Bodrum Gündem

HÖSTMODERNİZM VE HÖDÜKLÜK ÜZERİNE / Serdar Anlağan yazıları…

serdar-anlağan-yazıları-1Diyalektik sözcüğü, tartışma sanatı anlamına gelir. Gerçekte “çelişme” ve “yadsıma” (inkâr) sözcükleri de tartışmayla ilgili deyimlerdir(1).

Bodrum’un en iyi okullarından birinin konferans salonundaki bir toplantıya katıldım. Beni çeken başlıktı.

Başlık, “Z Kuşağı” ifadesi içeriyordu. Hakikaten toplantıyı izleyince sunumun son dönemde reklam ve pazarlama alanında çok sık kullanılan “X kuşağı, Y Kuşağı, Z Kuşağı” gibi adlandırmaları içeren “Strauss-Howe Kuşaklar Teorisi” üzerine yapılandırıldığını gördüm.

Sorular bölümünde söz aldım ve yıllardır takip ettiğim bu teorinin bilimselliğini  ve çocuklarımızın eğitiminde diyalektiğin yerini sorgulayan iki soru sordum. Derdimi olabildiğince açık, net, anlaşılabilir bir düzeyde, ortaokul-lise seviyesinde anlattığım halde, bazı izleyicilerden gelen saldırgan bir tavırla karşılaştım. “…Anlaşılmaz, akademik, bilimsel” olmakla, “..herkesin anlayamayacağı” bir dilde konuşmakla vs. suçlandım. Her yabancı kökenli sözcüğün yanına yerlisini de eklemeye çalıştığım halde, kullandığım diyalektik, paradigma, ampirik bilgi, bilimde yanlışlanabilirlik ilkesi gibi ifadelerimden olsa gerek.

Gezi’de en sevdiğim duvar yazılarından biri “…şu güzel ortamı bozuyorsun!” idi. Aslında izleyicilerden gelen tepkinin altında bu ruh halini sezdim. Çok güzel, bıcır bıcır bir sohbet ortamını bozuyordum, ne manâsı vardı?

Elbette insanın özü tek tek her bireyde var olan bir soyutlama değil, gerçekte, insanın özü toplumsal ilişkilerin toplamı idi(2).

12 Eylül 1980 Faşist Darbesi’nden sonra toplumun sığlaştırılmasında, baskı ve işkenceyi, “entel, dantel” gibi aşağılayıcı etiketlerin yaygınlaştırılması, lumpen mizah, grup narsizminin pompalanması,doksanlardaki seri aydın cinayetleri, Mustafa Topaloğlu’nun arkasını dönüp başını bacaklarının arasından çıkararak “Felsefe Yapma!” böğürtüsü, televole, ikibinlerde Kurtlar Vadisi ve sonunda Hitler’in “Ein Volk, ein Reich, ein Führer”ine (tek millet, tek devlet, tek lider) kadar geldi. Bu iş kapitalist sömürünün Kenan Evren’i, İhsan Doğramacı’sı, Mehmet Barlas’ı, Frankeştayn ve Ertuğrul Özkök’ü ile yürüdü.

Bütünsellik ilkesinden hareketle, kişilere ve olaylara değil kavrama yoğunlaşınca, bugün salt yaşadığımız ülkede değil tüm dünyadaki zihinsel sömürüyü tek bir kavrama yüklemek mümkün olsaydı eğer: “Postmodernizm” derdim…

Gerçi Höstmodernizm demek daha uygun geliyor…

Şaka değil…

Diyalektik metot okullardan kaldırılıp, ezber ile itaat eden kuşaklar yetiştirilince, toplum hödükleşti.

Hödük “kaba” demek(3). Kökeni belirsiz. Bu kabalık Michael Graves’in Disney binasının Hassan Fathy’ye zorbalandığı hödüklüktür. Höstmodernizm sanatta kitschtir, bitti.

Höstmodernizn insanın zihinsel evrimini geriye döndürmeye çalıştı. Eski Okul’u da yeni Okul’u da yıkmaya çalıştı, çocukları okulsuz bıraktı, çocuklarımızı hödükleştirdi.

Höstmodernizm “diyalektik”i yıkmaya çalıştı. Ve özellikle diyalektiğin son ve en gelişmiş aşaması olan bilimsel düşünceyi yıkmaya çalıştı.

Höstmodernizm aklı dumura uğratmaya çalıştı. Tertemiz, içilebilir, pırıl pırıl parlayan, yaşam dolu düşün nehrimizi, pisliğe, çamura, boğup, soluksuz, nefessiz, yaşamsız bıraktı. Aydınlar, Kör Ganj Yunusları gibi, okyanusa kavuşan berrak suların asite döndüğü nehirlerinin kaynağına, Himalayalar’a kaçtılar. Soyları tükeneyazdı (4).

Düşünen, şüphe eden, sorgulayan, araştıran bireyler zorbalıkla susturuldu, yaşamları, özgürlükleri, işleri ellerinden alındı.

Son aşama devletin yıkılmasıydı ve ona da gelindi…

Aklın ve bilimin olmadığı yerde etik de yoktur.

Etik nedir?

Etik, hukuk ile ahlâklılık arasında gerçekleştirilen diyalektik sentezi dile getirir. Hukuku tek başına ele alırsak, soyut bir şey olduğunu görürüz. Bu anlamda hukuk, kupkuru ve cansız bir şeydir. Ahlâklılığı da tek başına ve kendinde ele alacak olursak, onun da soyut bir şey olduğunu görürüz. Çünkü, bu durumda, ahlâklılık, kendisini göstereceği bir alana sahip bulunmayan bir iç imkândır sadece. Bundan ötürü, somut olan yalnız “etik”tir. Yani bireysel bilinçler içinde gerçekleşmiş olan hukuktur. Etik, bir topluluğun organik birliği içinde kendini dile getirir. Hegel bu birliğe “halk” adını verir (5).

Ne var ki Hegel, etik aşaması İçinde de çeşitli uğraklar bulunduğunu ve bu uğraklardan geçerek nesnel zihnin kendini gerçekleştirdiğini ileri sürer. Bu uğrakların ilki “aile”dir. Aile, bireyler arasındaki sevgi bağına dayanması bakımından başka topluluklardan ayrılır. Etik’in ikinci uğrağı “çağdaş kent toplumu”dur, yani burjuva toplumudur. Bu toplumda, liberal ekonomi ilkeleri geçerli olduğu için, bireyler arasında yaşama mücadelesi ortaya çıkmıştır.

Üçüncü ve son uğrakta ise burjuva toplumu ile bireyler arasında sentezin gerçekleşmiş olduğunu görüyoruz. Bu sentez, etik uğrağının son aşaması olan “devlet”tir. Hegel’e göre devlet, ahlâk idesinin (fikrinin) en yüksek düzeyde dile gelmesini temsil eder.

Devlet, bireysel iradeler ile genel iradenin karşılaştığı yerdir. Böylece bireysel çıkarlar ve iradeler ile genel çıkarlar arasında bir sentez ortaya çıkmış olmaktadır. Bu sentez, devlettir (6).

Peki ya çocuklar?

“Çocuğu eğitirken, ana-babalar, kendi oluşmuş bilinçlerini çocuğa yerleştirirler ve kendi ölümlerine yol açarlar. Eğitimde, çocuğun bilinçsiz birliği (bilinçsiz somluğu, farklılaşmamışlığı), diyalektik olarak ortadan kalkar, aşılır, kendinde eklemleşir (birbirine hem bağlı hem de devingen bölümler ortaya çıkar; yani, somluk ve farklılaşmamışlık ortadan kalkar); oluşturulmuş ya da eğitilmiş bilinç haline gelir çocuk. Ana-babaların bilinci, çocuğun bilincinin, oluşturulmuş ya da eğitilmiş bilinç haline gelmek için kullandığı  maddedir. Çocuk için ana-babalar, kendisinin karanlık, bilinmeyen bir önduygusudur; ana-babalar, çocuğun özet halindeki ve basit-bölünmez kendi-içerisindeki varlığını (Insichsein), diyalektik olarak ortadan kaldırırlar; ona verdiklerini, kendileri kaybederler; onda ölürler ve çocuğa verdikleri, kendi öz bilinçleridir. Buradaki bilinç, bir başka bilincin kendinde oluşup ortaya çıkmasıdır ve ana-babalar, çocuğun bu oluşmasında, kendi diyalektiklerinin ortadan kalkmasını ve aşılmasını seyrederler.” (7)

Bugün Höstmodernizm, ana-babaların Hegel’in bahsettiği “kendi öz bilinçleri”ni yok etmiştir. Küçük burjuva, kentli orta sınıf, bilinçsizdir, şuursuzdur, ne yaptığının farkında değildir ki çocuklarına kendi öz bilincini aşılasın. Buna ancak “zombi bilinci” denilebilir.

Yeni bir düşünce tavrının benimsenmesi zorunludur. Yani, zihnin daha önceki düşüncelerle çelişen bir fikri hoş karşılayacak bir durumda bulunması; başka bir deyişle, bu tür fikirlere açık olması gerekir.

Hatta, eski düşüncelerle çelişen fikirleri daha önceden farkedip karşılaması gereklidir.

Edinilmiş düşünceler ve bilgiler üzerinde durmak, onlardan başkasını kabul etmemek, zihnimizin doğal bir eğilimidir. Bundan dolayı, geçmişin sağladığı bilime HAYIR demek gerektiği gibi, ortaya çıkan yeni varsayımlara da HAYIR demek gerekir. Çünkü, “Oluşum anında ele alınan her bilgi polemik bir bilgidir”(8) ve “yeni buluşlara götürecek olan varsayım ve sezgilerin temelinde, mutlaka tartışmalı bir yan vardır”(9). Bundan dolayı, açık bir felsefe, her şeyden önce, bir “HAYIR FELSEFESİ”dir. Alışılmış düşünme biçimlerine de HAYIR demek ve “en kesin psikolojik sıçramalara”(10) geçmek gerekir. Gerçekten de, “çağdaş fizikçi, psikolojik bakımdan dolaysız bilgi ve faydacı eylem içinde doğmuş olan akli alışkanlıkların, bilimsel keşif için gerekli manevi harekete ulaşabilmek için ortadan kaldırılması gereken engeller olduklarını bilmektedir” (11). Ne var ki, bilginin bu “HAYIR” deyiş içinde, yani bu olumsuzlamada kalması ve katı bir tavır edinmesi de doğru değildir. “HAYIR FELSEFESİ” kendini daha alıcı ve açık yapmak için olumsuz bir tavır takınmaktadır. Yoksa, Kant’çılığa “HAYIR” demek, Kant’ın felsefesini, hiç umursamadan bir yana atmak demek değildir.

Bir bilimsel sistemin kendisinin açık kalması yeterli değildir. Bu sistemi oluşturan ögelerin de daha sonraki buluşlar açısından değiştirilebilecek ve düzenlenebilecek bir niteliğe sahip olmaları gerekir.

Her bilgiden ve her bilgi sisteminden önce gelen ve zorunlu bir koşul olarak beliren şey şudur: Hiçbir sonuç dokunulmaz bir şey olarak konulmadığı gibi, hiçbir çıkış noktası da değişmeyen ve koşullara bağlı olmayan bir şey gibi ileri sürülmemelidir.

Bilginin şu ya da bu ayrıcalıklı bölümünü ve hatta bu bölümü yönelten ve belirleyen kuralları bile güvenlik altına alacak (hem de ebediyen) duvarlar yükseltmeye kalkışmaktan kaçınmak gerekir. Başlangıçlarından sonuçlarına kadar, bilgi alanının bütün düzeyi, elden geçirilmeye ve değiştirilmeye açık olmalıdır.”(12)

Anlayanlar anlamayanlara anlatsın.

Alıntılar :

(1) George Thomson, İnsanın Özü

(2) Marx

(3) Nişanyan, Hödük : kabalık” [ Deşişî Mehmed Ef., Et-Tuhfetu’s-Seniyye, 1580] Türkîde bir kimse yoldaşını üşendirse ‘bana hödük virme’ dir” kaba” [ Ahmed Vefik Paşa, Lugat-ı Osmani, 1876] hödük : Kaba, ahmak, gabî, köylü, ümmî, rustâî. Köken : ?

(4) Ama tükenmedi. Şimdi yükselerek geliyor gençler, derisini yüzüyor Höstmodernizmin. Bkz. Nazım Hikmet Kültür Merkezi: “Çürüme Edebiyatının Anatomisi”

(5) Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, Sosyal Yayınlar, 1991, İstanbul

(6) Selahattin Hilav, Diyalektik Düşüncenin Tarihi

(7) Hegel, 1803-1804 konferansları

(8) Bachelard, La Formation de l’esprit scientifique, s. 7. / Selahattin Hilav, Diyalektik Düşüncenin Tarihi

(9) 47 İd: La dialectique de la durée, s. 24-68.  / Selahattin Hilav, Diyalektik Düşüncenin Tarihi

(10) 48 İd. Le Nouvel esprit scientifique, s. 39. / Selahattin Hilav, Diyalektik Düşüncenin Tarihi

(11) 49 İd. Phihsobhie du ttott, s. 15. / Selahattin Hilav, Diyalektik Düşüncenin Tarihi

(12) 50 F. Gonseth, Dialektica, 4 Kasım 1947,8.298. / Selahattin Hilav, Diyalektik Düşüncenin Tarihi

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.