Bodrum Gündem

Doğuştan Gazeteci CAN PULAK… BG Dergi Söyleşi…

Doğuştan Gazeteci CAN PULAK… BG Dergi Söyleşi…

can pulak 1“Ben doğuştan gazeteciyim. Nasıl ressam olunmaz, doğulursa, nasıl bir sanatçı olunmaz, doğulursa, gazeteci de olunmaz doğulur…”

 

Mithat Paşa (İnönü) Stadını çepeçevre saran bir nevi yeraltı tribünü olan duhuliyeden maçın gidişatına dair bilgi almaya çalıştığında daha 17 yaşındaydı. Stadtakiler coşuyor ama o sadece futbolcuların ayaklarını görebiliyordu. Çakmak gibi gözleri kalenin arkasında fotoğraf çekenlere takıldı bir an. İşte tam da orada olmalıydı. Hedefi belliydi artık. Ne yapıp edecek o kalenin arkasından maçları izleyecekti.

can-pulak-6Kim derdi ki bu heves onu yıllar sonra 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın basın danışmanlığına kadar götürecek olan mesleğinin ilk adımları olacak. Bugün 75 yaşında olan Can Pulak’la gazetecilik serüvenini ve hayatında iz bırakanları konuştuk.

Söyleşi: Çiçek Bozoğlu

DSC_0066Sohbetimizin başında şu cümleler dökülüverdi dudaklarının arasından “Memleketini seven, anayasasına sıkı sıkıya bağlı, Türkiye sevdalısı olarak İstanbul’da doğdum. Okur, yazarım. Ankara’da geliştim, 75 yaşında Bodrum’da son nefesimi bekliyorum”. Bir ömrü anlattı geçti bu cümleleriyle.

1942 yılında Beşiktaş’ta,  mühendis bir babanın dört çocuğundan biri olarak dünyaya gelir. Çarşı’da doğar ama sıkı bir Fenerbahçeli olur Can Pulak.

Eskiden evin babası hangi takımı tutarsa çocuklar o takımı tutar, hangi siyasi görüştense ailenin geri kalanı da o siyasi görüşten olurdu.”

 can pulak 1Peki ya gazetecilik? Bu mesleği seçmenizde ailenizin etkisi oldu mu?

Ben futbol hastasıyım. O zaman öğrenciyiz, futbol maçlarına gidecek paramız yok. Rıfat Paşa Stadı’nda duhuliye diye bir yer vardır tribünlerin altında, tel kafeslerin içerisinde. 2,5 liraydı maçı seyretmek. Orada sadece futbolcuların kramponlarını görürdünüz zaten, sahayı göremezsiniz. Önde büyük büyük abilere sorardınız kim gol attı diye. Onlar da bize cevap bile vermezlerdi. Baktım kalenin arkasından fotoğrafçılar var. Ben fotoğrafçılık yapsam, maçı tam kalenin dibinden izlerim diye düşündüm bir an.  

Maça gittiği her gün o fotoğrafçılardan birini yakalamak için çok uğraşır. O vakitler Işık Lisesinde öğrencidir. Yıpranmış pantolonun yerine yenisini almak için Maçka- Tünel tramvayıyla  Beyoğlu’na çıktığında Çiçek Pasajının önünden geçerken Foto İfa Hikmet tabelası karşına çıkıverir. Kale arkasında fotoğraf çeken abinin bindiği motosikletin üzerinde de aynı isim vardı. Üstelik dükkanın camında “Eleman Aranıyor” yazısı da vardı. Zar zor ikna eder İfa Hikmet’i. Cumartesi öğleden sonra okuldan çıkar ve Pazar günü akşama kadar bedava çalışmaya başlar fotoğrafçıda. Beyoğlu Spor ile  Adalet  karşılaşmasında kaleye atılan golü çektiğinde bu başarısı onun gazetecilik hayatının da başlangıcı olur. O devrin en büyük spor gazetesi olan Türkiye Spor’a transfer olan Can Pulak,  derslerini ihmal ettiği için ailesi fotoğrafçılık sevdasına pek sıcak bakmaz. Neyse ki fotoğrafçılıktaki başarısını derslerinde de gösterir ve Vatan Gazetesinin Ankara bürosunda çalışmasının önündeki engel de kalkar böylece.  

Türkiye Spor’da Rauf Tamer, Akgün Tekin ve Mehmet Türker gibi özel insanları tanıdım. 18 yaşında Vatan Gazetesinin Ankara Bürosunda fotoğrafçıya ihtiyaçları vardı.  Ankara’da birlikte görev yaptığım arkadaşlarımın hepsi evli. O zamanlar gece nöbetleri var. Kimin gece nöbeti varsa onun yerine ben gittim işlere. Hem işi iyice öğrendim hem de para kazandım. Bir ara öyle bir hale geldim ki maaşımdan daha çok nöbet parası kazandım. Bunun iki türlü faydası var; ertesi gün gazetelerde Can Pulak ismi yazıyordu ikincisi de maddi kazancın artıyor.

can-pulak-9Kazancı da düzelen Can Pulak, Kavaklıdere’de bir pansiyona yerleşir. Yabancısı olduğu bu yerde yüreği sıcacık dostları olur. Hasan Hüseyin Korkmazgil, Yılmaz Günüşbaş ve sonradan Yargıtay Genel Sekreteri olan Hüseyin Deniz bunlardan bazıları. Fakat onun niyeti gazetede yatmaktır. Mehmet Kemal Kurşunluoğlu’nu ikna eder ve koleksiyon gazetelerinin üzerine konulduğu somya geceleri başını koyduğu yatağı olur. O güne kadar sadece foto muhabiridir. İlk yazılı haberini İsmet İnönü ile yapacağını tahmin bile edemezdi.

O dönemde daha fotoğrafçılıkla muhabirlik yan yana yürümüyor. Herkes kendi branşında çalışıyor. İsmet Paşa basın toplantısı yapacak Pembe Köşkte. Ben de fotoğrafçı olarak gideceğim ama birlikte gideceğim arkadaş gelmedi. Geç kalıyorum diye atladım gittim köşke. Orada da bekliyorum hala yok. Mecburen kağıdı kalemi çıkardım Paşa ne söylediyse birebir yazdım. Gazeteye geldim muhabir arkadaş hala yok. Oturdum haberi yazdım. Kemal abiye telefonla durumu izah ettim. Hemen geldi, haberi benim yazdığımı öğrenince inanamadı. ‘Oğlum seni muhabir yaptık’ dedi.

Sıkı yönetimin hakim olduğu yıllarda çok dayak yemiş gazeteciler. Sağcısı solcusu fark etmeksizin aynı nezarette sabahlamışlar defalarca.

O dönemde iki tane muhalif gazete vardı. Biri Zafer biri de Turan Dilligil’in meşhur Adalet Gazetesi. Haberlerimiz  Milli Birlik Komitesi’nin işine gelmezse  bizi içeri alır iki gün döver sonra bırakırlardı. Bir iki gün çalışırdık, tekrar alırlardı dayak yerdik tekrar başlardık. Sağ sol gerilim yavaş yavaş başlamıştı.  Sıkıyönetimde Albay Selami diye biri vardı adını duyuyoruz ama hiç görmemişiz. Fakat Albay Selanik korkusu gece nöbetçileri arasında bir destandı. Bir de Cemal Tural zamanı var sıkıyönetim sonrası. Cemal Tural birlikleri ziyaret etmeye gittiğinde şişman subay görünce bütün eratın karşısında o subayı koşturuyordu. Göbekli subay Türk ordusunda olmayacak diye. Öyle sert anlayacağınız. Onun komutanlığı zamanında basın çok büyük sıkıntılar çekmiştir.

can-pulak-7Dayak yediği zamanlarla şimdiki dönemi şöyle karşılaştırıyor duayen gazeteci ;

O dönemlerde de çekiyorduk amma bugünkü gibi değildi. En fazla en fazla içeri alıp sopa atıyorlardı, tekrar bırakıyorlardı. Biz işimizi yapmaya devam ediyorduk. Bildiğimizden şaşmıyor doğru bildiğimizi yazıyorduk. Yıl 1982. Kenan Evren Sarıkamış’ta tatbikat yaptırıyor. İtalyan Amiral’de izleyecek tatbikatı. Basından arkadaşlarla beraber beni de davet etti. Orduevinde akşam yemeği yiyoruz Paşayla ‘Senin gibi kravat gömlekli bir tane adam yok. Yabancı amirallerin, generallerin önünde utandım, dökülüyor adamlar” dedi. Biz plaja bile kravat gömlekle giden bir nesiliz.  Paşaya “Kızmak yok, gazeteci özgür adamdır. İşini doğru yapıyor mu, haberin doğru yapıyor mu ona bakmalısınız’ dedim. Orada bana verdiği demeç yüzünden TBMM’de dayak yedim. CHP ile Adalet Partisi’nin yaptığı ilk ittifak beni dövmekle ilgilidir sanırım. Demeçte; “Türkiye tehlikeli bir uçurumun kenarında. Millet korkudan sokağa çıkamıyor.  Kenan Evren’e ‘Ne düşünüyorsunuz’ dediğimde ‘Vallahi Can ben bu işi 5 dakikada çözerim ama kan dökmek istemiyorum’ cevabını haber yapınca Günaydın’da manşet oldu. Ertesi gün mecliste CHP ve Adalet Partisi kulislerinde sağlam bir dayak yedim. Oktay Ekşi bir köşe yazısı yazdı “Can’a uzanan eller kırılsın, basına uzanan eller kırılsın” diye.  Gazeteciliğin en iyi yıllarıdır diyebilirim.

Sizin döneminizin bütün gazetecileri cesur muydu?

Korkak gazetecilik dönemi terörle beraber başlamıştır ülkemizde. Terörden korkanlar bu işi layık-ı ile yapamamışlardır ama o dönem öyle cengaver isimleri çıkarmıştır ki bunların içerisinde Uğur Mumcu’yu sayabilirim. Bana “Hayatımda sevdiğim tek faşisttir” diye bir yazı yazmıştı. Nasıl büyük önderimiz Atatürk Nutku’nda bugün başımıza gelecek felaketleri söylemişse, Uğur Mumcu’nun da bütün söyledikleri tabak gibi ortaya çıktı. Bizim gibi düşünen siyasi yapıya sahip insanları onun söyledikleri çok öfkelendirdi ama sonuçta hepimiz gördük ki Uğur Mumcu haklıymış. Çetin Emeç, Abdi İpekçi bu memleketin yarattığı cengaver gazetecilerdir. Bana göre gazeteciliğin vizyon sahibi profesörleri idiler. At gözlüğü ile önünü seyretmeyen, çok geniş bir perspektifle dünyayı ve ülkesini görüp değerlendirebilen insanlardır bunlar. Biz bu insanlara solcu, komünist diye yafta yapıştırdık. “Lenin, Mao kalksa bunların sağına düşer” derdik. Önyargılı davrandık onlara karşı. Tıpkı Köy Enstitüleri’nin Türkiye için ne kadar faydalı bir müessese olduğunu yıllar sonra görüp kabul ettiğimiz gibi.  Keşke Türkiye’nin bütün köy okulları Köy Enstitüleri haline dönüşseydi de Türk toplumu iyi yetişmiş insanlardan oluşsaydı.

can-pulak-10Aileden sağ görüşlü olmasına karşın etrafındaki yakın arkadaşları hep sol görüşten olan Can Pulak bu durumu şöyle açıklıyor;

Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Kardeşim Can” dediği adamım. Hiç kimsenin beni solun en büyük şairlerinden Ahmet Arif gibi sevebileceğini zannetmiyorum.  Mustafa Ekmekçi, o dönemin gençlik liderleri, Milli Devrim ordusunun başkanı Dr. Çağlar Kırçak. Türkiye’ye onun kadar yiğit bir beyin, iyi bir tıp adamı, inanılmaz belagatte bir demagog gelmemiştir. 

Aileden Demokrat Partiliyiz biz. Eskiden siyaset de futbol kulübü tutar gibiydi. Fenerbahçeliyim. Niye? Babam o takımı tutuyor. Niye Demokrat Partilisin? Bizimkilerin hepsi Demokrat Partili. Senin aklın fikrin yok mu diyemiyordun o dönemde. O evde Demokratlar, bu evde CHP’liler diğer evde bir başkası, öyle bakılırdı.

Gazeteci olunur mu, doğulur mu?

Ben doğuştan gazeteciyim. Nasıl ressam olunmaz doğulur, nasıl bir sanatçı olunmaz doğulursa gazeteci de olunmaz doğulur. Şimdi gazetecilik mektepleri var ama bakıyorum mezunlarından mesleğe giren bir avuç insan. Yok. Neden? Çünkü gazetecilik; beceri, özveri, heyecan, coşku isteyen bir meslektir. Bu coşkunun ve heyecanında Fakültesi dünyada yoktur. O nedenle gazeteci olunmaz doğulur.

Okullarda neyi eksik öğretiyorlar?

Oradaki kitabi bilgilerle, hayatın, mesleğin gerçekleri örtüşmüyor. Mesleğin gerçekleri ile örtüşebilmesi için okulları kadar bir süreyi de gazetelerin, gazetecilerin içerisinde bir eğitim alarak tamamlamaları gerekiyor. Bu durum karadaki kaptana benzer. Nasıl denizciliği teknenin içerisinde öğrenirsin gazeteciliği de gazetecilikte öğrenirsin.

Eskiden insanların çocukları bir işte tutunamayınca gazeteci bir büyüğün yanına verirlerdi meslek sahibi olsun diye. O girişlerde akıllı, beceri sahibi olanlar devamlı tırmanışa geçerlerdi. Bizim Hafız dediğimiz kafasını kitaptan kaldırmayanlar ile o dışarıdan gelen becerikli dediğimiz gazeteciler arasında hakikaten büyük bir fark olurdu. Bu kulvarda  hep koşan kazandı.  Rahmetli Mete Akyol bunun en güzel örneğiydi. İran Şahı Türkiye’ye geldiğinde Mete garson kılığına girerek ona hizmet etmiş ve bir röportaj yapma başarısı göstermişti. İşte O gazeteci olarak doğanlardandır. Ertuğrul Akbay’ın bize Amerika’dan başkanla beraber bir fotoğrafını ve röportajını göndermesi özel bir başarıdır. Ama tabi sonradan gazetecilik okullarından başarılı biçimde mezun olup mesleğe giren gazeteciler de çıkmıştır. Bugün iyi gazeteci kim diye baktığımızda 20 -25 yıllık geçmişi var bu meslekte. Son 5 yıl içerisinde çok iyi gazeteci var dediğin biri olsa isim olarak en başta ben alkışlayacağım.

can-pulak-8Diğer mesleklerin yanında pek de itibarı yok aslında?

Çocuğunun gazeteci olmasını isteyen bir aile görmedim bu güne kadar. Gazetecilik hiçbir zaman Türkiye’de ciddi bir meslek olarak görülmedi.  Eğer çocuk kendi kabiliyetiyle gazeteci olmuşsa da ana babalar korkmuştur “Aman oğlum başına bir kaza bela gelmesin, nereden girdin bu işe” derler. Gurur duyan, takdir eden biri olmadı. Gazetecilik hakikaten çok ciddi bir meslek oysa ki.  Mühendisin yaptığı hatada en fazla bina yıkılır, gazetecinin yaptığı hata da bir toplum yıkılıyor. Dilim varmıyor ama toplumumuzun bugün bu kadar gerilemesinin sebebi gazeteciliği tam manasıyla yapamıyor olmamızdandır.

Bunca yıllık tecrübenize dayanarak nedenlerini söyleyebilir misiniz?

Kimimiz yasalardan, kimimiz iktidardan, kimiz de ekonomik baskılardan korktuk. Gazeteciliği tam anlamıyla yapamadık. Gazeteciliği doğru düzgün yapsaydık bugün Türkiye’de yapılan yanlışların çoğunu önleme ve frenleme ortamını da yapmış olurduk. Ama şunu söyleyemedik “Gazete sahipleri ticaretten elini ayağını çeksinler.” “Başka türlü bizim ciddi gazetecilik yapabilme imkanımız yok” diyemedik.  Bugün memleket ile ilgili bir sorunu yazdığımızda patronunuzun ekonomik ilişkilerini tesir ediyorsa benim hiç bir şansım yok. Ya kapının dışına koyacak, yahut da bunları yazma diye baskı yapacaklar. Basın mesleği bugün maalesef öyle bir darboğazdadır.

Bu darboğazdan çıkılamaz mı?

Herkes oturup ciddi gazetecilik yapacağız diye karar almaya çalışsa da artık ortam müsait değil. Ben gerçekten de kısa pantolonla gazeteciliğe başladım ama bugün ki kadar baskı görmedim. 

Yaşamınız boyunca önemli gazetelerde görev yaptınız.  Kimsenin tesirinde kalmadınız mı haberinizi yaparken?

Dünya Gazetesinde İstihbarat şefimiz Yaşar Aysev bana görev yazmış.  Ankara Sanayi Odası Başkanı ile saat 12’de röportaj. Ben saat 11 buçukta hazırlanıyorum, dediler ki muhasebeye uğra. Bizim gazetecilikte “muhasebeye uğra” çok tehlikeli bir laftır. Muhasebeye uğradığında genelde işine son verilir. Bir zarf uzattı muhasebe müdürü içinde epeyce bir para var. Genel Yayın müdüründen mühim bir adam olduğu için ona öyle çok soru soramazsın.  Çıktım yukarı Yaşar’a sordum parayı ne yapacağımı “Oğlum Saat kaç saat? 11.40. Oraya gittiğinde saat 12 olacak. Adam sana haydi yemeğe gidelim dediğinde bu para ile sen ısmarlayacaksın yemeği. Adamın ödediği yemeği yemeyeceksin, bizim gazetenin prensibi budur. Adamın ödediği yemeği yersen onun anlattıklarının tesirinde kalır haberde tutukluk yapabilirsin” dedi. Bu hatıram yüksekokulların kitaplarında yer alır. Şimdiki dönem gazetecilerine baktığımda şu lokanta çok güzeldi, bu otelde yataklar çok iyiydi diye el kesesinden yayın yapıyorlar.  Türkiye’nin o dönemdeki en seçkin, en yetkin en iyi gazetecilerinden Ergin Konuksever, Shell’in davetini kabul edip Alaska’ya gittiğinde Haldun Simavi onun işine son verdi ki orada Haldun Bey haksızdı üstelik. Genel Yayın Yönetmeni Necati Zincirkıran’ın izni vardı. Buna rağmen işine son verildi.

can-pulak-12Basın İş Sendikasındaki Genel Sekreterlik döneminizi de anmadan geçmeyelim. 

Basın İş Sendikası hem matbaacıları hem de gazetecileri bir araya getiren oluşumdu. Beni de çok genç olmama rağmen Genel Sekreterliğine seçmişlerdi. Toplu iş sözleşmesinin taslağı hazır olduğunda hangi gazeteye gideceğimizi bilemedik. Milliyet veya Hürriyet’e gitsek bizi kapıdan kovarlar. Yeni açılmış olan gazetelerden birine gidelim dedik. İzzettin Turanlı’nın sahibi olduğu Son Baskı Gazetesine toplu sözleşme yapmaya gittik ve meslektaşlarımızın haklarını almak için sağlam pazarlık yaptık. O dönemde bir muhabir maaşı 150 Lira ise biz almışız 600 Lira.

Üstadın anlattıkları Nazım’ın “Yarin yanağından gayrı, her yerde, her şeyde hep beraber” dizelerini getiriyor insanın aklına

Kültür açısından benden fersah fersah kaliteli arkadaşım Yünal Sayın’la Küçükesat tarafında 5 odalı güzel bir ev tuttuk. Yünal’ın arkadaşı İstanbul Arena Tiyatrosunun sahibi Asaf Çiğiltepe, tiyatroları dağılınca Ankara’ya geliyor ama kalacak yeri yok. Yünal “Asaf otelde kalacağına burada kalsa olur mu” dedi. Oda çok kalsın dedim. Birkaç gün arayla Ayberk Çölok, Tunca Yönder evin diğer odalarına yerleştiler bile. Son olarak “Işık Toprak var gelsin mi” diye sorunca “Benim odaya dokunma da kim gelirse gelsin” dedim. Bu ekip bizim Küçükesat’taki evde Ankara Sanat Tiyatrosunu kurdu. Godot’yu Beklerken, Ayak Bacak Fabrikası’nın provaları bizim evimizde yapılmıştır. Ben o sırada üç gazetede birden çalışıyordum. Gece yarısı uyku içinde gelip sabah erken çıkıyorum. Bir gece eve geldim “Aman ihtiyacımız var sana” dediler. Tunca Yönder gelmemiş onun tekstinin okunması lazım, yoksa provalar yarım kalacak. Kendimi teksti okurken buldum “Adım Pozzo, Pozzooo. Hiç bir şey hatırlatmıyor mu bu size? Hiçbir şey mi? Görebildiğim kadarıyla insana benziyorsunuz. Ademoğlu, benim türümden…  ha ha ha ha”. Kaç sene geçti hala ezberimde bu replik . Ekip Türkiye’ye adını altın harflerle yazdırdı, kitaplarının okunması yasak olan yazarların bile oyunlarını sahnelediler. 

menderese_garsonlukHazır hatıra koridoruna girmişiz Can Pulak’ın, bir anısını daha paylaşalım.

Ankara’da basın baloları çok müthiş olur. Sosyete, siyaset, başkanlar. Yönetim kurulundan arkadaşlarla beraber hazırlıyoruz baloyu. Baloda smokin giyinmek gerek fakat yönetimden kimsenin smokini yok. Cüneyt Gökçer Devlet Tiyatroları Genel Müdürüydü, beni de çok sever. “Abi çoktandır röportaj yapmadık seninle” dedim hemen randevulaştık. Röportajı yaptık ama hazır gelmişken bir derdimiz var dedim. Basın balosu var ama hiçbirimizin giyeceği smokini yok. Devlet Tiyatroları Kostümleri sorumlusu Hale Hanımdan evrak karşılığı 30-40 tane smokin aldık. Ama benim gözüme çizgili kumaşı olan kuyruklu bir tane takıldı. İlla da onunla baloya katılacağım. Ben giyinip geldim bir kahkaha. “Penguene benzemişsin, bu kıyafetle çıkılır mı? Frak bu smokin değil” dediler.  Yapacak bir şey yok, mecburen çıkardık frakı ama aklım da kaldı açıkçası.

Bir ömre sadece güzel anılar sığdırmamış Can Pulak. Memleketi için de elinden geleni ardına koymamış.

“Siz bu memlekete bir şey verdiniz mi ”  diye sorsalar ben vicdanen müsterihim. Benim bu hayatta para ile hiç işim olmadı. Mal mülk yapmadım, malım mülküm olmadı. Nasıl dedim gazeteci olunmaz doğulur, çevreci de olunmaz doğulur. Çocukluğumuzdan bu yana çiçek, böcek, yeşil dostuyuz. Öyle büyüdük. Türkiye’nin doğal güzelliklerinin korunabilmesi adına bir fırsat çıktı önüme. Ben yıllarca bu konularda yazdığım çizdiğim her şeyi yapabilme imkanına kavuştum. O da 7 yılı Başbakanlıkta, 3 buçuk yılı da cumhurbaşkanlığında geçen bir görev sürem oldu. Başbakanlıktaki dönemde Özel Çevre Koruma Kurulu (ÖÇK) diye bir Kurumu hem düşündüm, hem kabul ettirdim, hem de onun bütün kararnamelerini, yasalarını çıkarttım. Şansım rahmetli Turgut Özal gibi doğa açısından gerçekten son derece duyarlı, o konuda yapılabilecek olan her şeye sonuna kadar izin veren, destekleyen yapıya sahip bir lider ile beraber çalışmış olmak.  Projenin ilk pilot bölgesi Göcek’ti. Bu ülkenin değerlerini koruyabilmek için bu fikirleri derledim, topladım, kendi fikrimi de onun içine koydum ve bir taslak hazırladım. Dönemin başbakanı rahmetli Özal’a başdanışmanı sıfatıyla verdim. Çok memnun oldu, hemen bunları uygulayalım dedi.  Ülkem için kalıcı bir hizmet oldu ama nereye kadar kalıcı olur bundan sonrasını bilemem.  Çünkü bizim kurduğumuz ÖÇK kurulu önce Çevre Bakanlığının içine alındı sonra Çevre Bakanlığı ile birlikte hepsi Orman Bakanlığı’na, oradan da çıkarıldı Şehircilik Bakanlığının altına verildi.  Dolayısıyla bürokrasi çevreciliği orayı burayı dolaşmaktan öğrenemedi. 

can_pulak_bodrumdan_mersine_bodrum_gundem (13)“Ağaç yaşken eğilir” atasözünden hareketle ülkemizin çevre sorununu kökten çözecek inanılmaz bir projeye daha imza attınız aslında.

Devletteki görevim sırasında Çevre İzcileri Kulüpleri kurdurdum okulların bünyesinde. İyi derece ile mezun olan 40 bin izciyi rahmetli Özal’ın desteği ile Gökova ve Bolu Aladağ’da hazırlanan kamplarda 3 er haftalık eğitime tabi tutturdum. Bu kamplar için devletin bir lirası dahi harcanmadı. Rahmetli Özal “Nasıl yapacaksın? Aman benim başım belaya sokma” dediğinde “Nasıl size Okluk u parasız yaptırdıysam bunu da aynı şekilde yapacağım” deyince izin verdi. 40 bin Çevreci İzci Ankara’da üniformalı bir de büyük gösteri yaptık. 19 Mayıs stadına çıkıp Çankaya Köşkü ne kadar. İhtilalden sonra Ankara’nın gördüğü en büyük üniformalı yürüyüştür. Türkiye’nin en büyük izcilik hareketidir. Şimdi İzcilik Federasyonu var ama yollarda bir izciye bile rastlayamıyoruz. Federasyonun parası var, başkanı var ama izcisi yok. Eğer proje yaşamış olsa idi o çocuklar bugün 50 yaşlarında olacaktı. Çevre bilinci ile büyümüş olan on binlerce vatandaşımızla Türkiye’nin çevre sorunlarının yüzde doksanı halledilmiş olacaktı. Bu memleket için ikinci kalıcı projemiz de bu oldu.

Dünyaya örnek olacak bir çevre koruma projesi aslında.

Kampın açılışını dönemin Birleşmiş Milletler Sekreteri Perez de Cuellar’a yaptırmıştık. Bu da Türkiye tarihi açısından bir başarıdır. Çünkü o güne kadar Birleşmiş Milletlerden bu denli yüksek pozisyonda biri ülkemize gelmemişti. Genel Sekreter, Çevre İzcileri projemizi o kadar beğendi ki bu modeli bütün dünyaya örnek gösterdi. Bunun üzerine Dünya İzcilik Konfederasyonu beni Amerika’ya davet etti ve bu kamplardan dünya çapında 50 adedini açmamızı, parasını ise Birleşmiş Milletler fonundan karşılanacağını söyledi. Ama rahmetli Özal’ın ömrü vefa etmeyince dünya gençliğini Türkiye’de toplayacak bu projeyi hayata geçiremedik.  Sonra gelen yönetim de projeye sahip çıkmadı.

can_pulak_bodrumdan_mersine_bodrum_gundem (24)Mevcut Hükümet bunu uygular mı sizce?

Bu son 10 yılda maalesef ülkemiz, tüm cumhuriyet döneminde yapılmamış tahribatlara sahne oldu. Önce şunda bir anlaşmamız lazım; Türkiye’nin milli kaynaklarını kullanmama gibi bir lüksü olamaz. Böyle bir imkan varsa değerlendirmemek büyük bir aptallık olur. Ama Karadeniz, Ege ve Akdeniz’e büyük zararlar verildi. Fidan dikiyoruz diyorlar. Yahu diktiğiniz fidan 50 sene sonra gölgelik yapacak.  Kesmeyin bu ağaçları. Ranta teslim etmeyin ormanlık bölgeleri. İnşaatlara İzin vermeyin, yeşili betona yenik düşürmeyin diye dilimizde tüy bitti.  Ama ya aynı lisanı konuşmuyoruz ya da aynı memlekette yaşamıyoruz.  Bunu söylediğimiz yönetimler “Biz en çevreciyiz. Bizim gibi çevreci daha gelmedi bu ülkeye” ediyorlar.  Buralar artık yağmur görmüyor. Turizm’in gözbebeği Bodrum’un kenarından geçip gidiyor bulutlar.  Büyüklü küçüklü bütün belediyelere söylüyorum günahtır yapmayın. Bu belediyeler gelir gider, o koltuklarda oturanlar da gelir gider ama bir daha Bodrum ve güzellikleri geri gelmez.

Bu devletin cumhurbaşkanına basın danışmanlığı yapmak gibi özel bir görevde bulundunuz.

Rahmetli Özal iktidara geldiğinin üçüncü ayı Anadolu Ajansını devlete bağlamak istedi. O dönemde Behiç Ekşi ile beraber Anadolu Ajansı Genel Müdür Muavini idim.  Hüsamettin Çelebi genel müdür,  Necati Zincirkıran da yönetim kurulu başkanı.  Atatürk, Anadolu Ajansını sadece mali açıdan devlete bağlamış ama yayın akışı açısından cumhuriyetin ilkelerine bağlı tarafsız bir kurum olarak kurmuştu. Biz Özal’ın bu hareketine büyük bir tepki göstererek toplu istifa ettik. Aynı günün Akşamı telefonum çaldı. Başbakanın Baş Müşaviri Adnan Kahveci ile Basın Müşaviri Selim Egeli beni ziyaret etmek istiyormuş. Sayın Özal’ın arkadaşlarımın istifasını kabul ettiğini ama benimkini kabul etmediğini söylediler. Beni ajansın başına yönetim kurulu başkanı ve genel müdür olarak tayin ettiğini bunu tebliğ etmeye geldiklerini ifade ettiler. Dondum kaldım. “Böyle bir şerefsiz olduğunu size kim söyledi. Ben arkadaşlarımı satıp bu işin başına geçeceğim öyle mi? Böyle bir şey mümkün değil” diyerek kabul etmediğimi açık ve net biçimde ifade ettim.

can-pulak-10Benim en çok merak ettiğim Özallı yılları devlet terbiyesi gereği anlatmayacağını belirten Can Pulak, köşkten ayrılış sürecini şu cümlelerle açıkladı.

Özal ölmüştü ve biz bir ekip olarak gelmiştik.  Herkes şaşkın. Ayrılalım mı, kalalım mı? Bilemedik.  Esasen bizi bu göreve getiren kişi hayatını kaybetmişti ve hepimizin buradan gitmesi lazımdı. Ama devlet terbiyesi var. Yerimize geleceklere görevi teslim edene kadar bekleyip, görevi teslim ettikten sonra ayrıldık.  Renault arabam vardı çarpık çurpuk. Kendi özel arabam, bindim gittim. Gidiş o gidiş bir daha da dönmedim.  Marmaris’te ki evime geldim yerleştim.

Bu ayrılış Can Pulak’a yepyeni bir kapı açar. Bugün Milas havaalanı yolu üzerinde, Ege ve Akdeniz Bölgesine ait binlerce çeşit bitkinin yer aldığı 20 milyon Dolarlık geliri olan projenin baş mimarı olacaktır.

Köşkten ayrıldığımda oğlum 6 aylıktı ve doğru düzgün paramız yoktu. En yakın arkadaşlarım Kanada Büyükelçisi Uğurtan Akıncı ve  Erol Çarmıklı  “Senin paran yoktur. Şu kadar para gönderelim, bitince haber ver” diye arayıp duruyorlar. Param var dedim. Halbuki kuruşum yok. Barlas Kuntay geldi ve buradaki görevi teklif etti.  Bu da kalıcı bir eser gözüyle baktığım bir projedir. Çünkü bölgenin bütün bitkilerini bir araya toplayan ne bir devlet kurumu ne de özel sektörde bir firma var. 

Can Pulak, dayanamaz yöre insanını kalkındıracak çeşitli sosyal sorumluluk projeleri hazırlar. Fakat bölge insanın pek çalışmaya ve para kazanmaya niyeti yok gibidir.

Kendi kendime şöyle bir sonuç çıkardım; bölge zengin, nüfus tembel. Ne yapayım.  Burada her renkten 70 bin tane begonvil var. Böyle bir park, böyle bir depo Avrupa’nın hatta dünyanın hiçbir yerinde yok. İspanya’da toplasan 40 bin tane çıkar.  Dünyanın en büyük Begonvil parkıdır burası. 10 bin begonvil çeliği hazırlattım yoldan geçenlere bedava dağıtmak için ancak 500 tane alıcı çıktı. Salatalık dağıtsaydım alıcısı daha çok olurdu.  Ne yerel yönetimlerden ne de halktan bir talep olmadı.

Sevgili yol arkadaşı, eşi Şeyda hanımın dalından mandalina yeme isteğini bile yörenin kalkınmasına destek olacak hale getirmeye çalışması da karşılık bulamayınca bu proje de havada kalır.

Mandalinalar yerdeydi, bahçe görünmüyordu. Bir maddenin Kulübü kurayım, burada evi olan ama bahçesi olmayanlar bu ağaçları kiralasınlar hem onlar dalından meyve yemiş olur, hem mandalinalar zayi olmaz  hem de Bodrumlum bahçesini satarak betona teslim etmemiş olur dedim.  Bu projede yere düştü ama o projede yürümüş olsaydı bugün Bodrum’daki mandalina bahçelerinin kurtarmış olacaktık.

DSC_0152Her geçen gün Karayolları Müdürlüğünün refüjlerin ortasına diktiği rengarenk Zakkumların sayısı artıyorsa, bilinsin ki bu işin mimarı da gazeteci Can Pulak’tır.

Belek’te bir Turizm toplantısında tanıştığım Karayolları Genel Müdürüne refüjlerin ortasına karabiber yerine havadaki egzoz ve kurşunu emen zakkum ağacı dikmesini önerdiğimde yıllar sonra ilk kez bir bürokrat bu işi araştırdı ve hayata geçirdi. Zakkumun ayrıca bakımı kolay, 7 ay çiçek açar ve zehirli olduğu için hayvanlar tarafından yenilmez. Şimdi yollarda gördüğünüz bu zakkumlar O projenin eseridir.

Her şeyi bilme hastalığına yakalanmış bir millet olarak, gerçekten bilgisi ve deneyimi olan değerli beyinleri ve onların bu memleketin refahı için önerdiği çözümleri daha ne kadar görmezden geleceğiz? 

Biz artık bildiklerimizi anlatmak öğretmek durumunda olan insanlarız. Maalesef Türkiye’nin tek ihtiyaç duymadığı şey bilgi. Çevre konusunda Neredeyse yarım asra yakın uğraştım, didindim, çalıştım, kurumlarını koydum. Bana tek bir kişi gelip de Can Bey bu çevre konusunda doğru mu yapıyoruz, yanlış mı yapıyoruz diye fikrimi dahi  soran olmadı. ÇED raporu hazırlasınlar diye mühendis çıkartıyorlar okullarda. Amerika’daki üniversitelerde okutulan dersleri alıp bizim okullara monte ettiler ama oranın şartları ile ülkeminki örtüşmedi. 

Türkiye doğru düzgün çevre bürokratı yetiştiremedi. Türkiye’nin çevre politikası da olmadı. Bakan çevreden ne anlıyorsa ki çoğu siyasi çevre olarak anladılar bu işi, o kadar. Sadun Bora ile birlikte giderdik; kaymakamdan, valiye, oradan Ankara’ya, genel müdürlerden müsteşarlara,  bakanlara yıllarca anlat anlat tüm dilimizde tüy bitti. Adamlar tam öğrenecek tayin oluyorlardı Dolayısıyla çevre bürokratı yetişmedi. Biraz bilgi sahibi olanlar da Orman Bakanlığında kaldı. Çünkü çevreyi Şehircilik Bakanlığına bağladılar. Bari o öğrenen İnsanları buraya transfer etselerdi onu da yapmadılar. Bugün kendilerine dünyanın en çevreci kadrosuyuz diyeler bana göre en büyük tahribatı yapan bir kadrodur.  Bunu hüzünle memleketini seven Türkiye sevdalısı bir insan olarak söylüyorum.  Ülkemizi bundan sonra yönetecek olan insanlar, okullara çevre dersini koyarlar da bu bilinçle büyüyen o gençler Türkiye’nin milli çevre politikasını oluştururlar…

Yorumlar