Bodrum Gündem

SOKAK LAMBALARIM / Dr.Metin Aycıl yazıları…

metin-aycıl-bodrum-gündem-yazılarıÇocukluk yıllarımda İstanbul’daki mahalle sokakları bugünkü gibi aydınlık değildi. Böyle söylüyorum ama bir yandan da düşünüyorum: “Acaba söylediğim gibi mi yoksa ben iyi hatırlayamıyor muyum?” Hani yaşlı insanlara eski bayramları sorarlar, onlar da “benim çocukluğumun bayramları…” şeklinde anlatmaya başlarlar. Ben de kendimi bir an için o konumda gördüm.

Burada sözünü ettiğim, bende iz bırakan ve benim aydınlanmama ışık tutan yıllar, ağırlıklı olarak 1965-1975 arası diyebilirim. Sokaklardaki insan ve araç trafiği yoğun olmazdı, o nedenle ebeveynlerimiz gönül rahatlığı içinde sokakta oynamıza izin verirlerdi. Zamanımızın büyük bir bölümü sokakta geçerdi dersem, hiç de abartmış sayılmam.

Gerçekten de sokaklar bugünkü gibi aydınlık değildi. Yapılaşma bugünkü gibi yoğun değildi, mahalle kavramı ve mahalle kültürü egemendi. Mahalle dediğimiz; hemen hemen her evde tek ailenin oturduğu, evlerin bahçeleri olduğu ve dolayısı ile evlerin arasında mesafelerin bulunduğu bir görünüm söz konusuydu. Bu mesafeler, geceleri karanlığı da beraberinde getiriyordu. Aydınlatmalar ise sokak başlarındaki elektrik direkleriyle sağlanıyordu, onlar da sarı ışıklı ampullerdi.

Hava kararmaya başladığında, mahallenin sosyal hayatı sokak lambalarının altına doğru kayıyordu. Bir şeyler görmek veya yazıp çizmek gerektiği zaman sokak lambasının altına gidilirdi. Yazılıp çizilen veya görülmesi gereken konu üzerinde konuşulması gerekiyorsa, sokak lambasının altındaki mesai de uzardı.

Bizim evimiz de köşe başındaydı, mahalle içindeki dört yol ağzının bir köşesi diyebiliriz. Sokak lâmbası da karşımızdaki köşedeydi. Babaannem bu sokak lâmbasının dikilmesine Büyükbabamın önayak olduğunu anlatırdı. Hatta çapraz köşkte oturan komşu aileden bir büyüğümüz bundan dert yanmış. Işık geceleri yatak odasını aydınlattığı için uykuya dalmakta zorlanıyormuş; ama sonra alışmış. Benim uyuduğum odaya da gelirdi aydınlık; ama ben aydınlık olmayan dönemi bilmediğim için bir kıyaslama yapamayacağım. Aydınlığa doğmuş olmak gerçekten güzel.

Anılarımda önemli bir yere sahip olan bu komşularımız gerçekten de seçkin insanlardı. Aile; biri erkek, diğer ikisi hanım olmak üzere üç yaşlı büyüğümüzün temelinde şekillenmişti. Bir de yüz yaşını aşmış anneleri vardı. Kaç yaşında olduğunu ben de tam bilmezdim, ailemizden de kimse bilmezdi; sadece yüz yaşını geçtiğini bilirdik. Oğlu hiç evlenmemiş biriydi ve annesine çok düşkündü; “Benim şeker çuvalım” diye severdi annesini. Sevgisi o kadar derindi ki, annesinin ölümünden yirmi üç gün sonra, annesinin arkasından kendisi de gitti.

Tarif edilemez bir beyefendiydi. Evlerinden dışarı her çıkışında, bahçe kapısını kapattıktan sonra bizim eve döner ve fötr şapkasını çıkartarak, babaannemin oturduğu camı selamlardı. Bu, kendisinin içselleşmiş bir davranışıydı, Babaannem her zaman penceresinde olmayabiliyordu; ancak kendisi zaten buna göre davranmıyordu. Dışarıda bana ve diğer arkadaşlarıma rastladığı zaman da, fötr şapkasını başından hafifçe çıkartarak selamlardı; zira başka türlüsünü bilmiyordu. Kısa pantolon dönemini henüz aşmış olan bizler mahcubiyet duyardık. Tam bir zarafet sembolüydü. Sözünü ettiğim beyefendi ve kız kardeşleri, Babaannem yaşlarındaydılar; bana Babaannem onlardan daha genç gibi gelirdi her zaman.

Beyefendi Tekel İdaresi’nden tütün eksperliği (uzman) emeklisiydi. Kendisi ile aynı meslekten olan çok yakın bir arkadaşı vardı ve her fırsatta ziyaretine gelirdi; bizim evi de ziyareti ihmal etmezdi. Sonradan tütün ticaretine atılmış ve” tütün kralı” olarak isim yapmış olan bu kişinin adı İhsan Doruk idi. Ben çocuk olduğum için, kendisinin ünlü biri olduğunu bilmezdim. O zamanın çok ünlü oyuncusu Cahide Sonku ile evlilik yapmış 1943 yılında; tabii ki ben henüz doğmamıştım, Babamın bile çocukluk yılları. İhsan Doruk beyefendi, başlı başına bir konu olur; dolayısıyla bu konuya bu kapsamda daha fazla yer veremeyeceğim.

Hatırladığım kadarıyla, komşularımızın kız kardeşlerinden birisi, beyefendiden büyüktü; diğer iki kardeşin, kendisine “abla” dediğini hatırlar gibiyim. Ablanın bir oğlu vardı, Babamdan ve hatta çok olmasa da Amcamdan da yaşlıydı. Galatasaray Lisesi mezunuydu, piyano ve akordeon çalardı. Babam da klasik keman çaldığı için, çok sık bir araya gelinir ve güzel müzik ziyafetlerine tanık olurduk. Çocukluk anılarımızda, müzik önemli bir yere sahip olmuştur.

Evin ablası hanımefendi, aristokrat yaşam tarzının değerlerine bağlı ve gösterişe biraz önem verirdi. Yıllar sonra, evleri apartmana dönüştürüldüğü sırada, başka bir eve taşınmışlardı. Kendisi orada vefat etti. Şaşaa ve debdebeye; ya da daha anlaşılır Türkçe ile gösterişe öylesine önem veren hanımefendinin cenazesinde sadece dört kişi vardı ve cenazeyi sadece onlar taşımak zorunda kaldılar.

Zaman tünelimden paylaşmak istediğim anılarımdan birkaçı bu şekilde. Başlarken de belirttiğim gibi, zamanımızın önemli bir bölümü sokakta geçtiği için, aydınlanmamız, kıvılcımlarını buralardan alıyordu adeta. Sokak lâmbaları fizikî aydınlanmayı sağladıkları gibi, fikrî aydınlanmamıza hem katkıda bulunuyor hem de tanıklık ediyorlardı.

Sokak lambaları ve bu metafor etrafında oluşan yaşam, anılarımızı biçimlendiriyor ve geleceğimize de ışık tutuyordu.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

  1. Başar Münir dedi ki:

    Sokaklar kötü.. Sokaklar zıvanadan çıkmış insanlarla dolu; herkes çatacak birşeyler ve kavga edecek birilerini arıyor. Selam veren komşular azaldıığı gibi, selam verdiğinizde “ne isteyecek acaba benden,” diye bakılan komşuluklar çoğaldı. Kimsenin kimseye ne güveni kaldı ne de sevgisi.. Yazdıklarınız bizi tamamen bambaşka bir hayatın olduğu günlere götürüyor ve böyle bir hayatın da olabileceğini hatırlatıyor. Sokaklar karanlıktı belki o dönemlerde, ama ruhlar aydınlıktı. Şimdi sokaklarımız ışıl ışıl, ama derin bir karanlık altında yaşıyoruz. Ne mutlu ki günümüzde az da olsa sizin gibi sokak lambaları var da geleceğe umutla bakabiliyoruz. İyi ki varsınız…

  2. Metin Aycıl dedi ki:

    Sevgili Başar Münir Kardeşim, teveccühleriniz için çok teşekkür ederim.