Bodrum Gündem

HAMİDE…

serdar_anlagan_bodrum_gundem

Beni anneannem yetiştirdi. Adı Zeliha Hamide Selçuk idi. Üsküdarlıydı. Şimdi adı Bakkal Bekir Sokak olan Müsahipzâde Celâl Sokak’ta bahçe içinde üç katlı büyük bir ahşap evde 1910’da doğmuştu. Babası Kaymakam İsmail Rumî Bey askerdi. Aile lâkapları Abasıyanıklar olan İsmail Rumî Bey’in babası Kolağası Abasıyanık Hacı Ahmet Ağa da askerdi. İsmail Rumî Bey’in kardeşi Sabri Bey ve oğlu Edip de askerdi, diğer kardeşi Avni Bey de deniz askeriydi. Avni Bey’in oğulları Seyami, Peyami, İlhami, Niyami, Sami ve Nami de askerdiler.

Dapoxetine online generic Colchicine buy propranolol hamide_ananem_serdar_anlaganİsmail Rumî Bey Muş’ta görevdeyken ergen yaştaki Kafkasyalı bir sığınmacı kızı “atının terkisine atmış” kendine eş seçmiş. Anneannemin annesi, “Hafize Ayşe” ismini almış ama asıl adı Avril olan bir Dağıstanlıydı.

Hafize Hanım, İsmail Rumî Bey’den iki çocuk doğurdu. Ahmet ve Hamide. İsmail Rumî Bey Abdülhamit’i çok sevdiği için kızına Hamide adını koymuştu, ömrü boyunca cepheden cepheye gönderilerek görev yapmış, miralaylıktan emekli olup tam İstanbul’a döndüğünde de beyin kanaması geçirip ölmüştü. Anneannem “O zamanlar her tarafta jurnalciler varmış, “yıldız” kelimesini söylemek yasakmış. Bakkaldan yıldız şehriye isteyemezlermiş “şundan ver” derlermiş” diye anlatırdı. Hafize Hanım, İstanbul’un işgalinde iki küçük çocukla yirmili yaşlarda dul kalmıştı. Ama cesur ve sert bir kadındı. Bir daha evlenmedi. Bir akşam başıbozuklar kapıya dayanmışlar, yıkmaya çalışmışlar, Hafize Hanım kocasının kılıcını eline alıp kovalamış herifleri diye anlatırdı anneannem.

Annesi anneanneme Dağıstan’daki çocukluğunu da anlatırmış. Bunlarda kaç göç yokmuş. Kız erkek bir arada dans ederlermiş. Ne zaman bir delikanlı bir genç kızdan hoşlanırsa o zaman belindeki kamasını çeker, dans eden kızın ayağının ucuna fırlatıp, saplarmış. Kızın gönlü varsa o anda dansı bırakıp gidermiş, yoksa aldırmadan

dansına devam edermiş. Diyelim evlenmeye karar verdiler, damat mutlaka kayınpederinin ahırından bir at çalmak zorundaymış. Eğer kayınpederin kızı vermeye niyeti varsa, gece ahırın kapısını aralık bırakırmış, eğer kızı vermek istemiyorsa, tüm oğullarını elde silah, ahırın etrafında nöbete dizermiş. Avril ruslardan nefret edermiş çünkü ailesini katletmişler bir tek kendisi ve ağabeyi Yusuf kurtulmuş. “Bir “Moskof” öldürmeden bu dünyadan göçmek istemiyorum” dermiş. Şafii mezhebinden olduğu için kocası her dokunduğunda abdesti bozulurmuş. İsmail Rumî Bey sıkılmış bundan, mahallenin imamına gidip karısının mezhebini değiştirtmek istemiş ama imam kabul etmemiş.

İstanbul’un işgalinde çok sıkıntı çektiklerini aç kaldıklarını, böceklenmiş bayat ekmekleri ayıklayıp, bahçeden ot toplayıp yağını çıkarıp yemek yapmaya çalıştıklarını,şeker kıtlığı çekerken İngiliz askerlerinin atlarına şeker yedirdiklerine şahit olduklarını anlatırdı. Bir gün ot toplarken uzaktan bir işgalci askeri penisini çıkarmış, elindekileri göstererek sallamaya başlamış kadınlara, kızlara. Seks karşılığı yiyecek ya da para teklif ediyormuş. Hafize Hanım küfrederek taş atmaya başlamış, herif kaçmış diye anlatırdı anneannem.

Bir de, işgalde mahallede bir rum bakkal Todori varmış, hep alışveriş yaptıkları, asker Sabri Amca’sının kızı Hacer ile bişeyler almaya gitmişler, herif pastırma keserken Rumca mırıldanıyormuş “Siz türkleri işte böyle kıtır kıtır keseceğiz” diye, Hacer Rumca anlarmış, korkmuş bembeyaz olmuş, Hamide’yi elinden tuttuğu gibi sessizce eve gitmiş. Hacer’in ağabeyi deniz askeri Kaptan Edip Bey evdeymiş, olayı duyunca aşağı inmiş, rum bakkalı yakasından tutmuş “Söyle bakiim nasıl keseceksiniz biz türkleri” diye, “Bokunu yiyim Edip abi, vurma, kızlar yanlış anlamış” diye yalvarmış herif diye anlatırdı anneannem.

İsmail Rumî Bey’in çocuklarına iyi bir eğitim verme planları varmış oğlunu “Frerler Okulu”nda kızını “Damdösyon”da okutmak istermiş ama savaş ve ölüm buna engel olmuş. Anneannem mahalle mektebini bitirmiş, dul anası onu Divanyolu’ndaki “Biçki Dikiş Yurdu”na göndermiş yine de anneannem yemeklerden önce keyifliyse sanki Fransızca biliyormuş gibi “Manje, manje a la manje” derdi. Okumayı severdi, gazete ve özellikle 80’lerin pespaye magazin gazetesi olan “Hafta Sonu”nu büyük bir merakla okurdu. Hepimiz dalga geçer, “Bunu mu okuyorsun annane” derdik, sonra, magazin elden ele okunduğunda “Hem beğenmiyorsunuz hem de paylaşamıyorsunuz” diye söylenirdi. Okumayı çok sevdiğimi bildiğinden bigün “Bana git bir kitap al” dedi. Gittim Sakarya Caddesi’ndeki Bilgi Kitapevi’nden Nahid Sırrı Örik’in “Sultan Hamit Düşerken” kitabını aldım, bir solukta okudu. Çok beğendi, “Bunun gibi başka kitaplar al bana” dedi, ama almadım canım anneanneme.

Anneannem son on yılını koltuk değnekleriyle zorlukla hareket ederek ve geceleri acıdan inleyerek geçirdi. Romatoid artrit hastasıydı. Bu illetin nasıl bir bela olduğunu çok iyi bilirim, 8 yaşındayken dedem ölünce anneannem beni odasına aldı, dedemin yatağını verdi. Yedi yıl her gece yarım saatlerde bir “dan” saat başlarında ise saat kadar “dan”layan ve “tik-tak” eden eski bir duvar saati ve anneannemin inlemeleriyle uyudum.

Anneannemin koruması altındaydım. Kimse bana dokunamazdı. İstediğimi yer istemediğimi yemezdim. Ben anneanemin “paşa”sıydım. Evdeki bütün getir götür işlerini yaptığım için onun “el ulağı”ydım. Su verdiğim için “su verenleri çok olacak olan”dım. Oturmayı, kalkmayı, terbiyeyi, nerde konuşulup nerde susulacağını, İstanbul Türkçesi’ni

ondan öğrendim. Büyüdüğümde ise anneannemin Üsküdar aksanı ile dalga geçmeye başladım “Kövlüler ellerinde alektrik fenerleri ayaklarında tellikleriyle kövlerine doğru gidiyollar” cümlesini söylerdim, gülüşürdük. Anneannem maalesef ömrünün çok uzun bir bölümünü dedemin memuriyeti nedeniyle ölene kadar, hiç de sevmediği Ankara’da geçirdi. İlk geldikleri yıllarda Ankaralı hanımlarla ahbaplık ederken bir ara “Anahtar” demiş, kadınlar “Olur mu öyle Hamide Hanım, ne kaba, “inekder” diyceksin” demişler, diye Ankara şivesiyle dalga geçerdi.

Televizyon eve yerleştikten sonra hayatının eğlencesi oldu. Bedia Akartürk çıktığında “Çıktı gene gebe kurbağa” derdi, hiç sevmezdi. Zeki Müren’i sever, Bülent Ersoy’dan nefret ederdi. TV’deki kadınları izler, kimine “uzun yüzlü ayna gözlü” kimine de “balta bacak” diye kulp takardı. Ufak tefek güzel kadınlara “eti sıkı”, pasaklı bulduklarına “perisi pis” derdi.

Dünyada en çok anneannemi severdim. Bigün boynunu öptüm ve “Anneanne sen deniz kokuyosun” dedim, güldü “Oğlum ben artık koksam koksam yosun kokarım” dedi.

Ağrısı olmadığı zamanlar neşeli bir kadındı. Ahbapları onu çok severlerdi. Ahîretliği Çankırılı Hayriye Hanım yani benim “ciciannem”, Asala militanı Harry Sassounian tarafından katledilen Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan’ın annesiydi. Kemal Amca çok hoş bir insandı, ilk oltamı o almıştı. Bu cinayet anneannem ölmeden bir yıl önce işlendi. Anneannemden hiç bir zaman ırkçı ifadeler işitmedim.

Anneannem beni müslüman olarak yetiştirdi. Her gece uyumadan dua etmeyi öğretti. Kimsenin yanında saçını kapamazdı, nadiren dışarı gezmeye çıktığımızda saçları görünecek biçimde bir başörtüsü örterdi, çoğunlukla Ankara’nın soğuğundan korunmak için.

Anneannemden kalan hiçbir batıl inanç kalıntısı hatırlamıyorum. Cinlerden, şeytanlardan, azrailden, meleklerden hiç bahsetmezdi. Bir tek belâ okunmasına kızar, bir “Selamün kavlen” çeker, “Sakın belâ okuma, yoksa kırk gün döner dolaşır bacadan içeri girer” derdi.

“Sakın kendi kendine konuşma, deli sanarlar” derdi, “Ağır ol! Ağır taşı kimse yerinden oynatamaz, hafif taşı ise herkes ayağı ile

yuvarlar” derdi.

Önce Bedrettin Cömert’in Mitoloji ve İkonografi Notları ile başladığım mitos merakı, Azra Erhat ve A.Kadir’in Mitoloji Sözlüğü, İlyada, Odysseia ile devam etti sonra Reşat Nuri Güntekin’in Miskinler Tekkesi ve Bertrand Russel’ın Neden Hristiyan Değilim’i ve materyalist felsefeye ikna olmam, toplumcu bir görüşü

benimsemem, içimdeki bizi yaratan üstün bir güç olduğuna dair tüm inancı sildi. Ancak bunu aileme anneannemin ölümünden hemen sonra ilan edebildim.

Savaşlar, katliamlar, soykırımlar, parçalanan aileler, kaybolan çocukluklar, ırkçılık, faşizm, baskı, iç savaş, bağnazlık, sömürü ve devletin zayıflaması ile hüküm süren mafyalaşma altında geçen yüzyıl içinde “Nereden geldik? Neyiz? Nereye gidiyoruz?” diye sorarak gizli gizli kendimize ; tanık olmaya, öğrenmeye, yaşamaya ve yaşatmaya çalışarak iz bırakmanın bir yolu da bir çocuğu sevmek, güven içinde büyütmek değil midir?

Hırsızlık, ahlaksızlık, yozluk, suç içinde kendi çocuğunu kollayıp başka çocukları gözünü kırpmadan kurban edenlere direnmek, bunların iktidarını yıkmak ve eşit, özgür ve kardeşçe bir düzen kurmak için birleşerek mücadele etmek “mefkûrecilik” değil midir?

Tohumu toprağa serpin, gelişip olgunlaşmasını sonra yeşermesini sabırla bekleyin, toprak bu çabanızın ve ona olan güveninizin ödülü olarak size yüzlercesini verecektir.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.