of Bodrum are exhibited as collages on the tables of the Association′s cafe, transforming the tea-drinking patrons into ′art viewers′.


 


 


 


 


İnsan Neyle Yaşar?


11. Uluslararası İstanbul Bienali, başlığını Türkçe′ye “İnsan Neyle Yaşar?” olarak çevrilen “Denn wovon lebt der Mensch?” adlı şarkıdan alıyor. Bu şarkı Bertolt Brecht′in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte tam 80 yıl önce yazdığı Üç Kuruşluk Opera adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçası.

John Gay′in 18. yüzyılda yazdığı Dilenci Operası′nın bir uyarlaması olarak yazılan oyun, 1928′deki galasında muazzam bir başarı kazanmış, kısa sürede hem sanatsal bir biçim hem de toplumsal ve siyasi değişimin bir aracı olan tiyatroda devrim niteliğinde değişikliklerin yolunu açmıştı. Üç Kuruşluk Opera, Brecht′in “Her suçlu bir burjuva, her burjuva bir suçludur” savına dayalı olarak, tiyatro “janrları”na ilişkin mevcut kavramlar ve oyunun izleyiciyle ilişkisinde yarattığı değişimle “tiyatro aygıtı”nda bir dönüşüm sağlamıştı.

Tom Waits, William S. Burroughs ve Pet Shop Boys gibi farklı tarzlardan sanatçılarınkini de içeren sayısız popüler yorumu gerçekleştirilmiş olmasına rağmen, “İnsan Neyle Yaşar?” sarsıcı ve itici gücünden hiçbir şey kaybetmemiş durumda. Yine de bir serginin başlığı olarak bu cümle kuşkusuz kulağa fazlasıyla abartılı gelebilir; özellikle de asıl vurgunun cevapta değil de sorunun kendisinde olduğu düşünülürse, daha da iddialı ve hatta kibirli görünebilir. Ama neden olmasın? Brecht′in sorduğu soru bugün de aynı aciliyeti taşımıyor mu? 1929′daki ekonomik krizin ardından dünyayı dönüştüren değişimlerden pek de farklı olmayan, felaketle sonuçlanabilecek küresel değişimlerin yaklaştığı korkusuyla yaşamıyor muyuz? Sanatın toplumsal değişime önayak olmasıyla ilgili sorular, solun faşizmle ve Stalinizmle karşı karşıya geldiği 1930′lardaki kadar acil cevap beklemiyor mu? Yoksa sanat janrlarıyla sınırlanmış, kültürel eğilimler olarak adlandırılabilir ve pazarlama açısından kârlı görünen tam kapsamlı bir kültür endüstrisi sistemi ve onun güne ve duruma bağlı olarak büründüğü bozuk biçimlerin bu soruları cevaplamış olduğunu mu düşünüyoruz?

Ancak Uluslararası İstanbul Bienali gerçekten de büründüğü her hal ve taşıdığı her başlıkla yerel, ulusal ve uluslararası arasındaki dinamiklerin bilindik karmaşıklığının yükünü taşıyan son derece temsili bir sanat sunumu. Dolayısıyla pazarlamaya, siyasi, kuramsal ve sanatsal kullanım ve suiistimallere yeterince açık ve şatafatlı bir başlık son derece uygun da olabilir.

Brecht′in Marksizmi ile ütopya, ütopyacı potansiyel ve sanatın siyasete alenen dahline olan inancı, hâkim çağdaş bakış açısından/açılarından değerlendirildiğinde şüphesiz biraz modası geçmiş, tarihsel açıdan yersiz ve kurumsal solun çöküşüyle neoliberal hegemonyanın yükselişine tanık olduğumuz bu dönemle uyumsuz görünüyor. Ancak asıl soru bu durumun aslında yaşadığımız döneme özgü bir belirti olup olmadığı. Brecht′in 1960′lar ve 70′lerdeki inanılmaz popülerliği ve yumuşak bir geçişle “bir klasiğe” dönüştürülmesinin ardından bugünkü “unutulmuşluğu” ile “modası geçmişliği”, tam da çağdaş toplumla ve sanatın onun yaşamında oynadığı rolle ilgili bir şeylerin ters gittiğinin göstergesi değil mi?

Üç Kuruşluk Opera, burjuva toplumunda mülkiyet dağılımı sürecini konu edinir ve edebi bir anlatımla “kapitalizmin, ekonominin, dahası paranın kendine özgü gerçeklik ve dinamiklerinin”
order misoprostol 1 xenical to buy online hâlâ geçerli bir temsilini sunar. Oyun 1928′de, Weimar Cumhuriyeti′nin zirvede olduğu dönemde ve Hitler′in Almanya′da iktidara gelmesinden hemen önce, burjuva ideolojisinin hayırseverlik, adalet sistemi, emniyet örgütü, evlilik, romantizm, kardeşlerarası sevgi, din ve bağımsız otorite gibi çeşitli bileşenlerine acımasızca ışık tutar. Brecht kendisi de Gay′in Dilenci Operası′nı yazdığı erken endüstriyel kapitalizm dönemiyle kendi dönemi arasındaki benzerliklere işaret eder: “Hâlâ, her nasılsa, aynı sosyolojik durum içerisindeyiz. Tıpkı iki yüz yıl önce olduğu gibi bugün de, neredeyse her seviyede, çok çeşitli yollarla da olsa, ahlaki prensiplere ahlaki bir yaşam sürerek değil ahlakın sırtından geçinerek hürmet eden bir toplumsal düzene sahibiz.”2 Bu durum, vurgunun periyodik olarak dini ahlak ile liberal demokrasi arasında gidip geldiği günümüzde de devam ediyor.

Liberal ekonominin hızlı gelişiminin toplumsal uzlaşmanın dağılması üzerinde 1928′de gösterdiği etki ile günümüzdeki etkisi arasındaki benzerlikler çarpıcı; bu açıdan, 20. yüzyılın bir diğer dev yazarının, temel eseri Büyük Dönüşüm′ü 1944′te yayımlayan siyasal iktisatçı Karl Polanyi′nin analizini hatırlamakta yarar var. Polanyi, “kısıtlamaları kaldırılmış piyasa ekonomisi”nin gelişimi ve ardından faşizmin yükselişi üzerine yaptığı analizde, toplumsal gelişimle ekonomik gelişimi uzun vadede ayırma eğiliminin, son noktada toplumsal karmaşa ve totaliter rejimlerin yükselişiyle sonuçlanacağına dikkat çekiyordu.

Tıpkı Polanyi′ninki gibi, Brecht′in İkinci Dünya Savaşı öncesi gelişmelere ilişkin analizi de günümüzdeki durumla ürpertici benzerlikler taşıyor. “İnsan Neyle Yaşar?” sergi açısından hem bir tetikleyici, hem de bir tür senaryo işlevi görecek. Şarkının sözlerine şöyle bir göz gezdirdiğimizde bile birçok olası tema keşfedebiliyoruz: Zenginlikle yoksulluğun, besin kaynaklarıyla açlığın dağılımı, siyasi manipülasyonlar, cinsiyete dayalı baskı, toplumsal normlar, nabza göre ahlak, dine dayalı ikiyüzlülük, kişisel sorumluluk ve baskıya boyun eğme… Bunlar kesinlikle “önemli” ve neredeyse önceden tahmin edilebilecek konular.


Bugün bienaller, kentlerin kendilerini uluslararası iletişime elverişli özellikleriyle küreselleşen dünya haritasında konumlandırmak için kullanmaya çalıştıkları kültürel turizm bileşenleri, bir başka deyişle, sanatın genellikle havalı, hoş, eğlenceli olarak sunulduğu birer “kültürel alışveriş” öğesi olma eğilimindeki sergiler haline geldi… Brecht, sanatın “lezzete dair” muamele görmesi olarak nitelendirdiği, sadece eğlence amaçlı kullanımına şüphesiz eleştiriyle yaklaşıyordu, ama onun eğlendirici rolünden de uzak durmadı. Popüler kültür ve kitle kültüründe sorun, Brecht′in bizi uyardığı üzere, haz değil, hazzın işlevidir. Dolayısıyla sorun, Zizek′in işaret ettiği gibi, süper-egonun eğlenme talebinin toplumsal düzen ve baskının ana mekanizması haline geldiği bir toplumda “hazzın nasıl özgür kılınacağı” ve zevk alma yeteneğine devrimci rolünün nasıl iade edileceğidir.

Brecht′i tekrar gündeme getirmek çağdaş kapitalizm koşullarında sanatsal uğraşın rolü hakkında bir düşünme denemesine girişmek, günlük pratiklerimizi, değer sistemlerimizi ve eylem biçimlerimizi yeniden değerlendirmek anlamına geliyor. Elbette, Fredric Jameson′ın işaret ettiği gibi, “′günümüz için bir Brecht′i′, ′Brecht′te yaşayanı ve ölmüş olanı′, postmodern veya gelecek için bir Brecht′i, post-sosyalist hatta post-Marksist bir Brecht′i, eşcinsel kurama veya kimlik siyasetine uygun bir Brecht′i yeniden keşfetmek veya hayata geçirmenin Brecht′e fazlasıyla aykırı bir çaba”
3 olacağına şüphe yok. Bienal kavramsal çerçevesini geliştirmede Brecht′i bir başlangıç noktası olarak alırken yöntem sorunu da hayati bir önem taşıyor. Brecht′in izinden giderken, onun günümüzde akademik solun bir Che Guevara′sı veya geleneksel ortodoks solun değişmez yazarı imgesini görmezden gelerek “Brechtoloji”ye ve onun deneylerinin sayısız yeniden keşfinin son bulduğu çıkmaz sokağa umursamazca yüz çevirmek mümkün mü? Bunun yerine Brecht′i serginin biçim ve yapısını ararken önderlik edecek (kızıl) bir hat olarak takip etmek, bu “bakmanın ötesinde”ki yaklaşımla izleyiciyi daha üretken bir katılımcı, hatta bir suç ortağına dönüştürmek mümkün mü?

Brecht′in bizim bugün sanatçılar, yazarlar ve küratörler olarak tekrar edebileceğimiz jestleri, yaklaşımları ve teknikleri nelerdir? Bunun sonucu ne olabilir? Kolektif yaratıcılık, epik tiyatro, yabancılaştırma efekti (Verfremdungseffekt), bir popüler eğitim ve siyasi ajitasyon aracı olarak sanat… Bugünün perspektifinden bakıldığında Brecht′in bir çözüm veya doğrudan bugüne tercüme edebileceğimiz unutulmuş bir yöntem önerdiği anlamına gelmiyor bu, hatta, tam aksini söylüyor: Asıl mesele, şimdinin sorunlarını doğru formüle edebilmek için bizi harekete geçirecek bir siyasi-estetik boz-yap yaratabilmek.

Brecht bizi, kuralları hakkıyla öğrenip eleştirel yetilerimizi veya müdahale ve değişim potansiyelimizi köreltmeden nerede durduğumuzu tekrar tekrar yeniden düşünmeye, dünyayı amatör aktörlerden oluşan bir yer olarak görmeye davet ediyor. Brecht, yazar ve yönetmen olarak, tiyatronun “üretim aygıtı”nı sürekli kesip açmayı ve ortaya sermeyi, sonra da yapısını bozarak onu dönüştürmeyi hedefledi; bizi “çağdaş sanat aygıtı”nın mevcut çıkmazından kurtaracak yaklaşım da bu olsa gerek. Brecht′in ortaya koyduğu “işe yararlık” sorunu burada öncelikle sanat ile toplumsal ilişkilerin etkileşimini gözlemleme ihtiyacı anlamına geliyor.

“İnsan Neyle Yaşar?”ın mekânları Antrepo No.3, Feriköy Rum Okulu ve Tütün Deposu (Tophane). İkisi daha önce birincil ekonomiyi besleyen bu mekanlar şimdi düzenli sergi alanlarına dönüştürülmüş durumda. Öğrenci yokluğundan kapatılmış Feriköy Rum Okulu′nun da “yeniden geliştirilmesi/iyileştirme”si açısından en iyi senaryonun bir “kültür mekânı”na dönüştürülmesi olduğu söylenebilir. Sergi mekânlarının ikisi (Antrepo No.3 ve Tütün Deposu) izleyiciye önceki bienallerden tanıdık gelecek. Mekânların üçü de İstanbul′un Avrupa Yakası′nın ilk akla gelen, çoğu kültürel etkinliğin gerçekleştiği merkezi bölgesinde yer alıyor. Son yıllarda birçok bienal ′ev sahibi-şehirleri′yle daha etkin bir ilişkiye geçip kentsel kimlikleriyle ilgili yeni bakış açıları önermeye ve bu kimlikleri yeniden tanımlamaya çalıştılarsa da, “İnsan Neyle Yaşar?” bienal formatının verili parametrelerini merkezi görüşe ait bir kültürel kurumun hakim toplumsal çerçeveleri hem dayatma hem de zorlama potansiyelini sorgulamak amacıyla kullanacak. Bu denli görünürlüğe sahip bir serginin bu durumuna rağmen ortaya serebildiği sorular nelerdir, bu sergi nasıl bir bilgi üretebilir?

“Ortodoks sol bir konumla çağdaş sanat arasındaki çatışmanın çağdaş sanatın anlaşılmasında belirleyici bir rol oynadığı”
4 İstanbul ve Türkiye′de, küresel neoliberalizm ve yerel etnik temelli ulusalcılığın çifte açmazından bir çıkış aramak kendini adamaya değecek tek uğraş gibi görünüyor. Ancak, ideolojiye karşı ideolojinin son yıllarda büründüğü yeni biçimlere karşı çıkmak, eski solun sosyal devletin enkazından ayağa kalkamamasından ders almak ve yeni ve anlamlı ittifaklar geliştirmek, Türkiye kapsamının çok ötesine uzanan çabalar.


 

.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.