Bodrum Gündem
TUNÇ ŞANAD

TUNÇ ŞANAD

Tunç Şanad 5 Aralık 1957 tarihinde İstanbul’da doğdu. Levent (Etiler) Lisesi’ndeki eğitiminin ardından, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. 1975 yılından bu yana kesintisiz olarak çalışma hayatını sürdürmektedir. İnşaat, turizm ve daha uzun bir süre reklam sektöründe çalıştı. Dört büyük seyahat acentesinin reklam departmanlarını kurup, yönetti. Türkiye’de gerçekleşen uluslararası büyük kongre ve etkinliklerde ekibiyle görevler üstlendi. 2002 yılından bu yana kendi ajansında reklamcılık uğraşını devam ettirmektedir. Bekar olup, 1990 doğumlu bir kızı vardır. Muhtelif dergilerde, kurumsal yayınlarda ve gazetelerde makale ile diğer yazıları yayınlanmıştır. "Ters Köşe Hikayeler” adında bir öykü kitabı vardır.

    BIR GÜVERCİNİMİZ OLDU EVİMİZDE / Tunç Şanad Yazıları…

    tunç_şanad_bodrum-gundem-yazıları-11

    Eşim kendini eve kapatmış, belki artık gözyaşları tükendiğinden ağlamaktan vazgeçmiş, evin içinde haftalardır üzerinde bir sabahlıkla gezip duruyor, her şeye boş boş bakıyor, kısa cümlelerle çok az konuşuyordu.

    1989 yazının ilk günleriydi…

    Bir akşam, iş dönüşü, gözlerinde bir aydır olandan biraz farklı bir bakış, bir pırıltı hissettim.

    -“Gel bak, sana ne göstereceğim…” dedi.

    Salondaki kitaplığın üst katlarından birini işaret ediyordu. Göğsünde mor ile lacivert arası yer yer koyu yeşil, kanatlarında kahverengi ile grinin birbirine uyumla karıştığı parlak ve gür tüyleri vardı. Başını mağrur bir eda ile hafifçe yukarı kaldırmıştı. Doğrusu içi doldurulmuş hayvanlar her zaman kalbimi burkardı. Eşimi incitmek istemedim.

    Düşüncemi belli etmeden;

    -“Çok güzel… Nereden buldun?” dedim.

    -“Bulmadım, kendi geldi” diye yanıtladı.

    Çok şaşırmıştım. Onu yakından incelemeye başladım. Hâlâ hiç kıpırdamıyordu.

    Merakla soran bakışlarım üzerine eşim anlatmaya başladı: “Güneş batmamıştı. Akşama doğru oturmuş müzik dinliyordum. Güçlü bir kanat sesi ile irkildim. Salonun kitaplık tarafındaki açık pencerenin kenarında onu gördüm. Hiç kıpırdamadım. O başını sürekli oraya buraya çevirerek, bakışlarıyla içeriyi inceledi bir süre. Sonra havalandı, salonda birkaç tur attı. Hiçbir yere konmadan hole geçti ve çocuk odasına girdi. Orada da kısa bir süre havada daireler çizdikten sonra yeniden salona dönüp, şimdi gördüğün yere kondu. Saatlerdir kıpırdamadan ve ses çıkartmadan orada öyle duruyor.”

    Doğrusu ne yapacağımızı şaşırmıştık. Biz uyumaya gidene dek de ne uçtu, ne bir adım attı, ne de başını oynattı. Çok uzun yıllardan buyana kitaplığın o rafına konulmuş bronz bir heykel gibiydi. Sabah işe giderken de durumda bir değişiklik yoktu.

    Akşam döndüğümde eşim o günü özetledi:

    -“Sabah açık pencereden uçtu gitti. Tüm gün ortada yoktu. Akşama doğru yeniden geldi ve aynı yere yerleşti.” 

    O akşam bulunduğu kitaplık rafına bir tasla su ve ekmek parçaları bıraktım. Ne suyu içiyor, ne ekmekten yiyor, ne de ben bunları yerleştirirken korkup kıpırdıyordu. Heykelimiz, her gece, kimin tarafından yazıldığı bilinmez bir ritüele harfi harfine sadık kalarak, nöbetini tutuyordu. Birkaç gün böylece geçti. Ancak, cins bir güvercinin sahipsiz olamayacağı düşüncesiyle aldığımız kararı uygulamaya koyduk. Akşama doğru eve döndüğü saatlerde pencerelerimizi kapalı tutarsak, ümidini keser ve sahibinin yanına dönebilirdi. Böylesi bir kuşu beslemekte olan, onu kaybettiğini sanarak günlerdir üzülüyor olmalıydı. Yine bir akşam eve döndüğümde, eşim kapıyı gözleri biraz daha kızarmış ve şişmiş olarak açtı. Büyük bir mücadele vermişcesine bitkindi. Güvercinimiz ise her zamanki yerindeydi.

    Ya planımıza ne olmuştu?

    Hani pencereleri kapalı tutarsak, içeri giremeyeceğini anlayacak ve sahibinin yanına dönecekti?!..

    Eşim, konuşması yer yer istem dışı iç çekmelerle kesilerek anlatmaya başladı: “Bugün annem geldi. Ona güvercinin nasıl geldiğini anlatıyordum ki, tekrar çıkageldi. Her zaman içeri girdiği pencerenin önünde durdu. Karşısına çıkan cama şaşırdı. Birkaç gaga darbesiyle denemeler yaptı. Oradan giremeyeceğini anlayınca diğer tüm camları tek tek yoklamaya başladı. Yalnızca, ama yalnızca bizim dairenin üç yandaki tüm pencerelerini, balkon kapılarını gezdi. Tek tek her köşesini, her kenarını yokladı, gagasıyla sinirli sinirli vurarak girebileceği bir boşluk aradı. Sonunda salonun çaprazına düşen apartmanın bizden bir kat yüksekteki bir balkonunun korkuluğuna kondu. Kısa bir süre hareketsizce durduktan sonra, aniden havalandı ve büyük bir kararlılıkla salonun iki pencere arasındaki büyük camına doğru hızla yaklaşmaya başladı. Ne olduğunu anlamaya zaman bulamadan camın ortasına şiddetle çarptı. Darbenin etkisiyle yere doğru düşmeye başladığını gördüm. Öleceğini sandım. Hemen pencereye koştum. Apartmanın üçüncü katı hizasında yeniden toparlanıp uçtuğunu anlayınca biraz olsun rahatladım. Ama o, yeniden karşı balkonda yerini aldı ve bu sahne benim katılarak ağlayışlarım, camın ha kırıldı ha kırılacak zangırdamaları ile birlikte birkaç kez tekrar ettikten sonra dayanamayıp pencereyi açtım. Hiçbir şey olmamışçasına, her günkü gibi içeriye girdi ve yerine kondu.”

    Sarsılmıştım…

    O her sabah çıkıp gidiyor, akşama doğru geliyor ve değişmeyen yerini alıyordu. Ancak bir müddet sonra bulunduğu rafın dışında aşağıya doğru öteki bölümleri ve burada yer alan kitapları fazlasıyla kirletmeye başlamıştı. Kayınvalidem şans eseri yaklaşık yüz yirmi santim yüksekliğinde, eni ve boyu da normalden daha geniş, ahşap bir kafes buldu. Tamir ettirdik, boyattık. Salonun önündeki geniş balkona yerleştirdik. Güvercinimizin artık kendisine ait özel bir yuvası olmuştu. Kafesin kapıları her zaman açıktı. İstediği zaman gidip geziyor, sonra balkona dönüyordu. Ona çeşit çeşit yemler alıyor, su kaplarını dolduruyordum. Artık daha fazla zamanını evimizde geçirmeye başlamış, adeta ailenin bir üyesi olmuştu. Bir iki hafta sonra güvercinlere has sesi ile sürekli öttüğünü fark ettik. Neredeyse susmak bilmiyordu. Araştırdık, sorduk, soruşturduk. Güvercinlerin böyle durmadan ötmesi bir eş istediği anlamına gelirmiş. Bir cumartesi sabahı Kadıköy İskelesi’nin yanındaki pazara gittik. Açık sarı ile beyaz tüyleri olan genç ve güzel görünüşlü bir dişi güvercin aldık. Uçup kaçmaması için bir kanadının küçük bir bölümünü bantladık. Böylelikle yeni ortamına alışıp, orayı yuvası olarak kabullenene dek gidemeyecek, bir tavuk kadar bile havalanamayacaktı. Eve geldiğimizde dişiyi balkonun orta yerine bıraktık. Doğrusunu söylemek gerekirse bizimkinin üzerine atlayıp evire çevire dövmesi karşısında, ikilemler içinde kurtarsak mı diye düşünüp durduk. Ancak, bu tek taraflı kavga bir süre sonra sona erdi. Artık, balkonumuzda bir başka iki kişilik aile barınıyordu. Pazar sabahlarımızı kafesin temizliğine ayırmıştık. Zor ve uzun süren temizlik sonrası o sabaha ait aldığım daha değişik yemleri çıkarıyor, balkonda yere oturup, üzerime serpiyordum. Kanadındaki bant sökülmüş olan dişi ve bizimkisi omzumda, kucağımda gezinerek yemlerini yiyorlardı. Küp biçiminde ve yalnızca bir yüzü açık bir kutuyu yuvanın yanına monte ettim. İkisi de hemen işe koyuldular. Dışarıdan getirdikleri küçük çalı çırpı ile zemini döşediler. Büyük bir uyum içinde ve ikisi de aynı derecede koşturuyorlardı.Bir gün dişinin küçük yuvada daha uzun süre kaldığını, erkeğin ise zaman zaman onun yerini aldığını ve çalı çırpının üzerini hiç boş bırakmadıklarını fark ettik. Yakından izlediğimiz zaman bir yumurtaları olduğunu anladık. İlginç olan, dişi yuvadan çıkıp dışarıda uçmak istediğinde, bizimkinin hemen onun yerine geçip yumurtanın üzerine oturmasıydı. Küçük yuvanın içi karanlıktı ve bazen ikisi bile girişi koruma altına aldıklarından olanı biteni çok zor izleyebiliyorduk. Sonunda yumurtanın kabukları yuvadan aşağıya atılmıştı. Yavru büyüyor ve günü geldiğinde uçmasını öğrenmek üzere küçük yuvanın kenarından kafesin içine doğru poposuna yediği bir gaga darbesiyle itiliveriyordu. Genç güvercinimiz hızla serpildi. Neredeyse annesinin cüssesine erişecekti. Artık pazar sabahı kahvaltılarımızda o da bize eşlik ediyordu. Tüm bu olaylar gelişirken eşim, doktorların karşı çıkmalarına karşın, hamile kalmış, moraller düzelmeye yüz tutmuş, kötü deneyimlerin kalın tortusu endişe ise beyinlerimizi terk etmemişti. Üçü de özgürdü. İstedikleri sürece, diledikleri yere gidiyor, uçup geziyor ve sonra kapıları her zaman açık kafeslerine dönüyorlardı. Ancak, genç güvercinimiz bir gün dönmedi. Onların ne düşündüğünü anlamamız olanaksızdı. Ama sakin görünüyorlardı. Belki de o artık kendi yaşamını kurmaya gitmişti. Eşimin hamileliği sıkı doktor gözetiminde ve özel beslenme programları ile sağlıklı bir biçimde sürüp gidiyordu.

    Ultrasonografiden kız olacağını öğrendiğimiz yavrumuzun doğumuna bir ay kala doktorumuz bizi uyardı: “Güvercinler menenjit mikrobu taşıyabilirler. Gerek annenin, gerekse bebeğin sağlığı açısından güvercinleri evden çıkartmak zorundasınız.”

    Gelişini özlemle ve çok büyük bir heyecanla beklediğimiz kızımızın bizce önemi o kadar büyüktü ki… Bir hafta sonu üç güvercinimizi alarak Fenerbahçe Orduevi’ne gittik. Orada çok küçük çaplı bir hayvan barınağı vardı. Kuşlar, tavşanlar falan… “Ayrılmak zorunda kalmasaydık…” burkulmaları içinde ister istemez güvercinlerimizi teslim ettik.

    Dişi ile yavru güvercini diğerlerinin yanına koyarken, bizimkini “Gözünün kenarında kırmızı bir et parçası oluşmuş. Bu çiçek hastalığına yakalandığının belirtisi. Tedavi etmeye çalışacağız. İyileştiğinde ötekilerin yanına koyarız” diyerek ayrı bir bölüme yerleştirdiler. Derken kızımız doğdu. Her ikimiz de yaşamımız boyunca tatmadığımız ve daha büyüğünü hiçbir zaman yaşayamayacağımıza inandığımız bir aşk ile ona tutulduk. Israrla bir yıldır bozmadan sakladığımız çocuk odasının sahibi, prensesi gelmiş ve yaşamımızın merkezi olmuştu. Kızımızın doğumundan tam bir ay sonra bir cumartesi günü balkonda bir hareketlilik hissettik. Korkuluklara konmuş bize bakan beyaz ve sarı tüyleri derhal tanıdık. Dişi güvercinimiz bizi ziyarete gelmişti. Fenerbahçe Orduevi’ne onları bıraktığımızdan bu yana iki ay boyunca ilk olarak böyle bir şey oluyordu. Ancak yanında diğerleri yoktu. Onu görmekten dolayı sevineceğime içimi garip bir huzursuzluk kapladı. Pazar sabahı dişi güvercinimizi yanımıza alıp, Orduevi’ne gittik.

    Bizimkisi tutulduğu çiçek hastalığından kurtulamamış, bir gün önce ölmüştü. Dişi güvercin iki aydan beri uğramadığı balkonumuza yalnızca bu haberi vermek için ta Fenerbahçe’den Kızıltoprak’a uçup gelmişti. Evimize ilk geldiği günü ve öncesiyle sonrasını anımsadık. Hiç aklımızdan kazıyamayacağımız anılar…

    Heyecanla dünyaya gelmesini beklediğimiz oğlumuzu doğumda kaybetmiş ve yıkılmıştık.

    Sanki ilahi bir el, tam bir ay sonra evimize bir güvercin göndermiş, beni ve eşimi büyük üzüntüler içinde çaresizce kıvranırken balkonumuzda kurulan minik bir aile ile oyalayıp, avundurmuştu. Şimdi güvercinimiz, kızımızın doğumundan bir ay sonra ölüyor, adeta ulvi görevinin bittiğine emin olarak sonsuzluğa kanat açıyordu. Sevgili kızımız şimdi on yaşında…

    Üçümüz mutlu bir yaşantı sürüyoruz. Ya da dördümüz mü demeli?.. Kızım bazen ondan “Ozan Abim..” diye söz ediyor. O şimdi, bir başka boyutta, omzunda heybetli bir güvercin, alabildiğine mutlu koşuyor mu?…

    Ya da o güvercin kalbinde mi kanat çırpıyor?…

    Siz mucizelere inanmaz mısınız?

    Tunç Şanad/2000

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.