Bodrum Gündem

Bir Yaz Gecesi Rüyası…

23.03.2012
0
A+
A-

order Xenical online buy Retin-A Xenical 120 mg XXII. Dünya Mimarlık Kongresinin kararının açıklandığı günün akşamı İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde yemek vardı. Şişman ve uykucu olarak tanınan Kültür Bakanı da vardı. İlahiyatçı, mimar ve muhallebici olarak tanınan Belediye Başkanı da var mıydı hatırlamıyorum ama Kongre’nin sahibi UIA (Union Internationale des Architectes) yani Uluslararası Mimarlar Sendikası’nın o zamanki başkanı Lerner oradaydı. Zaha Hadid falan filan meşhurlar da hatırlıyorum.
Bahçede gezindim, müzelerde yaşamış olmanın alışkanlığıyla bekçilerden birinden malumat aldım. Türkiye Mimarlar Odası’nın o zamanki başkanı ile iki metre yakınlaştık, baktım bakıcak mı diye yok, tanımadı hatta galiba tanımak da istemedi. Nerden tanısın, yalnızca bir iki kez telefonda konuşmuş, bikaç kez e-postalaşmış ve birbirimizden hiç hoşlanmamıştık.
Sigara içtiğim için tüten bir masaya yanaştım, izin istedim, oturdum. Romenlermiş. Masada hoş bir hanım vardı. Slovenya’dan geleneksel bir gömlek giymiş bir bey yanımda oturuyordu sanırım oranın mimarlar odasının eski başkanıydı ama mimardan çok şair havası vardı. Usum yanıltmasın sene 2005. Karşımda Türkiye’nin de üyesi olduğu UIA II. Bölge’nin Başkanı yanında Romanya Mimarlar Odası Başkanı ve hatırlamadığım başkaları. Hepimiz mimar sayılıyoruz. Çok güzel bir Temmuz akşamıydı. İnsanlar nazik ve rahatlamış görünüyorlardı.
Hadii rakıya asıl.
Güzel bir sohbet. Hayret, çok ilgililer. Romanya’nın Avrupa Birliği’ne katılımını sordum, heyecanla anlattılar. Az para vermiş bunlara AB. Ama yine de vermiş. Bize de veriyo mu acaba? Arada bakan çıktı konuştu. Yanımdaki şaire benzeyen mimara – Tarot bilir misin? diye sordum. -Biraz dedi. -Tarot’ta sıfır numara bi kağat vardır, fool, soytarı yada joker diye bilinir, işte bu herif o kağat, dedim. – Ama o kağat en güçlü kağattır, dedi. – Evet, dedim. Romenlere de dönerek, çünkü dinliyorlardı, -İşte bu yüzden bu herif çok tehlikeli, dedim. Ve Nazım Hikmet gibi vatan hainliğine devam ettim.
Millete bakıyorum, arkada iki gün evvel CRR’nin barında Jack içerken konuştuğum Amerika’da yaşayan Türk tip, yanındaki iskemlede oturan  ve nedense karısı olmadığını düşündüğüm hanımın askılı elbisesi ve sütyeninin arasından sırtını okşuyor çaktırmadan. Nasılda Neo-Con’du o gün oysa. Sonra bi ara bunları hızlı hızlı giderken gördüm. Demek ki herkesin kafası güzel!
Bir milyondan fazla mimarın, yüzden fazla ülkenin üyesi olduğu sendikanın kongresinin bir koşulu var. Üç yılda bir sırayla her ülkede yapılacak. Buna göre Türkiye’deki ikinci kongre üçyüz yıldan çok zaman sonra yapılacak. Dünyanın her yerinden meslektaşlar, felsefi, mesleki ve teknolojik yüzlerce sunu vermişler, ve izlemeye çalışmışlar, ciddi bir inisiyasyon yaşamışlardı. Şimdi de ohh demişlerdi anlaşılan.
Kendi kendini temizleyen kumaşlar, bi vince bağlı bi parmak kalınlığındaki bir halatla beş tane iki tonluk Amerikan arabasının, çaparideki istavritler gibi oynamasını gösteren bi film, laboratuarda deneyi başarılan manyetizma ve buna bağlı halatsız, motorsuz boşlukta yükselen asansör projeleri. Bunlardan biri de Rony İmad adlı genç mimarın projesiydi, sunusunu izlemiştim ve ayakta alkışlamıştım. SPEAKER’S CORNER’da (serbest kürsü diye çevirdiler) konuşan iki kişiden biriydi. Bi de sonradan iş olan, ve kendine kariyer yapmak için aradan fırlayan İTÜ’lü mitülü odalı modalı bi meslektaşımız da, sanki sunu vermiş gibi kayıtlara geçirdi kendini ama verdiğini de görmedim. Hayır, biliyorum çünkü SPEAKER’S CORNER’da  konuşacakların biri son günün sabahına biri akşamına bırakıldı, konuşmalar CRR’nin büyük salonunda aynı anda Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça’ya tercüme ediliyordu, bunu Barselona’dan Sofiya diye çok güzel gözlü genç fıstık gibi bi kız yönetiyodu. Ama yine de o verdiyse eğer, CRRdeki büyük salonda veya Lütfi Kırdar’daki hangarda vermedi ondan eminim.
Neyse, işte böyle Amerikan nanoteknoloji harikalarının yanısıra Jumsai Üstadın, Bektaş Üstadın, Ando Üstadın, ve Safdie Üstadın sunuları değerliydi. Ayrıca Kongrenin Mimarı, Bilge Mimar olarak tanınan Doğan Kuban da oradaydı ve yanında hep güzel meslektaşları oluyordu yakışıklı hocamızın. Rem Koolhas gelmedi. Bi Alman, bi Fransız, bi de bu Hollandalı gelmedi. Hadi diğer ikisini boşver de, Koolhas niye gelmedi?
Tabi önceliği üstad, maestro, master, celebrity, star, famous diye sunulan mimarlara verdim. Yarısından azını dinleyebildim, çünkü hem çakışıyolar hem de CRR’nin ee nası derler orientation’ı rezalet. Hangi sununun nerede ne zaman yapılacağını kendileri bile bilmiyorlar. Bütün iş gençliğin ve tazeliğin ve saflığın verdiği idealle çabalayan çocukların, üniversite öğrencilerinin eline bırakılmış. E iyisi var hıyarı var. Habire CRR’nin labirentinde dolanıyosun. Çok değerli bir Yunan sunusu var, sonuna yetiştim kan ter içinde, haydaa buram buram milliyetçilik kokuyo. Ama Bektaş Üstat, evsahibi olmanın avantajıyla ilk Grand Master olarak konuştu, buram buram barış kokuyo. Bi avuç adamız. Çünkü herkes Lütfi Kırdar’daki hangarda. Grand Mistress Denise Scott Brown konuşuyo, herkes orda. İşte milli takım kendini alkışlıyo.

Neler var! Yine Amerika’da yaşayan bir Türk profesörün Çöp Değerlendirme Merkezi tasarımı. Aynı alandaki bir projeye
ucundan bakmıştım Fransa’da değerli bi mimarla, doksanaltıda, sonra bi Cizvit bozmuştu. Fransızların projesi muhteşem. Doğa dostu, görme(algı?)-bilimi (Neuroscience) ile tasarlanmış, XII.yy Chartres katedraline saygılı, yüksek teknoloji ile donanmış, bir sanat eseri. Adı Orisane. Mimarı Jean Marie Schimpff. Bu proje Doğan Abi’nin (Hasol) YAPI dergisinin 175’inci sayısında yayınlandı. Doğan Abi diyorum ama bakmayın samimi değiliz. Yine de kongre boyunca bana gülümseyen tek önemli şahsiyet oydu. Amerikalıların projesi felaket. Keçisel sakallı ve son derece ekir havalı Türk profesör diyo ki projelerinde muhteşem bi çözüm varmış. Uzun uzun muhteşem çözümü övdükten sonra, Amerikan komedisi ile, sonunda açıklıyor : Çöp Değerlendirme Merkezi’nde hükümlüleri çalıştırıcakmış. Bunu yumurtladıktan sonra da hesapta sübliminal darbesini vuruyor : – Böylece insanın çöpü olan hükümlüler de çöpleri değerlendirerek cezalarını çekecekler.
Düşünceme göre Avrupa Mediocrity’si Amerikan Mediocrity’sinden daha yüksektedir. Ancak Anti-Amerikan’cılık ırkçılıktır çünkü Amerika’daki BARIŞ ve SEVGİ diyenleri de kapsamaktadır. Bu gerizekalıca sununun nihayetinde, kahve almakta olan  keçisel sakallı profesöre yanaştım, Fransızların Orisane projesinden elde ettikleri enerjinin yüzbin nüfuslu Chartres kentinin yıllık elektriğini sağladığının, çöpünü veren Almanların üstüne ödediği paranın, işlemden artan “mud”ın yolyapımına uygun olduğunun doğru olup olmadığını sordum, – Yüzde atmışını karşılıyolar, dedi. Zaten bir an önce uzaklaşmamı istiyor gibi davranıyordu. Frankofon zannetti, Fransızca bilmiyorum. Onikieylül kuşağındanım. Kolejde okuyamadık. Karikütürcü diyolar bize. Akademi çok baskı altındaydı biz okurken.
Rem Koolhas’ın önemi şurdan geliyo, kendisi daha hiçbir yapı inşa etmeden mimarlık sanatının en çok para ve ün getiren ödülü olan Pritzker’i almıştır. Genç yaşta. Yazılarıyla. New York’un kentsel yaşamı içinde mimariyi kullandığı için. Evet mimarlığın teorisi vardır. Bunun babası pek değerli bir aydınmış. Hindiçin taraflarında bi ülkeden en üst düzeyde davet almış, ülkenin kültür devrimini yapmış, sonra geri gelmiş bu arada da küçük Rem büyümüş mimar olmuş. sonra Kraliçe çağarttı parlamento tasarlattı buna.
Şöhret peşinde olanların sırrı öğrenmesi mümkün müdür?
XXII. Dünya Mimarlık Kongresinin ana teması ingilizce -Cities : Grand Bazaar of ArchitectureS- diye verilmişti. Bu kapalıçarşı başlığın tek dikkate alınacak yanı sondaki büyük S idi. Dünya mimarlık kongrelerinin bi de ciddi forumu olur, internette. Bunun da vardı. Yalnız her nedense bu S üzerine bir yazımdan sonra forum kapatıldı. Teknik aksaklıklar yüzünden dendi. Sonra açıldı, bu sefer Adam Smith’in The Wealth of Nations, Walras Equilibrium ve  iki Britanyalı doktorun XIX.yy sonunda işçilerin yaşam standartları ile ilgili raporlarından bahseden bi yazı daha yazdım. Forum yine kapandı. Bi daha da açılmadı. 2002 Berlin Kongresinin forumunda yazılanlara o zaman ulaşılıyordu. Kongrenin forum hizmetini Arkitera denen şirket veriyordu.
Aydın, ışık alan, ışıklı, aydınlık, kültürlü, okumuş, görgülü, münevver, ileri düşünceli, kolayca anlaşılacak kadar açık, vazıhtır. Açıklamak birşeyi ; yalın ve detaylı, kısa sürede, işin arasındaki bir dinlenme anı kadar kısa. Güneş gibi ışık saçmak, mum gibi ışık saçmak, aşırı ısınarak, ergiyerek ışık saçmak. Yansıtarak ışık saçmak, Lusifer. Faşizm aydını üç yöntemle yok eder :1. Kafasına bir mermi sıkar. 2. Zindana atar. 3. Görmezden gelir (ignore eder). Çalışmalarını yok sayar. Çevresini kuşatır, işsiz bırakır ve sonunda aç ve sefil, hasta ve deli olmasını veya intihar etmesini sağlar. Faşizm çocuklara kötü davranmaktır. Faşizm salt bir ideoloji değildir. Faşizm mediocrity’dir. Mediocrity kendinden üstün hiç birşey tanımaz. Mediocrity – Bilmiyorum o zaman yanlıştır – der. Amacı herkesin ve herşeyin uniforma giymesini zorla sağlamaktır. Evren uniform’a gitmektedir. Yani birliğe. Ancak faşizm bu gidişte doğaya aykırı davranarak bastard’laşır. Doğa bastard’ları yok eder. Bu tabiat biliminin kuralıdır. İnsan bastard’laştığında bu kural gereği doğa onu da yok eder. Toplumculuk insanın insanı sömürmeden dayanışarak doğayı sömürmesi ise toplumculuk da doğaya aykırıdır. Sömürünün her türlüsü insanı asalaklaştırır. Virüsler asalaktır. Bilim virüsleri canlı kabul etmemektedir. İnsanın tek kurtuluşu doğayla uyum içinde, insanın insanı, insanın doğayı sömürmeden yaşamasıdır. Bugün Dünya’da bazı c i r c l e ‘larda tartışılan çözüm önerisi canavarcadır. Dünya nüfusunun aşırı arttığını, sorunların bundan kaynaklandığını iddia edip çözümün bu nüfusu büyük oranda azalatarak seçilen az sayıda insanla yeni bir uygarlık kurulmasını önermek de doğaya aykırıdır.
Dünyanın bu ara en ünlü mimarlarından dekonstrüktivist Zaha Hadid dörtbin kişilik hangarda hıncahınç kalabalığa konuşurken, ikibinbeşyüz kişilik CRR’de Sumet Jumsai Üstat bir avuç mimara seslendi. CRR’nin bu güzel salonundaki tüm sunuları aynı yerden izledim. Oratora göre soldaki üçüncü sıranın üçüncü koltuğunda. Jumsai Üstat bilenlerdendi. Önce modernizmi ve postmodernizmi herkesin anlayabileceği bi dille anlattı tertemiz. Sonra birkaç binasını ve resimlerini gösterdi. Arada -Evet, helixtir, dedi. Eğlenceli bi sunuydu. Filozof Jumsai’nin tersine milyarlarca dolarlık ticari projelere imza atan neşeli şişman Peter Eisenman -Sümeeet, Sümeeet,  keşke kapıya Zaha’ya gider diye yazı koysaydın, diye takıldı. Yaşlı Jumsai konuşmasını erken bitirdi, hadi gidin Zaha’ya bakın dedi. Aşağı Lütfi Kırdar’ın Hangarına koştum. Hıncahınçtı. Zaha sahnede şöhretin sarhoşluğu içinde gibi geldi bana. En az bu kadar kalabalık olan bir başka sunuda ise Ando Üstat kinikti.
Ertesi sabah Eisenman’ın konuşması CRR’nin salonunu doldurmuştu. Jumsai tek başına yavaş yavaş geldi. Kimse aldırmadı. Gitti merdivenlere oturdu. Yerimden kalktım, yanına gittim, -Please master, diyerek yönlendirdim, ve oturttum. Sunuyu yanımdaki kalın ayak bilekli ve ince ayak bilekli iki kızla yanyana merdivenden izledim. Eisenman bir ara ceketini ve gömleğini çıkartmaya başladı. Altından Galatasaray forması çıktı. Türkler maçta gibi alkışladılar neşeli, uyanık şişmanı. Sevimli adamdı.
Kongreden sonra bu Star Mimarlar İstanbul’dan ne çok etkilendiklerini anlattılar ve büyük projeler için adları geçti. Gazetelerde haberler çıktı. Zengin işadamlarımız ve siyasetçilerimiz şuna buna proje çizdirdik cart curt diye demeçler verdiler. Projeler hayata geçti mi haberim yok. İnzivadayım. Ama, Jumsai Üstat gazeteler ve televizyonlara çıktı bi haberle. Tarlabaşında tartaklamışlar, fotoğraf makinesini çalmışlar. Jumsai, -Bu her büyük kentte olabilir, hiç önemi yok, İstanbul’u ve Türkleri çok sevdim, dedi.
CRR’nin kafesinde Çinli Zhi Wenjun ve asistanı Dai Chun ile sohbet ettim. Şangay’da Time and Architecture diye bi dergiyi yönetiyolarmış. Kartvizitlerini verdiler. Hoş insanlardı. Hangarda bi sunuyu izlerken yanımda oturan İranlı Ramin M. Parsa ile sohbet ettik. 2004 yılında İran’ı karıştıran, komedi filmi “Marmoulak” ( The Lizard)’ı sordum. Çok sevindi gülerek filmden bahsetti.
Kongrenin ana sponsoru ilan edilen fayansçılar CRR’nin bahçesinde vip yeri açmışlar, çoluk çocuk girmesin diye. Meraktan şöyle bi yanaştım, hemen üniforma-tişörtlü bi çocuk yolumu kesti, vazgeçtim. Star içmimarlar Ross Lovegrove – Greg Lynn ikilisinden yalnızca keçisel sakallı, yakışıklı, atletik, güneşyanığı tenli ve casual giyimli Lovegrove CRR’de konuştu. Erken gittiğimden, fayansçıların gelinleriyle hayli eğlenceli flörtüne tanık oldum. Meğer bunlara iş yapıyomuş bu. Lovegrove sahnede iyiydi. Yükselebiliyordu. İç mimarlığı ve endüstri ürünleri tasarımını mikrokosmos ile anlattı.
Yine CRR’nin barında beklerken Yalçın Küçük tarafından Yeni-Osmanlıcı Profesör diye anılan, İlber Ortaylı’yı gördüm. Yüksek sosyeteden konuklarıyla hızlı hızlı bi masaya giderken şaşırdı. Öpüştük, -Naapıyosun sen burda? dedi. Keh keh güldüm.
Venturi’yi yazmayı unuttuğumu farkettim. Venturi şüphesiz çok zeki ve bilgili birisi. Karısı Denise Scott Brown’dan bahsetmiştim. Onun için de öyle diyorlar, bilemem. Ama Venturi bir üstad ise eğer, bilgisini ve enerjisini neden özgürleşmekten yana kullanmıyor? Duruşu, gelişi, oratoryosu mükemmel. Bi kere öksürdü, bi daha tamamen dolu ikibinbeşyüz kişilik CRR’de çıt çıkmadı. X Kuşağı’nı hapsettikleri dışardan cephesiz, reklam simgeleriyle doldurulmuş içerden labirentleştirilmiş tüketim mekanları, düşeyde piramidal yükselen, doğasızlaştırılarak fabrikalaştırılan Orwellian kentler ne adına savunuluyor? SİMGELERLE ANLATMAYA DEVAM EDİN dedi. Tüm salon alkıştan yıkılıyor, orator magus gibi güçlü, büyülüyor. Bi tek kişi hariç. Orator, sahneye göre soldan üçüncü sıranın üçüncü koltuğunda oturan adamın ellerini göğsünde kavuşturarak alkışlamadan kendisine baktığını farkediyor. Gözegöz bakışıyorlar bi süre. Hayır, adam alkışlamıyor. Aslında içimden bu karanlık üstadı alkışlıyordum ama savunduğuna karşıyım. Simgeler doğanın ta kendisidir. İnsan ve iyi, kötü bütün yapmaları, etmeleri doğanın parçasıdır. Doğada iyi ve kötü yoktur. Doğada yalnızca bilgi vardır. Doğada dualizm yoktur. Monizm vardır. Evrimleşerek dünyada  hakim tür olan insan doğadan edindiği bilgiyi, doğayı ve kendini yok etmede kullanırsa, bu da doğal ve evrimsel bir süreç olacaktır. Tabiatbilimi terimi olan bastard’laşmadan bahis budur. Eski bir söz :
 – Bilgi öyle bir çiçektir ki ondan arının balı mı, örümceğin zehri mi elde edilir belli olmaz. Karanlık ve aydınlık birbirinin zıttı değildir, her aydınlık bir sonraki aydınlanmadan sonra artık karanlıktır. Evet, şimdiye dek edindiğimiz bilgiye göre evren equilibrium’a doğru ilerlemektedir. Doğa için insanlı veya insansız olması yalnızca evrimle belirlenen bir süreç olacaktır. İnsan doğanın umurunda değildir. İnsan kendi kendini kurtaracaktır. Bunun yolu da SEVGİ ve BARIŞtır.
Yada yok olacaktır. Dünya’nın doğası Mars’ın doğasına benzeyebilir örneğin. Venturi tüm bunları bilmez mi? Neden o zaman  evrime karşı geliyor? Neden mimari sömürüye devam diyor? Ockham’ın usturası yetiş! Kişisel çıkarları için. Venturi Hitlerleşiyor. Oysa Gandhileşmeli. 1925 doğumlu Venturi, hala mimarlığın kapitalist sömürünün beyin yıkama aracı olarak kullanılmasını savunurken aklıma 2003 yılında Japonya’ya uçarken onbin metre yukardan gördüğüm Çin kentleri geliyor. Yer kabuğunun üzerindeki yaralar gibiydiler. Sarı Irmak asit akıyor diyorlar. İşte bu yüzden alkışlamıyorum. Alkışlamıyacağım. Venturi’nin de umurundaydı!
XXII. Dünya Mimarlık Kongresi’nin Başkanı Süha Özkan’dı. Kongrenin 2005’te ülkemizde yapılması öncelikle Doğan Kuban’ın çabasıyla başarılmıştı. Süha Bey bir kez istifa etmesine karşın yine de bu ağır ve meşakkatli görevi, Kuban’dan devralarak, sonuna dek özveri ile götürebilecek bir yapıya sahipti. Haşhaşinlerle yakın felsefi ilgisi olan İsmailiye’nin mimarlık alanındaki temsilcisi Ağa Han vakfındandır.
Dönemin mimarlar odası başkanı Oktay Ekinci, Yapı Endüstri Merkezi’nin sahibi Doğan Hasol, Profesör Aydan Balamir ve diğer adını hatırlayamadığım meslektaşlarımın bu toplantının yapılmasında büyük katkıları olmuştur şüphesiz ammaaaa ;
Sevgili okur,
Klişe ve iğrenç bir fıkrayla devam etmek istiyorum. Seviyenin düşmesi içinde bulunduğumuz bugünkü açmazı hatırlatması bakımından faydalıdır. Cehenneme inen bi ölümlü bidolu kazan görmüş, kaynayan bokun içinde çırpınan günahkarlar bağırıyorlarmış, yalnızca bitek kazan boş gibiymiş. Meğer o kazan Türklerinmiş, çünkü içlerinden biri ne zaman bağırmak için çıkmaya yeltense diğerleri ayağından aşşağa çekermiş.
XXII. Dünya Mimarlık Kongresi sırasında Dünya Mimarlar Sendikası’nın başkanı Brezilyalı Jaime Lerner’den bahsetmek istiyorum. Boğa gibi bi adam. Geldi bu, sırf bakıp nasıl bi tip olduğumu görmek için. Tam önüme oturdu. Kafasını vücudundan ayırmadan çeviremiyor. Döndü yan yan baktı, sonra gitti, meşgul adam tabi. Ekinci bunla kafayı çekmiş Boğaz’da, hayran olmuş içişine. Beş yaşında çocukların birbirini ateşli silahlarla öldürdüğü Sao Paolo’nun eski belediye başkanı. Bir Humanitaryanist. Sao Paolo’daki başarılarından sonra Brezilya’nın kocaman bi eyaletinin governörlüğüne getirilmiş. -Beş milyar dolara problemleri çözülemeyecek megapol yoktur, diyor. Bu kötülenen Birleşmiş Milletler Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı 2005 Nobel Barış ödülü sahibi Muhammed El Baradei hatırlatıyor. Baradei, BBC’deki bir belgeselde 2005’te Afrika’da sırf malaryadan ölen ikibuçuk milyon çocuktan ve malaryanın engellenmesi için komisyonunun yaptığı çalışmalardan bahsettikten sonra şöyle diyordu – Bu çocuklar beş milyar dolara kurtarılabilirdi, 2005 yılında USA (Amerika Birleşik Devletleri)’deki Pet Food Industry (evcil hayvan besini endüstrisi)’nin cirosu altmışbeş milyar dolardır, demişti. Lerner’le bakıştık gitti. En son konuşan Holocaust Müzesi’nin Mimarı Üstat Moshe Safdie’nin, iki elin salıverdiği bir güvercin simgesiyle bitirdiği sunusundan yarım saat sonra Lütfi Kırdar’ın hangarında kongre kararının açıklanmasını beklerken, güzel bir Brezilya’lı kız geldi. Önden ikinci sırada oturuyordum. Sağım solum boştu. Kız tam önümdeki sıraya belki dört koltuğu işgal eden büyük bir Brezilya Bayrağı açtı. Birileri de bayrağın önünde durup fotoğraf çekti. Kıza  – Bu bayraktaki simgelerin manasını biliyor musun? diye sordum. Bana Order And Progress’i, yıldızları, ve simgeledikleri eyaletleri anlattı. -Peki Triangulum takımyıldızı hangisi? diye sordum, bilemedi. Başkan Lerner, serbest konuşmasında,
 – We will establish a constellation!, dedi.
XX. Kongre ki 99’da Madrit’dedir ve düşünceme göre alınan kararlar açısından en önemli kongrelerden biridir, o zamanki  sendika başkanı Meksikalı Sara Topelson de Grinberg’den de bahsetmek istiyorum. Bu asil kadınla 7 Temmuz 2005’te öğleüstü son toplantıda tanıştık. Son ana kadar nerede konuşacağı belli olmayan ikinci SPEAKER’S CORNER konuşmacısı olarak, Üstad Safdie’den bir evvel CRR’nin büyük salonunda yerimi almıştım. Ondokuz numaralı katılımcıydım.
Sevgili okur,
Düşünceme göre bireysel anarşizmi yani bireysel başsızlığı, BARIŞ ve SEVGİ yolunda ilerlediği ve eylemini yedi sanatta gerçekleştirdiği sürece değerli bir kaynak olarak görmek doğrudur. Aydın her türlü önyargıdan ve dogmadan arınmalıdır. Bireysel Anarşistleri öncüler, öncüleride bireysel anarşistler olarak görmek çok da yanlış bir değerlendirme olmayabilir. Yine de bu konuda tarafıma gelecek eleştirileri saygıyla karşılarım, ama önyargılıysa eğer, aynayı karşımdakinin yüzüne tutmaktan çekinmem.
De Grinberg son anda CRR’nin lobisindeki panoya gazlı kalem’le eklemlendiğim son oturumun moderatörüydü. Sert sert kendini tanıttı, neyin nesi kimin fesi olduğumu sordu. Gak guk ederken, bi kağıda kendimle ilgili kısa bilgi yazmamı söyledi yine sert sert, -Ne yaziim? diye sordum, -Mesela nerden olduğunu yaz, Delfi’denmisin? (bi üniversite), nerdensen onu yaz, dedi. -Eleusis’tenim, dedim sırıtarak, çattı kaşlarını, -İyi o zaman onu yaz, dedi. O arada her nasılsa okuyacağım metnin, edebi bi tanımı olduğunu, bunun DISJECTA MEMBRA POETAE diye adlandırıldığını, bidolu şairin,  örneğin Latincede Horatius’un da böyle yazılar yazdığını anlattım. Sonra bi kağıda – İnterior Architect, born in Ankara, lives in İstanbul, yazdım verdim. Siyah gömlek, siyah kot pantolon ve on yıl önce Los Angeles’ten aldığım kovboy çizmeleri vardı üzerimde. Tek derdim CRR’nin koca sahnesinde bir uçtan öbür uca yere kapaklanmadan yürümeyi başarabilmekti.
Nasıl anlatsam sevgili okur,
Ülkem egoizmin altında inliyor. Kırk yıldır şahidim, sevdiğim her cennet vatan parçası acımasızca yağmalandı. 1981 yılının Kemer ve Tekirova’sını bilen bilir. Kaçkar’ın etekleri bile çiğnendi. Bodrum’da günde elli beton mikseri geçiyor Dereköy’deki evimin önünden kışın. Profanus-Vulgus iktidarlar doymuyorlar. Şimdi sıra sit alanlarında. Taliban haltetmiş. Bu yalnızca ülkemde değil tüm dünyada böyle. İnsan bastardlaşıyor. Dört elementi de kirletiyor. Tüm bunların altında da söylendiğine göre ülkemizde sayısı altmışbini geçen mimarların hiç suçu yokmuş. Güzel Sanatlar Akademi’sinin Mimarlık Fakültesi’nin Mimarlık Bölümü’nün İçmimarlık Anasanat Dalı mezunu olarak hiçbir mimari projeye imza satmadım. O zamana dek bir bina inşa etmiştim o da Boğaziçi’nde bir müze için ikinci derece tarihi eser rekonstrüksiyonuydu.  Ama nedense beş temel geometrik formu pergel ve gönye ile üstüste çizebilecek çok az mimarın olduğu bu ülkede, içinde yaşadığımız cehennemin yaratılmasında mimarların suçu olmadığına inanamıyorum. Türkiye’de mimarlık problemi vardır. Mimarlık okullarının kapatılması, mimarlık diplomalarının iptal edilmesi, Türkiye’nin Avrupa’nın birinci, Dünya’nın yedinci büyük çimento üreticisi olmaktan vazgeçmesi, ekonominin rantiye üzerine kurulmasının yanlışlığı tartışılmalıdır. Türkiye’de mimarlık iştigali yozlaşmıştır. Yeminini bilmeyen hekimler gibidirler. Onlara kasap denir, Ahi Evran Loncasına kasaplar da tıpkı tellallar gibi alınmazlar.
Mimarlıkların Büyük Pazarı (yada kapalıçarşısı) adıyla reklam edilen bu kongrenin diğer sloganı ise Celebrate our Cities (kentlerin kutlanması filan gibi bişi anlaşılıyor) idi. İstanbul’a gelen ünlü mimarların pazar kavgasını çağrıştıran bu kongrenin bir de görünmeyen yüzü vardır. Bu yüz egodan arınmış, BARIŞ ve SEVGİ diyen yüzdür. Herkes göremez. Kentler hastadır. Kutlanacak yanları kalmamıştır.
Büyük sahnede konuşmacılar genelde oturdukları masadan konuşuyorlar. Kimileri de izleyiciye göre sağ köşedeki kürsüye gidiyo. Eşşek kadar iki projeksiyonla bi yakından yüzünüzü bi de eğer varsa görsellerinizi yansıtıyolar. Beş dilde anında çeviri var. Barselona’lı Sofiya’dan bahsetmiş miydim? De Grinberg belki hayatının en abuk subuk takdimi ile çağırdı, yürüdüm, üzerimde ışıklar vardı, izleyiciden çıt çıkmıyordu, nedense yürürken döndüm görmeden salona baktım, alkışladılar. Okudum. Sahnenin ve kameraların ışıkları, fotoğraf makinelerinin flaşları vardı. Bitirince, bittiii demeden yürüdüm yerime, sahnenin ortasına geldiğimde alkışın şiddeti öyle arttı ki durup eğilerek selam verdim. Soru gelmedi. Aynı oturumdaki konuşmacılardan Rizal Sebastian geldi, Hollanda’da star mimarların oluşturduğu bir atölye projesini yönetenlerdenmiş, anlatmıştı. – It was regenerating, dedi.  -Nası, star mimarlar anlaşabiliyolar mı aralarında? diye sordum. – Eee, tabi hepsi son derece zor tipler, gibi bi yanıt verdi. De Grinberg’in yanına gittim, kartvizitini verdi.
 -Naapıyosun sen? diye sordu. -Bu ülkede yozlaşmadan meslek yapmak çok zor, bu yüzden proje kabul etmiyorum, dedim. – Yo, yo bu doğru bi tavır değil, dedi, sonra düşündü,  -Barragan! dedi, Barragan’ı çalış, o da proje kabul etmemişti. Üstat Luis Barragan’ı böyle öğrendim. Görsellerimi sunmama yardım eden sanat öğrencisine sahnede kullandığım kitabımı verdim. Çocuk bizdendi. -Nasıldı? diye sordum, -İyiydi, dedi, bişi yediler ama ne yediklerinin farkında diiller. Üçgün izleyip, duruşundan tanımıştım sıradışı bu genci. İki dakkada arkadaş olduk. Bi daha da görmedim. Adını da unuttum ama ressam Mehmet Güreli’nin öğrencilerindenmiş, Marmara Grafik’te okuyodu, lazımsa ordan bulunur.
Arkeoloji Müzesi’nin bahçesindeyim yine. Kalantorlar gitmiş, masalar seyrekleşmiş, kongre kaçamakları dizboyu, herkes kendi havasında. Bitmesin bu bir yaz gecesi rüyası. -Gitmeyiin, bizi burada bizimle yalnız bırakmayıın, dedim. Romenlerin bakışlarından, eyvah bu garip  Türk iyice kafayı buldu ifadesini okudum. Döndüm Slovenyalı Şair görünümlü Mimar’a – Birleşmiş Milletler’e inanıyor musun? diye sordum, -İnanıyorum, dedi. – İnanıyorum, dedim, bugün kongreye gelirken arabamda tek bi parça dinledim, Lennon’ın :
ALL WE ARE SAYING IS GIVE PEACE A CHANCE!
two, one two three four
Ev’rybody’s talking about
Bagism, Madism, Dragism, Shagism, Ragism, Tagism
This-ism, that-ism
ism ism ism
All we are saying is give peace a chance
All we are saying is give peace a chance
its goin’ great
Everybody’s talkin’ bout’ministers,
sinisters, banisters and canisters,
bishops and fishops and rabbis and pop eyes,
and byebye, byebyes
all we are saying is give peace a chance,
all we are saying is give peace a chance,
let me tell you now
Ev’rybody’s talking about
Revolution, evolution, masturbation,
flagellation, regulation, integrations,
meditations, United Nations,
Congratulations.
All we are saying [keep talking] is give peace a chance
All we are saying is give peace a chance
Oh Let?s stick to it
Ev’rybody’s talking about
John and Yoko, Timmy Leary, Rosemary, Tommy smothers, Bobby Dylan,
Tommy Cooper, Derek Tayor, Norman Mailer, Allen Ginsberg, Hare Krishna,
Hare Hare Krishna
All we are saying is give peace a chance
All we are saying is give peace a chance
Her zamanki gibi yalnız ve gereksiz bi adam olduğumu hissederek ayrıldım bahçeden sallana sallana.

ETİKETLER:
Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.