Bodrum Gündem

İLKLERİN ADAMI DENİZCİ; ALOŞ (CENGİZ ORAL)

aloş 5İLKLERİN ADAMI DENİZCİ; ALOŞ (CENGİZ ORAL)

Bodrum’a gelenlerin uğrak yerlerinden birisidir Ali Cengiz Kahvehanesi. İşte geçmiş zamanda bir sünger deposu olan bu kahvehanenin sahibi olan Sünger ihracatı yapan Ali Cengiz’in torunu Cengiz Oral. Nam-ı diğer bilinen adı ile Aloş. BOSAV Başkanlığı sırasında Kale’nin Kuzey Hendeği yapılmış, STS Okul gemisinin yapımında büyük emek harcamış. İlk sıcak sulu otel, ilk klimalı ve her kamarasında duş-tuvalet olan tekneler ve daha neler neler. Neredeyse 3 saat konuştuk Cengiz Oral ile. Aloş anlattıkça anlattı. Garanti veriyorum, okurken 60’lı yılların Bodrum’u gözünüzde net olarak canlanacak. 80’li yıllar da. Kumbahçe, ve Bodrum çarşısı da bir film şeridi gibi canlanıverecek hayalinizde.

Biz sorduk, Aloş anlattı…

Fatih Bozoğlu

 

aloş oral cengiz (7)Cengiz Oral, ama herkes sizi Aloş diye biliyor. Sünger ihracatçısı Ali Cengiz’in torunu Aloş. Aloş ne zaman doğu, eğitimi nedir, ne iş yaptı, böyle kısaca anlatır mısınız?

“Ben doğmadan evvel ablam “Aloş geliyor, Aloş geliyor” diye öyle yapmış, ondan sonra adım Aloş kalmış ve ben hep Aloş olarak bildim. Aloş’un, Ali ile hiç alakası yok, sonra okula kayda gittik, orada gördüm ki adım Cengiz’miş. Peder gidiyor işte çocuk doğdu, ismi ne olacak Aloş Oral, yıl 1947, dikkat etmemişler, adam nüfus kağıdını yazmış vermiş Cengiz Oral diye, kimsenin haberi yok. Nüfus memuru kendi yazmış Cengiz diye. Sonra bir yerden meydana çıktı Cengiz Oral diye, babam gitmiş, “bu nerden çıktı?” demiş, “Aloş diye Türk ismi olmaz, dedesinin soyadı Cengiz, ben de onu Cengiz diye kaydettim.” Yani isim babam nüfus memuru, o zaman her kimse…”

aloş 4Bodrum’da, ilk ve ortaokul, liseyi ise İzmir’de okuyor, Mithatpaşa Sanat Okulunda. İzmir’i bırakıp geliyor “Turizm başlayacak…” diyerek, başlıyor o yılları anlatmaya…

“60 senesinde ihtilal oldu, ihtilalden sonra Bodrum’da kalacak yer yok, bir tek Han var çarşıda, Ege Oteli de var ama onlar da kalınacak gibi değil. Şu anda otelin olduğu yerde evimiz var. O zamanki Bodrum’un en düzgün evlerinden bir tanesi. Artemis’in olduğu yerde ama onun yarısı kadar. Devlet erkanı falan geliyor, bizim evde misafir ediliyor, 60 ihtilalinin arkasından bir askeri kaymakam verildi, onun da misafirleri gelip gittikçe orada kalıyor, Temmuz ayı idi, bir gün geldi babama “bu böyle olmaz, burada yedirip, içiriyorsunuz, yatıp kalkıyorlar, ne mecburiyetiniz var?” dedi. “O zaman burayı pansiyon yapın, o şekilde çalışsın, siz de verdiğiniz emeğin karşılığını alın…”  Onun üzerine biz de orayı ev pansiyon gibi yaptık, o seneyi öyle geçirdik, 61-62 gibiydi, profesyonel pansiyon olarak vergi dairesine de kaydı yapıldı, o şekilde yürümeye başladı, öyle devam ettik, sonra 63 senesinde Turizm Bakanlığı’nın kredileri çıkmaya başladı turizmle ilgili, o zaman projelerini falan hallettik, müracaat ettik, kredi aldık 63’te, arka tarafta bir başka ev vardı, evi aldık, onu yıktık, o projeye göre turizm belgemizi de aldık, arkayı bitirdik, sonra ön tarafı yıkıp onu da ilave ettik,  şimdiki Artemis Pansiyon, o şekilde ortaya çıkmış oldu. İki ayrı aşamada yaptık…”

aloş oral cengiz (4)Artemis kışın da açık mıydı o yıllarda?

“Yaz kış hiç kapanmadı. Bir sıkıntımız vardı o dönemlerde; manav yok, kasap doğru dürüst yok, e bizde lokanta çalıştırıyoruz, sabahın dördü beşi falan gibi dayım, ben, annem hep birlikte mutfaktaydık. Dayımla beraber giderdik çarşıya, birde bir aşçımız vardı İbrahim diye, birimiz kasaba gideriz, kasapta bir dana gelir, bölünür ikiye, yarısını körfez alır, yarısını biz alırız. Ondan sonra onu orada işleriz. Kıyma makinesi falan yok tabi, elde kıyılıyor, her şey orada kesiliyor. Birimiz dayımla bir gün kasaba gideriz, onun kasaba gittiği gün ben köyleri dolaşırım, ciple, yol yok tabi şimdiki gibi. geliyorsun köye, köyün üç beş metre berisinde yol bitiyor, oradan yürüyorsun gidiyorsun, ondan iki kilo patlıcan, ondan iki kilo domates, bilmem ne topluyorsun bütün köylerden dolaşa dolaşa, Bodrum’a geliyorsun, öğleye en az on üç on dört çeşit yemek hazırlıyorsun, işin şekli bu. Hiç su yok, kuyu da yok, otelin altında bir tane depo var, oraya yavaş yavaş şehir suyu geliyor, ama bir işe yaramıyor, sabah yarım saat, akşam yarım saat su veriyorlar. Onun haricinde şimdiki penguen Pastanesinin olduğu yerde Şalvarağa’nın bakkal dükkanı vardı. Oradan şişeyle su alınır, bütün müşteriye şişe suyu verilir, işte yüzünü yıkasın falan. Öyle geldik. Gece on birde elektrikler kesilir, sabah yedide elektrikler gelir, şimdiki trafodan geliyordu. Elektrikler kesilmeden evvel bir beş on dakika önce üç kere şalter iner-çıkar elektrikler kesilir, ha elektrikler kesiliyor diye herkes haberini alır. Sabah da gelince tekrar devam ederdik.

aloş oral cengiz (3)Peki o 60’lı yıllarda turist de geliyor muydu?

“Geliyordu ama bu günkü kadar müşteri yoktu, yerli pek tanımıyor, yerli gelmiyordu. İzmir’de NATO’dan amiraller falan olurdu, diğer ülkelerden, İstanbul’dan gene konsolosluklardan falan gelen olurdu. Şimdiki gibi yerli turizm yoktu…”

Gümbet’te turizm henüz başlamamış mıydı?

“Hayır, onlar bizden çok sonra başladılar, Gümbet’te zaten kamping olarak başladı. Sami de öyle başları, Ayaz da öyle başladı. 80’den evvel yetmiş küsurlu yıllarda başladılar…”

Gözlerimizi kapatsak altmışlı yılların Bodrum’unu şöyle bir dolaştırın bakalım. Sahile inelim, örneğin orada ne vardı, ne yoktu? Mesela herkesin bildiği merkezi nokta, İskele meydanı, Denizciler Kahvesinin olduğu yer, orası nasıldı?

Orası bu güne benziyordu kısmen. 1955’li yıllardı, o rıhtımların yapılması. Ama kafeterya falan yoktu, bir tek Raşit’in kahvesi vardı. Raşit’in yeri de, Fahri Kaptanın yeriydi. Bir tek o kahve vardı orada, başka bir şey yoktu. Bir de Ali Ziylan’ın bakkalı vardı. Hem bakkal, hem de gemi levazımatı satardı. Şimdiki Mudo’nun karşısı. Raşit’in kahvesinin arkası. Bir de bizim orada gemi levazımatı satan bir dükkanımız vardı, ondan sonrası da işte ayakkabıcı, terzi ve diğer esnaflar…”

aloş 7Kimler vardı mesela esnaftan, öyle aklınıza gelenler?

“Onların ismini şimdi kimse bilmez. Bizim bitişiğimizde Kemal Çotra vardı, bakkallık yapardı. Süleyman abi vardı sonra Merhaba Turizmi açtı. Süleyman Uysal, babası vardı, sonra Süleyman abiye geçti, sonra Süleyman abi de o işi bırakınca Kemal beye geçti. Bizim bir altımızda eczacı Halil derdik, bu Cemal Uslu’lardan, onun eczanesi vardı, sonra o İstanbul’a geçti. Karşımızda şimdiki Ali’nin yeri vardı, deri ceketler falan, Hanın iki altında Kilim Mehmet tabir edilen bir terzi vardı, Mehmet Usta, onunla Hanın girişi arasında bir pastane vardı, İstanköy’den gelen bir aile, orada pastane dondurmacı falan onlar açtıydı. Sonra Meyhaneler Sokağına girdiğiniz zaman solda üst katta Postane vardı, sonra Banka oldu, Ziraat bankası.

aloş oral cengiz (5)Bizim Bodrum’un yerlisi gazeteci ağabeyimiz Zeki Özkeskin’in babası, terzi İbrahim Özkeskin?

O yukarıda, caminin hemen karşısı, köşe. Terzi Özkeskin ayrı, Zeki’nin babası, onun dükkanı Cumhuriyet Caddesi üzerindeydi. Bir de onun yanında Muzaffer vardı, terzi, eski bilinen terzilerden, Tevfik Amca vardı. Yukarıda caminin altında Cingözler vardı, bir de Hasan Amca vardı, rahmetli, kahveci.

Cumhuriyet Caddesi ne durumdaydı o yıllar?

Cumhuriyet Caddesinde fazla bir şey olmadı, sadece binalar yenilendi, onlar dükkan değildi, hep evler vardı. Sonradan dükkana dönüştü. Bir tek Salmakis’in bizim tarafa doğru olan sokaktan sonra köşede Mustafa ağabey diye birisi vardı rahmetli, onun kahvehanesi vardı. Hem turistik eşya, hem kahvehane, birlikte yapıyordu. Oradan aşağıya Azmakbaşı’na geldiğinizde Salih Amcanın bir kahvehanesi vardı, gazino tabir ettiğimiz bir yerdi. Şimdi ki Tifany’nin üstü. Ondan sonra başka bir şey yoktu, bir tek Şalvarağanın dükkanı vardı Penguen pastanesinin olduğu yerde, sonrası boş. Kumbahçe sahilde herkesin kendi evi vardı, dükkan yoktu…”

Bu bölge Kumbahçe, yani Giritliler Mahallesi. O dönemde Gavur Mahallesi mi denirdi?

“Fırsat bulundukça denirdi. Mesela Türk Mahallesinden bizim tarafa Azmakbaşı’ndan sonra geçiş yoktu. Abilerimiz kimseyi bırakmazdı bu tarafa. Tabi biz de öbür tarafa doğru dürüst gidemezdik…”

Musa Gökbel’le de yaptığımız bir röportajda bu tarafa geçmek onlar için çok önemliymiş. Bu tarafa geçmek önemliymiş çünkü bu tarafın kızları çok güzelmiş, çok alımlıymış. Dediklerine katılır mısınız?

“Öyleydi, neden; bizde insanlar yoldaydı, sokaktaydı, o zamanda bile mayoyla denize girerlerdi. Öbür tarafa gidersen yüksek duvarlar vardı, evler onların arkasındaydı. Evleri göremezdin. Kimse de dışarıya çıkmazdı. Onlar kapalı yetiştiler. Ama kapalı dediğim öyle başı bağlı falan değil, kendi aralarındaydılar. Dışarıyla pek irtibatları olmazdı. O duvarlar falan daha sonra açıldı. Bu taraf daha hareketli, renkli, çünkü bunlar hepsi Girit’ten gelenler oranın yaşamına göre burada yaşadılar. Bizim dedeler ilk geldiği zaman Eskiçeşme Mahallesine yerleştirilmişler. Sonra dedem bir de Sakallı Restoranın asıl sahibi olan büyük Sakallı, Deli Salih tabir ederiz, Hasan Akçalan, İbrahim Akçalan falan onların babası, onlar oradan kalkmışlar bu mahalleye gelmişler. Burası yıkık, virane. Lakin çok seviyorlar burayı. Çünkü Eskiçeşme kapalı, duvarlar arasında. Burası ise denize karşı, püfür püfür.   Gidiyorlar o dönemin Kaymakamına diyorlar ki:

-“Biz buraya yerleşmek istiyoruz…”

Kaymakam -“Ama oralarda yer yok…” diyor.

-“Orada bir sürü yıkıklar var, siz o yıkıkları bize verin, biz bunları tamir eder girer orada otururuz. Biz bu mahallede yapamayız. Kapalı, hiçbir şey görmüyoruz. Denizi göreceğiz, önümüz açık olsun…” diyorlar.

Ondan sonra evler yapılıyor, Deli Salih o zamanın en iyi ustası, daha sonraki dönemlerde mesela burada beton dökülür binaların üstüne makine değil, elle karılır, dökülür, hepimiz çizme giyeriz ve onun üzerinde yürürüz, basarız, onların döktüğü betondan, tavandan yağmur kıyamet olsa bir damla su aşağıya geçmezdi, şimdi bin tane tecrit yapıyoruz yine de geçiyor. O zaman adamın yaptığı şey buydu. O kadar iyi bir ustaydı…”

aloş oral cengiz (6)Giritliler Mahallesi neyle geçinirdi?

“Yüzde doksanı denizciydi. Ya süngerci, ya da balıkçı. Öyle bahçesi bağı olan yoktu, zaten oradan gelenlerin büyük bir kısmı parasız geldiler. Olanda zaten yollarda harcadı. Buraya gelince ancak denizle uğraştı. Dedem burada bayağı bir yerler almıştı, oralarda çok adam besledi. Yani yevmiye ile çalıştırdı…”

Mandalinacılık var mıydı o zaman?

“Mandalinacılık pek fazla değildi. Vardı ama sonradan olduğu kadar fazla değildi. Çünkü Cevat bey mandalinleri buraya ektiği zaman ufak fidan olarak geldi. Onların büyüyüp yeşermesi bayağı bir zaman aldı. Denizcilik çok daha önemliydi…”

O dönemden aklınıza gelen kimler var? En bilineni Ağanlar galiba. Ziya usta vardı birde sanıyorum?

“Çok vardı, Girit göçmenlerinin neredeyse hepsi denizciydi. Ağanlar ve Ziya usta ise onlar tekne yapımcılarıydı. Onların denizci başka kardeşleri vardı. Mesela Erol Ağanın babası denize çıkardı, sonra eski başkan Mazlum, onun babası da denizciydi. Tekneleri vardı, onlar da denizcilik yapardı. Çünkü buraya malzeme denizden gelirdi. Karayolu ile İzmir’e gitmek üç gün sürerdi. Dedemin de vardı öyle büyük bir teknesi, Ali Ziylan’ın vardı. Mal dışarıdan o tekneler ile gelirdi. Limana indirilir, limanda da büyük hamal arabaları var, onlarla taksimleri yapılırdı, o zamanki nakliye işi bu şekildeydi…”

Hamallardan da Gatır Mustafa var değil mi?

“Gatır Mustafa çok sonrası. Onların içerisinde hamal Ali vardı. Baraz’ın olduğu yer, şimdi Mahvel oldu. Mahvel’in köşesinde bir sandaletçi vardır. Şimdi Sur Sandalet. Sahibi Hasandır. Hasan’ın babası vardı eski hamallardan. İki yüz kiloluk varili tutar, kaldırır götürürdü. Eskiden öyleydi. Onun gibi üç dört tane daha vardı. Bir de Cevre Hasan vardı. Kafayı bulur gelir gece, evdekiler kapıyı açmazlar. Kapıda kale kapısı gibi, şimdiki Delmar Kafe. Kapı açılmazsa bir yumrukta kasasıyla birlikte indirirdi. Adam neredeyse iki metreydi. O dönemin insanlarının bileği bükülemezdi. Bir gün otelin üst tarafına buzdolabı çıkartacağız. Büyük vitrin buzdolabı. Üstü mermerli falan yerinden kalkmıyor. Palanga kurduk, Dayım İsmet, ben, bir iki arkadaş daha onu yukarıya çekeceğiz. Vira vira kıpırdamıyor. Ne yapsak çıkartamıyoruz. Rahmetli Şevket kaptan vardı. Şevket Nalbantoğlu. Kerpe Mustafa deriz, onun babası; “Ne yapıyorsunuz?” dedi. Dedik “Çıkartacağız, kalkmıyor…”, “Açılın bakayım…” dedi, bir tarttı. İsmet’e “Sen şu köşeye otur, dengesiz bağlamışsınız…” dedi. Bir de üstüne adam oturttu. Vira, vira aldı dolabı otelin en üst katına kadar çekti. Ondan sonrada aşağıdan bağladı, “Ben yukarı çıkacağım, içeri alacağım…” dedi. Aldı onu içeri, yerine kadar götürüp yerleştirdi. O dolap kırk küsur sene orada durdu, kimse kıpırdatamadı. Bunu yapan Şevket Kaptan, Şevket Nalbantoğlu. Velhasıl kelam burada öyle çok güçlü kuvvetli ağabeylerimiz vardı…”

aloş 6Geçmişin kaptanları da yaman mıydı?

“Bir anımı paylaşayım sizinle, o dönemin kaptanları yaman mıymış, değil miymiş siz karar verin. Bodrum’dan ilk arabayı Bodrum’dan Rodos’a biz götürdük. Artemis diye bir trolümüz vardı. Trollerin arka tarafı boştur biliyorsunuz. Oraya iki tane kalas koyduk. Kalasın üzerine de arabayı bağladık. Gideceğiz ama kaptan yok. Kaptan olmayınca yurt dışı vermiyorlar. Alim Bey Pasajının karşısında evi olan, Allah Rahmet eylesin, Recep Kaptan diye birisi vardı. Recep kaptanın gözleri görmüyor, bildiğin kör. Gittik onu aldık, parmak bastırdık, çıkışı aldık. Yolda gidiyoruz, büyük dayım Nazif, dedi ki: “Recep kaptanın yanından ayrılma, denize düşürmeyelim adamı…” dedi. Recep kaptanla oturmak hoşuma da gitti, ufak tefek muhabbet ediyoruz. Bu adam, hayatında hiç motorlu tekne bilmiyor, hep yelken. Döneminde İskenderiye’ye kadar her tarafı dolaşmışlar. Adam her tarafı avucunun içi gibi biliyor. Neyse biz buradan kalktık, İstanköy’ün burnuna yaklaşıyoruz, Recep Kaptan ayağa kalktı; “Psalidi burası değil mi?” dedi. “Doğru, ordayız kaptan…” dedim. “Nerden biliyorsun?” diye sordum şaşkınlık içinde, “Kokusundan…” dedi. Geçtik Knidos’a yaklaştık. “Aloş, Tekir’e geldik değil mi?” dedi. “Evet Recep kaptan…” dedim. Orayı geçtik gidiyoruz, Simi’nin boğazdan geçiyoruz. Orada iki tane adadır. Biri büyük, biri küçük, onların arasından geçeriz. “Simi’den geçiyoruz değil mi?” dedi. “Evet…” dedim. Sonra dolaştık oradan Serçe Limanına girdik. “Aloş Serçeye geldik, Nazif’e söyle bu hava gece eser demir alamayız…” dedi. Havada bir şey yok. “Biz buradan kalkalım, Bozukkale’ye geçelim…” dedi. Gittim, Nazif ağabey, Recep Kaptan böyle böyle diyor dedim. Kalktık, zaten hemen arkası, yanaştık Bozukkale’ye. Bir fırtına patladı, olmaz böyle bir şey. Kalsaydık belki arabayı düşürecektik. Vardık Rodos’a. Liman polisi geldi, evraklarımızı istedi. Önce Nazif ağabeyi görünce yaşlı başlı, “Kaptan sen misin?” dedi. “Hayır…” dedi. İsmet’e döndü “Kaptan sen misin?” dedi. İsmet’te “Hayır…” dedi. Bana da “Senin yaşın tutmaz…” dedi. Biz de Recep Kaptan’ı gösterip “Kaptanımız bu…” dedik. Adam az daha bayılıyordu şaşkınlıktan. Sonra Nazif ağabeye “Sen gel içeriye, imzayı sen at…” dedi. Hiç sıkıntı olmadan teslim ettik arabayı…”

İnanılır gibi değil…

“Bir de Zurzur Hasan tabir ederdik, çok büyük kaptanlardandı o da. Ama o denizi motorluyla da biliyor, dalgıçlarla çok uzun süre çalışmış. Denizin dibini karış karış bilirdi. Kuşadası’ndan çıktık, Belçikalı bir gurup var içerde, dalgıçlar gurubu, Alanya’ya kadar gidiyoruz. Side’ye geldik. Dalınıyor çıkılıyor, Side’de dip hep kum, hiç taş yok. “Aloş, git söyle Belçikalıların başkanına burada taş yok, dışarıda bir yerde var, yarın sabah götürürüm..” dedi. “İstiyorlarsa orada dalsınlar, oradan başka taş yok burada…” Gittim böyle böyle söylüyor kaptan dedim. “İyi sabah gidelim o zaman…” dediler. Sabah motoru çalıştırdık, açıldık. Kara bayağı uzak kaldı, kaptan durdu; “Funda demir, burası kırk metre” dedi. Demiri attık, tam kırk metre. “Buradan dalın. Güneşi sağ kolunuza alın şöyle yüz, yüz elli metre gidin, orada bir taşlık var. Buradan başka taş yok. İşinize gelirse, yoksa Alanya’ya geçelim…” dedi. Hakikaten dalındı ve orada o taşı bulduk. Side neresi, Bodrum neresi, bu adam oraların denizlerini biliyor. Böyle kaptanlarımız vardı. Bilmem Bodrumlu kaptanlar hakkında kafanızda bir şey oluştu mu…?”

Siz de her Girit göçmeni gibi denizcisiniz değil mi? Ekmeğinizi deniz turizminden mi çıkardınız?

“Elbette. Başka bir şey düşünülemez ki. Ben Dalgıçlık da yaptım, deniz turizmi de. İki tane charter teknem vardı. Çok lüks yaptığım için bana kızdılar. Efendim ben çok istiyormuşum. Onlar o fiyata satamıyorlarmış. Eeee senin teknende bir tane tuvalet, duş var. Benim her kamaramda duş, tuvalet var. Deniz suyunu tatlı suya çeviriyorum, her kamaraya klima koymuşum. Yıl seksenin başları,  buz kasaları var, buzlar içine konur ve kırılır. Her şey içine girer, sonra rakı içerken maydanozlu rakı içersin, rakının içinde kıyma parçaları bile olabilir. Lakin bizde olmazdı. Çünkü o zaman İsveç’ten, 12 volt çalışan buz makineleri, dipfrizler, buzdolapları getirdim. Belki  Türkiye’de bile öyle bir şey yok. Klimaları Amerika’dan getirttim. Anlayacağın öyle bir tekne yaptık. Adı da “Artemis…” Özel şaraplar dahi yaptırdık. Yani kamaraya girdiğiniz zaman, beş yıldızlı bir otelde gördüğünüz her şey, orada var. Adamın saç tarağı, kadının rujuna kadar hepsi var. Odaya bir şarap konur, yanına bir gül, çikolata. Artemis-1 altı kamaralı, Artemis-2 ise beş kamaraydı. Çünkü arkadaki iki odayı master kabin yaptık. 30 metrekare, içinde özel barı vardı, özel müzik tertibatı. Düşünün böyle bir lüks tekne ile mavi yolculuk. Tabii o zaman burada klimayı bilen yok. bir iki firma klimalı diyerek fan, vantilatör falan koydular. Ama jeneretör yok. Limana girdiği zaman eğer elektrik alırsa, o fan anca o zaman çalışıyor. Öteki türlü çalışmıyor, bende ise çift jeneratör var. Rekabetten kaynaklı bayağı bir sıkıntılar oldu o zaman. Bir de benim müşterim geliyor, ben onlara welcome kokteyli yapıyorum. Teknenin kıçına masaları sererim, üzerini örter oraya işte çeşitli aperatifler, viskisi, cini, ne istiyorsa var. Havyara varana kadar. Havyarı Rodos’tan alıyorduk, çok ucuzdu. Tabii millet bunu görünce bayılıyor…”

aloş oral cengiz (1)O dönemler hep anlatılıyor, Cevat Şakir de sizin sohbet ettiğiniz biri, biraz ondan bahseder misiniz, nasıl birisiydi? Seven de var, sevmeyen de var, edebiyatçı tarafını söylemiyorum tabii, halkın içindeki Cevat Şakir’i soruyorum?

“Cevat Şakirin cebinde para yok. Yoksul bir adam. Buraya para kazanmaya gelmedi ki. Adam burada sürgün hayatını yaşadı. Ben size bir şeyini anlatayım. Deniz yoluyla bir prens mi, kral mı bir şey gelecek. Babamın anlattığı bir olay bu. Nasıl karşılanacak? Bir telaş, çünkü lisan bilen kimse yok. Kim yapar bunu, Cevat bey. Hemen Cevat beyi buluyorlar ve durum böyle böyle diye anlatıyorlar. “Tamam” diyor Cevat bey “Ben gelirim, gerekeni yaparım…” diyor.  Lakin Cevat beyin kılık kıyafeti eski püskü. Yani protokol için müsait değil, ne yapacağız? Babam Mustafa Oral terzi, İzzet Ünver’le falan çalıştı, Çömlekçi doğumlu. Babama diyorlar ki hemen bir takım elbise yetiştir. Alıyor ölçülerini falan, elbise hazırlanıyor. Cevat beye teslim ediliyor. Neyse gelecek olan şahıs geliyor, limanda karşılanıyor. Cevat beyi bekliyorlar. Cevat bey karşıdan geliyor, elinde bir sırık, kıyafet de ona giydirilmiş. Kendisi yine o hırpani, eski püskü kıyafetiyle. “Cevat bey bu ne?” diye soruyorlar. Cevat bey de; “Benimle konuşacaklarsa böyle, yok elbiseyle konuşacaklarsa elbise de burada…” diye yanıt veriyor. Dört dörtlük bir adamdı, çekemediler de ondan arkasından dedikodu yaptılar. Cevat beyin açık fikirliliğini buranın kapalı halkı kabul edemedi. Çünkü bizim yaşamımıza tersti birazcık onun yaşamı. Rahattı, kimseyi takmazdı. Ama kimseye de bir zararı yoktu. İçkiyi dedem Ali Cengiz ile beraber içerdi. Dedem verirdi. Çünkü dedeme yardım ederdi. Dedem o zaman dünyanın her tarafına sünger gönderiyordu. Dedemin dükkan yoktu, sadece bir deposu vardı. O depo da sünger deposuydu. Şimdiki Katamaran’ın arkasında. Bir de Kumbahçe’de bildiğiniz Ali Cengiz kahvehanesi vardı. Orası da sünger deposuydu. Temizlik, yani makaslama orada yapılırdı. Mahallenin kadınları gelir, sünger işlerlerdi. Yevmiyelerini alır giderlerdi. Erkekler hep dışarıda denizde olduğu için, erkekler sünger işleme işine giremezlerdi, kadınlar yapardı. Bittikten sonra da dede onların ihracatını yapardı. Bin bir güçlük içinde yapılırdı o ihracat. Dedeye bütün yazışma işlerini Cevat bey yaptığı için, dededen sadece içki istermiş. Dedem de “Git Ali Ziylan’dan yada Şalvarağa’dan al, hesaba yazdır…” dermiş…”

Peki Bodrum’un bu kadar çok büyüyeceğini düşündünüz mü?

“Hayır ! Çünkü Bodrum, tamamen tecritti. İşi yoksa eğer Bodrum’dan, Milas’a bile giden olmazdı.

Bodrum’da büyük bir değişim ve dönüşüm yaşanıyor. Bodrumlular satıp savurdular mı? Bu sürece nasıl gelindi, hata kimin?

Hata hepimizin. Çünkü biz, yukarıdan hiçbir şekilde yardım alamadık. Yukarıdaki güçlüler hep yardımları aldı, etrafı da onlar kapattı, bize yer bırakmadılar. Satıp savurdular kısmını kabul etmiyorum. Bodrumlular çocuklarını okuttular. Oğlanlar denizci oldu, turizmci oldu, kızlarımızın hepsi iş sahibi oldu. Satmak zorundaydı. Adamın evinde hiçbir şey yok, ekmek zeytinle yaşıyor. Adamın arazisine birisi para veriyorsa son üç günümü bari adam gibi yaşayayım dedi. Arsayı satmak zorundaydı, arsa elinde kalsa onun üstüne bir şey yapacak parası yoktu ki.

Ticari ahlak açısından soruyorum; bir şey değişti mi?

“Ben bir şey söyleyeyim mi, Karya’nın olduğu yer, mal sahibi bize geldi, tanıdığımızdı, “7.500 liraya burayı satıyorum” dedi. Babam “tamam” dedi. Biz ertesi gün orayı 33.000 liraya aldık…”

aloş 3O günler özlemle anılıyor, zaten gözlerinizden de belli, özlemişsiniz o günleri, şu hali gördükten sonra her halde, o günle bu günü bir karşılaştırınca, işte geleceğe ışık tutmak adına, çocuklarımıza bir mesaj vermek adına neler söylemek lazım?

“Hiçbir şey…”

Yok mu söyleyecek bir şey?

“Ne söyleyeyim? Şimdiki çocuklar çok farklı, o zamanki insanın mantalitesi de farklı, yaşam farklı. Şimdi herkesin elinde bir bilgisayar, dünyanın her yeriyle iletişim var. Biz o zaman buradan İzmir’e üç günde, İstanbul’a beş günde gidiyorduk. Şimdi İstanbul bile 45 dakika…”

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.