Bodrum Gündem

FUTBOL YA DA AYAK TOPU / Erhan Yürüt yazdı…

FUTBOL YA DA AYAK TOPU / Erhan Yürüt yazdı…

erhan-yürüt-köşe-yazıları-bodrum-gündemErhan Yürüt-Bodrum 2016

Bizim çocukluğumuzda top yoktu. Daha doğrusu kısıtlı olarak vardı da biz pek ulaşamazdık. Bezleri ve kağıtları sarıp, yumak yaparak bağladığımız topların peşinden akşam karanlıklarına kadar koşar, o da yetmez, akşamları da sokak lambası ışığında oynamaya devam ederdik. Plastik toplar henüz icat olunmamıştı. Lastik toplar vardı. Havalı ve çok zıplardı ama bizim için pahalıydı. Üstelik çabuk patlar ve kullanılmaz hale gelirdi yani havası çabuk kaçardı. Ya da birisinin bahçesine kaçma ve bahçe sahibi tarafından kesilme riski vardı.

Deriden yapılmış “meşin yuvarlak” siboplu toplar piyasaya çıkmadan önce memeliydi. Şişirildiğinde, havası kaçmasın diye memesi katlanıp derinin altına sıkıştırılırdı. Topa kafa ile vurmak gerektiğinde bu memeli kısım denk gelirse fena halde canınız yanardı.

Bir de limon oynardık. Çöp bidonlarından bulduğumuz sıkılmış, yarım limon kabuklarını top olarak kullanırdık. Herkes kendisine savunmak için, bir veya iki metre çapında bir daire çizerdi. Bir kişi de ebe olurdu. Ebe limon kabuğunu belli bir yükseklikten atarak dairenin içine düşürmeye çalışır, daireyi savunan ise ayakları, kafası, göğsüyle uzaklaştırarak, limon kabuğunun daire içine düşmesini engellemeye çalışırdı. Ebe olmak, liman kabuğu peşinde koşmaktan dolayı tabi ki zordu. Limon kabuğu dairenin içine düştüğünde ise daireyi savunan ile ebe yer değiştirirdi.

Bu oyunda herkes bireysel olarak iyi olmak zorundaydı. Limon kabuğunu ıskalamamak açısından top tekniği ve zamanlama becerisi daha çok gelişiyordu. Ebe de doğal olarak savunuculardan gözüne kestirdiği en zayıf olanları hedef alır ve daha çok onların üzerine oynardı. Top tekniği yüksek bir savunmacıya limon kabuğu atmak daha uzak mesafelere giden kabuğu getirmek için daha çok yorulma riskini taşırdı.

Bu bireysel yapı içinde, ilerleyen zamanda memeli toplar bulunmaya başladıkça maçlar yapılmaya ve giderek hafiften rekabet artmaya başlamıştı. Doğal olarak topun sahibi olan ayrıcalıklı konumdaydı. Yetersiz olan ve takımlara alınmayan çocuklar “topun sahibi olma oranında” takımlarda yer buluyorlardı. O dönemin maddi şartları içinde futbol dışında bir başka spor dalı veya sosyal etkinlik de zaten söz konusu değildi. Babasının maddi şartlarına bağlı olarak top, forma ve bir de kramponu olan çocuk, yeteneğine bakılmaksızın bir anda takım içinde statü ve söz sahibi olabiliyordu. Topun sahibini kaleye geçmeye ikna etmek de zordu ve genelde kafasına göre forvet oynamak isterlerdi. Aksi yönde bir öneri ve baskı da pek geçerli değildi, çünkü her an topun alınıp eve dönülmesi riski hep vardı. Yani “içinize sinmediği” halde oynatmak zorundaydınız.

Toz, toprak, yağmur çamur dinlemeden, taşlı topraklı zeminlerde sürdürülen maçlarda kale direkleri yerine iki adet taş kullanılırdı. Bu durumda topun direkler arasından geçip, gol olup olmadığı, hangi hareketin faul, hangisinin penaltıya sebep olduğu hep uzun tartışmalar sonucunda fiili olarak belirlenirdi. Bazı maçlarda adil olduğu düşünülen bir oyuncu hem oyuncu hem hakem olur bazen de dışardan birisi hakem tayin edilirdi. Ne var ki bunlar da çoğu zaman çare olmaz, tartışma ve kavgalar bitmez ama son kararlar ağırlıklı olarak babasının hali vakti yerinde olan çocukların lehine sonuçlanırdı.

Bizim mahallenin genel futbol görüntüsü bu şekildeydi. Bez toplarla ya da limon kabuklarıyla oynarken genelde tüm sistem herkesin kendisini kurtarması üzerineydi. Ülke futbolunu ise, henüz görüntü olmadığından, radyoda maçı anlatan spikerin ses tonu ve heyecan efektlerini referans alarak hayal gücümüz yardımı ile oyunu gözümüzde canlandırmaya çalışırdık. Buna karşılık yazılı basın ve doğru olduğunu zannettiğimiz yargılarımızla futbol tartışır, ahkam keser, sen ben kavgası yapardık. Ülke futbolu üzerine analizlere daha o zamandan başlanmıştı bile. Hatta bir ilimizde topu en yükseğe diken in en iyi futbolcu olarak değerlendirildiği konusunda şakalar yapılırdı.

Evet sosyoekonomik yapımızın biricik spor kolu futboldu. Ne var ki geleceğimizden endişe duyan büyüklerimiz eğitim hayatımızın ilerleyen basamaklarında bizleri akademik kariyere yönlendirebilmek adına futbol kariyerimizi engellemek için her türlü yola başvuruyorlardı. Öyle ya “futbol karın doyurmaz” teziyle “ ve “ne olacak bu çocuğun hali” endişesiyle anne babalar güzellikle ve olmazsa zorla veya hile ile çocuklarını futboldan uzaklaştırmaya çalışırlardı. Bilinen ve varsa yakın çevrede futboldan zarar görmüş kişiler örnek gösterilerek bu tezlerini sağlamlaştırmaya çalışırlardı.

Gel zaman git zaman sahne farklılaşmaya başladı. Görsel medyanın da devreye girmesiyle iletişim kanalları futbolu yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline getirmişti. Futbolumuzun uluslararası düzeyde sahne alması ile bir spor olmanın ötesinde toplumsal karakterimiz ve kişilik yapımız dahil, tüm özlemlerimiz, komplekslerimiz (aşağılık ve büyüklük) hatta siyasi hedeflerimiz de futbolun üzerine yüklenmiş futbol adeta hayatımızın vazgeçilmezi olmuştu.

Bu kadar fazla anlam yüklenen futbol normal olarak bu yükü kaldıramaz hale gelmişti. Ne kadar büyük hüsran ve hayal kırıklıkları yaşanmış olmalı ki bir ömür boyu, bu gün hala, bizim çocukluğumuzdan da önce, 1936 yılında o dönem Avrupa’ da  öne çıkan Macaristan’ ı bir özel maçta yenmiş olmanın tesellisi ile yaşamak zorunda kalmaktayız.

Futbola bu kadar çok anlam yüklediğimiz için gerçek anlamı olan spor tamamen gözden kaçırmış durumdayız. Futbol takım oyunu diyoruz ancak bu gün hala, pas vermeyi değil, kendini kurtarmayı hedefleyen, limon oyunu bireyselliği içinde gibiyiz. Hayat ve şartlar çok değişti, imkanlar ve yatırımlar yaygınlaştı. Yetmiş milyon top yekun, giderek daha fazla futbol ile yatıp kalkmaya başladık ama sistem hala, parayı bastıran, hali vakti yerinde olan babanın oğluna dolaylı olarak sağladığı ayrıcalıklar çerçevesinde yürütülüyor.

 

 

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.