PAMUKKALE GEZİSİNİN ARDINDAN…
Yöneticimiz Rezzan Şebin Hanım, Gezi Rehberimiz Nihat Gençosman Beydi. Sabah dokuzda Bodrumdan yola çıktık, yolculuğumuz Yatağan, Muğla, Kale üzerinden dört saat kadar sürdü. Nihat Gencosman’ın anlattıklarını dinlerken vaktin nasıl geçtiğinin farkına varamadık.
Afrodisias yakınlarında bir kır lokantasında saz ile karşılandık, bir güzel ağırlandık. Testiden sunulan, yöresel sandığımız, aroması bol bir kırmızı şarapdan içtik. Meğer şişeler ile izmirden gelen sıradan bir şarapmış. Testilere konulup sunuluyormuş. Bir şişe alıp yanımda getirdim. Keramet acaba testide mi idi yoksa o güzel ortamda mı. Sakin bir kafa ile denemek için.
Afrodisias, Hieropolis, Laodakia, antik devrin birbiri ile yarışan muhteşem yerleşim yerleri. Oraları iki gün boyunca dolaştık. Daha günlerce dolaşabilirdik. Görebildiklerimi anlatmak gibi bir niyetim yok. Arkeologlar on yıllardır kazıyor araştırıyor buraları. Daha on yıllarca kazılacak, iğne ile kuyu kazar gibi. Tarihçilerin, sanat tarihçilerinin, dilbilimcilerin yıllardır araştırdığı , yorumladığı bu hazineler’i anlatabilmek için, Oraları Nihat bey gibi, yıllarca tekrar tekrar gezmek, yazılanları okumak, öğrenmek gerekir.
Ancak, yaşayarak, aşama aşama vardığım bilinçlenmeyi, bakış açısını ben de Sizlere aktarmak isterim. Tarihe her zaman meraklı idim. 1950 lerde Lisede antik çağlar tarihini okurken Beyazıt kütüphanesine gider, orada Herodat tarihinin sayfalarını karıştırır, sonra gidip öğrendiklerimi sınıfta anlatırdım. Buna aktif eğitim derlerdi o zaman. Öğrenci, öğretmen’in yönlendirmesi ile, ilgi duyduğu bir konuda hazırlanır, sınıfta anlatırdı.
Lise tarih kitaplarımızda yer, yer, tiyotraların, tapınakların , su kemerlerinin resimlerini görür, kimisinin Romalılardan, kimisinin de Yunanlılardan kaldığını öğrenir, kendi ülkemizde kendimizi sanki yabancı gibi hissederdim. Osmanlı’dan Selçuklardan ve Türk Beyliklerinden Anadoluda kalan Camiler , köprüler, medreseler ile bir derece avunur, Süleymaniye’nin kubbesinin Ayosofyadan daha büyük olması ile gurur duyardım.
1950 lerde, 60 larda Almanyanın kültür hayatını biraz izlediniz ise, klasik Yunan hayranlığının ne derece etkin ve mutlak olduğunu hatırlarsınız. O sıralarda geçmiş faşist düzenin getirdiği yıkımdan yeni yeni toparlanmaya çalışan alman aydınları , çağdaş uygar toplumda yeniden yer almak, saygınlıklarını yeniden kazanabilmek için tutunacakları en sağlam dalın antik Yunan kültürüne olan bağlarını yeniden hatırlamak olduğunun farketmişlerdi. Almanlar gençliği kültüre, demokrasiye yöneltmenin en etkin yolun tiyatro olduğunu çok iyi bilirler .
İşte benim yurt dışındaki mühendislik eğitimi o yıllarda o ortamda geçti. Bir Kültür merkezi olan Darmstadt’da öğrenciler için ucuz abone biletleri vardı. Düzenli olarak gösterilen tüm tiyatro eserlerini izlemek olanağımız olurdu. Çoğunlukla Yunan klasikleri veya uyarlamaları sahneye konulurdu. Tüm bu eserleri gıpta, kıskançlık ve hayranlıkla karışık hislerle izlerdim.
Türkiyede aldığım lise eğitimi yunan uygarlığının bizim dışımızda bir kültürün eserleri olduğunu öğretmişti. Köklerini Yunan uygarlığına bağlamaya çalışan Almanlar ise bu uygarlığa sahip çıkar, biz Türkleri Asyadan gelen göçebeler olarak gördüklerini söylerler, ya da, güya kibarca, ima ederlerdi. Onların kültür fanatikliği ortamın tuzu biberi idi.
Bu tecrübeler, bu eziklikle dolu, dolu Türkiyeye döndüm, askerlik için doğru Balıkesir’e yedek subay okuluna gittim. Oradan, hafta sonları Ayvalığa kaçar, Cunda’nın mahzenlerinde, testilerde saklanan şaraplarının tadardım. Arada bir Kazdağı’na baktığımda Homer’in İliad’ı oranın, antik İda’nın eteklerinde yazdığını düşünürdüm. Homer’i ise yabancı bilirdim
Ta ki bir gün Halikarnas Balıkcısının kitaplarından biri elime geçene kadar. Onu bir solukta okudum. Sonraki günlerde de, o günlere kadar basılmış, diğer kitaplarını buldum, okudum. Cevat Şakir ‘Anadolu’nun Sesi’ diyor anlatıyordu,’ Hey Koca Yurt’ diyor, ‘Arşipel’ diyor, ‘Altıncı kıta Akdeniz’ diyor anlatıyor anlatıyordu.
Hayran olduğum, kıskandığım Yunan kültürünün beşiğinin Anadolu olduğunu, bu kültürün İyonya, Karya üzerinden Atinaya, İtalyaya, tüm Akdenize yansıdığını, ulaştığını, gösteriyor, anlatıyordu. Anadolunun dört bir köşesindeki tiyatroları, tapınakları, kiliseleri yapanların, aynen camileri ,köprüleri yapan insanlar gibi, bizim öz atalarımız olduğunu yazıyordu. fluconazole without prescription brand Levitra online
Beni Anadolu kültürüne yabancılaştıran, bu kültürden uzak tutan tüm zincirler kırılıverdi bir anda. Senelerce kültür mirasımı sınırlayan, daraltan ufuklar uçsuz bucaksız enginlere genişledi, tüm Anadolu kültürünü kapsadı. Kimliğim tüm Anadolu kimliği ile özdeşleşti. Birden inanılmaz derecede zenginlemiş, tüm gıpta ettiğim, hayran olduğum uygarlıklar, kültür değerleri benim öz uygarlığım, öz kültürüm olmuştu. Anadolunun gelmiş geçmiş tüm uygarlıklarının ışığı sarıvermişti beni. Halikarnas Balıkcısının Bodrumda geçirdiği ilk gecenin sabahında, kapısını açtığında içeri dolan Anadolu güneşi gibi .
İşte Hieropolis’i, Afrodias’i Leodakia’yı bu bilinç ile dolaşdım, çok büyük haz aldım. En ufak bir tereddütüm olsa idi, Hieropolis Amfitiyatrosunu dolaşırken, Karsanat’ın değerli yöneticisi Gülderen Erdoğmuş’un Amfitiyatro sahnesine çıkıp seslendirdiği o güzel şarkıyı dinlediğimde duyduğumda o tereddüt uçup giderdi. ‘ O’ hanım ‘O’ sahneye öyle yakışıyordu ki!. Böyle bir uyum ancak asırların imbiğinden damıtılmış Anadolu kültürü ile yetişmiş nesillerde oluşabilirdi.
İki gün’ün Nasıl geçtiğinin farkına varamadım. Hava da o kadar güzeldi ki. Bir ören yerinden diğerine koşturduk durduk. Herşeyi , hepsini görebilmek için. Ama ne mümkün. O zenginliğin içinde kaybolup gidiyorsunuz. Ne var ki aramızdaki değerli bir fotoğraf ustası Dilek Cebeci gezimizin her aşamasını yılların verdiği tecrübe ile kayıt etti. Şimdi onun web sayfasında çıkacak resimleri merakla bekliyorum. Resimlere bakıp bu geziyi tekrar tekrar yaşamak için.
Geceyi Pamukkale yakınında Karahayıt’da kaplıcalı bir otelde geçirdik. Termal su ile beslenen havuzda yüzmek tüm yorgunluğumu aldı. Aralık ayının sonuna gelmiş olmamıza rağmen otel yerli yabancı misafirler ile dolu idi.
Çok seneler önce Pamukkalede Koru otelde kaldığımı hatırlıyorum. O ve diğer oteller senelerce evvel tamamen sökülmüş, yerlerini pırıl pırıl ışıldayan beyaz kireç tabakaları kaplamış. Pamukkakale pamuk gibi olmuş yeniden.
Arabada giderken, Türkiyedeki sosyal gelişmelerikonuşuyorduk. Yol arkadaşlarından biri Atatürkün amacının Türkiyeyi ‘ Batı uygarlığının’ düzeyine çıkarmak ‘ olduğunu söyledi. Ben düzeltmek istedim: ‘Çağdaş Uygarlık ‘ diye. O zaman arkadaş sordu, ‘çağdaş uygarlık Batıdan başka nerede var?’ diye. Duraladım, Atatürk’ün sosyal model olarak batıyı örnek almadığına inanıyordum, ama bunu nasıl anlatacaktım.
‘Atatürk bir ilki gerçekleştirmişti. İlk defa sömürülen bir devlet sömürgecilerine karşı baş kaldırmış ve başarılı olmuştu. Atatürk ve kurduğu Türkiye cumhuriyeti tüm sömürülen ülkelere örnek olmuş onları bağımsızlık çabalarına yönlendirmişti. Atatürk, ortaya koyduğu ‘Yurtta barış, dünyada barış’ ilkesi ile, tüm insanlığa hizmet etmişti. Bu ilke sömürge düzeni üzerine kurulmuş batı uygarlığının ilkesi değildi. Atatürkün amaçladığı çağdaş uygarlığın temel ilkesi idi. Batıya da Doğuya da örnek olacak bir çağdaş uygarlık olacaldı bu. Dilim döndüğü kadar bunları söylemeye çalıştım.
Düşünüyorum da Atatürk’ün ömrü yetse idi Türkiye çağdaş uygarlık’da tüm dünyaya örnek olurdu. Geçmişte, eski çağlardan orta çağa uzanan süreçte de Türkler tüm dünyaya uygarlık taşıyıcısı, kültürde örnek olmuşlar. Ancak yönettikleri ülkelerin halkları içinde eriyip gitmişler.
Heredot Tarihi Türkleri anlatıyor aslında. Bunun farkina, değerli araştırmacı Adile Aydanın yazıya döktüğü araştırmaları, Etrüskleri, TurSakalar’ı Pelasgları okuduğunuzda varıyor insan. Batı kültürünün temelinde yatan Roma kültürünün aslında Etrüsk kültürü olduğunu Türk kültür ışığının taşıyıcısı bu hanımdan öğreniyoruz.
Kafkas asıllı Rus araştırmacısı Murat Adji Kıpçaklar’ı ve Oğuzları anlatırken Orta Asyadan, Arupaya, Hindistana, Ortadoğuya insanlığın ve dinlerin tarihini de anlatıyor yazılarında. Türkleri bu anlatımdan çıkardığınızda koskocaman bir bir boşluk kalıyor ortada. Avrupalılar, artık bir süredir, bu boşluğu Hint –Avrupa teorisi’ zorlaması ile doldurma çabalarından vazgeçiyorlar. ’Paleolitic Devamlılık Teorisi’ gibi yeni arayışlar peşindeler. Her yeni çözüme razılar, yeter ki Türk ismi geçmesin.
Çin Sosyal Bilimler Akedemisi üyesi Yüsüpcan Yasin’in ‘Türk kültürün’ün Çin kültürü üzerinde ki etkileri ‘ başlıklı on sayfalık bir incelemesi alışageldiğimiz Türk, Çin kültür ilişki düzeninini tersine çeviriyor. Çin kültür ve uygarlığının oluşumunda Türklerin etkinliğini ortaya koyuyor. Kaynakcası çok sayıda Türk, Çin ve batılı araştırmacının isimlerini kapsıyor.
Cermenlerin EDDA efsanesi, onlara uygarlığı, yazıyı, kültür ışığını getiren , tüm avrupa ülkelerine yönetici olan, Truva’dan gelen Türkleri anlatıyor. Ancak EDDA’yı önsözü ile birlikte okumak gerek. Penguin baskısını okuyun. Ya da internetden ‘The Prose Edda’yı arayın. Alman baskılarında bulamazsınız bu önsözü. Çünkü çok sevdikleri Hint- Cermen çizgisi ile çelişiyor.
Slavların Igor efsanesi’ni Kazak araştırmacı Olcas Süleymanof’un kaleminden, ‘Az i Ya’ dan okumalısınız. Slavların kendilerine bir tarih, bir kök yaratmak için bir Türk efsanesini nasıl değiştirdiklerini satır, satır izlersiniz. Konu Türk tarihine, Türk diline, Türk kültürüne gelince insan enginlere dalıp gidiyor. Tüm yollar Altaylara gidiyor. Nice nice sayısız kaynaklar, tüm yaşayan dillerdeki Türkce izleri o yolları gösteriyor.
Dönüş yolumuzda Yatağan yakınlarında Pınarbaşı denilen bir yerde lezzetli bir yemek yedik. Kırmızı şarab’ın eşliğinde nefis bir çoban kavurması. Çok da güzel bir sohbetimiz oluştu, bir türlü masadan kalkamadık. Bodruma vardığımızda geceyarısı olmuştu. Böyle geziler dostlar başına. Sık sık tekrarlanması dileği ile.
Order Clonidine Online