Bodrum Gündem
TUNÇ ŞANAD

TUNÇ ŞANAD

Tunç Şanad 5 Aralık 1957 tarihinde İstanbul’da doğdu. Levent (Etiler) Lisesi’ndeki eğitiminin ardından, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. 1975 yılından bu yana kesintisiz olarak çalışma hayatını sürdürmektedir. İnşaat, turizm ve daha uzun bir süre reklam sektöründe çalıştı. Dört büyük seyahat acentesinin reklam departmanlarını kurup, yönetti. Türkiye’de gerçekleşen uluslararası büyük kongre ve etkinliklerde ekibiyle görevler üstlendi. 2002 yılından bu yana kendi ajansında reklamcılık uğraşını devam ettirmektedir. Bekar olup, 1990 doğumlu bir kızı vardır. Muhtelif dergilerde, kurumsal yayınlarda ve gazetelerde makale ile diğer yazıları yayınlanmıştır. "Ters Köşe Hikayeler” adında bir öykü kitabı vardır.

    AZMAKBAŞI’NDA ERKEK MUHABBETİ… Tunç Şanad BG Dergi yazıları…

    bodrum-gundem-dergi-azmakbasi-tunc-sanad

    Kaleden Halikarnas’a uzanan Cumhuriyet Caddesi’nin ortasından denize doğru döndüler. Kıyıdaki açık kafeye girerken Mustafa “Ben kola içeceğim” dedi.

    Adam, çocuğun teyzesi olsa buna razı olmazdı diye düşündü ve hemen gözüne çarpan tezgah üzerindeki limonata makinesini gösterdi, “Ben olsam bunu seçerdim.”

    Mustafa, içinde buz gibi limonatanın döndüğü cam fanusun dışındaki buğulanmayı görünce dayanamadı, “Evet, evet!.. Ondan istiyorum! En sevdiğim!..”

    Adam sonuçtan memnun denize en yakın küçük masalardan birine yönelirken garsona seslendi, “Bize bir limonata, bir de ince belli bardakta çay.”

    Masanın iki yanındaki sandalyelere karşılıklı oturdular. Bodrum’un iki adım atsa ayaklarını denize sokabileceği bir noktasında çay yudumlamak fikri bile adama huzur veriyordu.

    “Annem ne zaman gelir?” diye sordu çocuk…

    Adam, “Kuaförde ne kadar sıra vardır bilmem ki… Biz şimdi burada olmanın keyfini çıkaralım.” dedi.

    “Yani dondurma da yiyebileceğimiz vakit kalır mı?”

    “Kalır kalmasına da, istersen biz annen de geldikten sonra dondurmayı üçümüz birlikte yiyelim. Ne dersin?..”

    Genç garson, elindeki askıyı içindekileri dökmeme maharetini gösterircesine sallayarak gelip limonata ile çayı masaya koyarken adama takıldı, “Abi, ne olacak sizin bu takımın hali?.. Son maçta çıkan olaylar nedeniyle sezonun başındaki dört ya da beş maçı seyircisiz oynama cezası vereceklermiş.”

    Adam hafifçe burnundan soludu, “Halil, üç beş dakika vaktin varsa otur da sana işin aslını anlatayım.”

    Garson önce tereddüt etti, sonra kafenin çok da dolu olmadığını görünce yan masadan bir sandalye çekti.

    “Bak Halil… Ben yıllarca taraftarı olduğum takımın maçlarına gittim. Her yıl kombine kartım vardı. Tribün arkadaşlarım, benim onlar kadar bağırıp çağırmadan daha sakin maç seyretmemi hep eleştirdiler. Ama ben onca yıl sahanın içinde olanların yanı sıra statta olanları da izledim.”

    “Nasıl yani abi..” dedi genç garson, “Futbolcuları seyretmek için para verip, seyircileri mi seyrettin?”

    “Her şeyi bir bütün olarak seyrettim Halil… Yoksa eksik izler, yanlış anlarsın konuyu…”

    “Şimdi de bir şey anlamıyorum valla…” dedi garson.

    “Anlatıyorum, dikkatli dinle… Seyircileri izleyince şöyle bir kanaate vardım ki; bunların büyük bir kısmının hayatta hiç galibiyeti yok.”

    “Nasıl yani?..”

    “Demem o ki; bu adamlar, evde ana-babalarına, işte patronlarına, kahvede arkadaşlarına, okulda hocalarına, varsa sevgililerine ya da karılarına, hayatın tamamına karşı hep yenikler. Aklına kim gelirse herkese karşı tek bir galibiyetleri yok. İçinde yaşadıkları toplumda tek bir galibiyet alma şansları var, o da takımlarının galip gelmesi… Tutkuyla bağlı oldukları takımları ile kendilerini özleştirip takımları galip geldiğinde galip geliyor, yenildiğinde onlar da bir kez daha yeniliyorlar.”

    Adam çocuğa döndü;, “Sıkılmıyorsun değil mi?..”

    “Yok..” dedi Mustafa, “Söylediklerini anlamaya çalışıyorum.”

    Halil, “Niye durdun abi, devam etsene…” dedi merakla.

    “Diyelim ki o gün takım yenildi. Bunun en büyük suçlusu muhakkak şu efemine hakemdir. Verilmemiş penaltılar, ofsayttan yenilmiş goller, haksız kırmızı kartlar vardır. İyi de bu düşüncemizi doğrulayacak bilirkişilere ihtiyacımız olduğundan akşam ekran karşısına kuruluruz. İki hakem eskisi karşılıklı otururlar… Neydi onlar?.. Bak adlarını unuttum yine. Neyse, her bir tartışmalı pozisyonu beş altı kameranın çektiği değişik açılardan ve saniyeyi 25 kareye bölerek, yavaş, hızlı defalarca seyrederler. Ne ilginçtir ki; çoğu kez iki ters yönde görüş bildirirler. Eee, senin takımından olduğu kadar öbür takımların da taraftarı var televizyonu seyreden. Herkesin gönlünü almak lazım. Bu kadar teknoloji ile ortak bir karara varamayan şu otoriteler varken, aynı pozisyon için hakemin o anda herkesi memnun edecek en doğru düdüğü çalması beklenir. İki emekli hakem, bir eylemli hakemin infazına hükmederler. ”

    tunçAdam çayından bir yudum çekti, anlattıklarını kavrayabiliyorlar mı diye önce çocuğun sonra da genç garsonun yüzüne baktı.

    “Sonra bir dahaki maçta, şu ‘pek özel hayatındaki tercihleri sorgulanası’ hakem, yine takımının aleyhine bir karar verdiğinde kendini kaybeden taraftar, stada girerken kapıdaki görevliden kaçırabildiği ne varsa, bozuk paraydı, çakmaktı eline geçeni sahaya yağdırmaya, yakası açılmadık ne kadar küfür biliyorsa haykırmaya başlar. Ben, cep telefonunu savuran banka müdürü bile gördüm mesela… Bir an durup düşünebilseler; bu hareketlerinin kendi sahalarında oynanacak en az iki üç maçı birden seyretmelerine engel olacak cezayı almalarına sebep olacağını idrak etseler… Nerdeee?!.. Takım kaybetmekte, yani onlar bir kez daha yenik düşmektedirler. Hayatlarındaki diğer tüm yenilgiler neyse de, ama bu olmaz ki…”

    Garson Halil, “Güzel söylüyorsun da abi, seyirciyi tahrik eden hiç mi bir şey yok?” diye itiraz etti.

    Adam başıyla onayladı; “Maç oynanırken sahayı sınırlayan taç ve aut çizgilerinin dışında olan biteni de izlediğimden zaman zaman bu dediğini gördüm Halil… Ama başka bir şeye dikkatini çekmek istiyorum. Sen radyoda da spor programlarını dinliyorsundur. Kimi futbol yorumcularının statlarda çıkan olaylar nedeniyle büyük takımların birbirleriyle yapacakları maçların beş yıl boyunca seyircisiz oynanması gerektiğini savunduklarını duymuşsundur. Ben şöyle bir inceledim; genellikle sporu sadece futbol izlemek olarak algılatmaya çalışan bu radyoların her biri televizyon kanalı da olan bir gruba bağlı…”

    Adam yine çayından bir yudum aldı ve çocuğa, “Anlattıklarım ilgini çekti galiba… Unuttun limonatanı; bu sıcakta çabuk ısınacak” dedi.

    Genç garson, “Abi şunu aralıksız anlatıp, sonuca gelsen de ben de ne demek istediğini bir anlasam” diye hayıflandı.

    “Şimdi bir an şeytanın avukatlığını yapalım… İllâ öyledir diye iddia etmiyorum ama, diyelim ki; gelecek sezondan itibaren bir kaç yıllığına maçların yayın hakkını alacak bir televizyon kanalın var. Bunları izlemek isteyenlere bütün sezonu satıyorsun. Dileyene tek maçı da bedeli karşılığı seyrettiriyorsun. Kombinesi olanlar, televizyon yerine stat ambiyansını tercih ediyorlar. Ama bakıyorsun, sezonun son maçında seyirci öyle bir galeyana gelmiş ki, tel örgüleri yıkıp sahanın içine bile girmiş. Yeni sezona kendi sahanda seyircisiz oynanacak beş maç ceza ile giriyorsun. Yani kombine kart almışsın, stada canlı canlı seyretmeye ancak on birinci maçta gidebileceksin. Ama telaşa gerek yok; onları ister sezonluk abone olarak, istersen tek tek satın alarak televizyondan seyredebilirsin.”

    Mustafa, “Ondan mı bana hep ‘iyi bir taraftar ol, ama fanatik bir holigan olma’ deyip duruyorsun?” diye sordu.

    Adam garsona dönüp, “Bak şu yaştaki çocuk bile anladı ne demek istediğimi. Dilerim sen de bir şeyler çıkarmışsındır söylediklerimden?” dedi.

    Halil, yüzünde biraz şaşkın bir ifade ile “Evet… Çocuk bile anlamışsa… Tabii ben de…” diye kekeledi. Sonra “Abi, ben müşteriyi çok ihmal ettim; müsaadenle…” deyip, askıyı kaptığı gibi hızlıca masadan kalkıp uzaklaştı.

    İkisi yalnız kalınca Mustafa her kelimenin arasına biraz boşluk koyarak, “Sana… Sormak istediğim… Bir şey var…”  diye kıvrandı.

    Adam gülümseyerek çocuğa baktı. Onu, teyzesi ile ilişkisi başladığında tanımıştı. Mustafa, altı yaşındayken annesi ile babasını bir trafik kazasında kaybedince o güne kadar yılda bir iki kez gördüğü teyzesinin yanına İstanbul’a taşınmıştı. Adam yedi aydır onunla doğru bir iletişim kurmaya çalışıyor, bundan da keyif alıyordu doğrusu…

    “Tabii, sor bakalım. Önemli galiba…”

    “Şimdi yaz tatiline girdik; ben dördüncü sınıfa geçtim ya…”

    “Evet?..”

    “İşte… Aysel’le görüşemiyoruz. O da bizim sınıfta… Okul varken ne güzel onu görüyordum, konuşuyorduk. Yani şimdi sana sormak istediğim; onu telefonla arayayım mı?”

    *Ooo… Durum sandığımdan da ciddiymiş. Bence ara; hiç aramamaktan iyidir. İnsanlar yaptıklarından çok, yapamadıklarından pişmanlık duyarlar yaşları ilerledikçe… Ama edeceğin telefonların sıklığını ve göstereceğin ilgiyi çok iyi ayarlamalısın.”

    “Nasıl yani?” diye sorup anlamaya çalıştı çocuk.

    “Bak seninle yedi aya yakındır tanışıyoruz. Ama hiç birlikte balığa çıkmadık.”

    “Konuyu değiştirmeye mi çalışıyorsun?”

    “Yoo… Sana iyi bir örnek veriyorum. Ben mesela deniz kenarından kamışla balık tutmak yerine oltayı tercih ederim. Misinayı parmağının ucunda yeterince hissedemezsin kamış kullanmaya kalkarsan. Oltayı savurduğunda önce ucundaki kurşunun dibe değmesini bekler, o zamana kadar dokunmazsın. Sonra bir iki kulaç boşluğunu alırsın. Balık vurduğunda ilk hareket çok önemlidir. Tıpkı suyun yüzeyine çekene kadar da yapacağın gibi… Oltayı hızlı çekersen balığın ağzı parçalanır ve gider. Yavaş çekip oltayı gevşek bırakırsan da kendi çabasıyla çırpınıp iğnenin ucundan kurtulur, kaçar. Üstelik, kaçan balık büyük olur. O yüzden diyorum ki; bir kıza göstereceğin ilgiyi hep gerekli gerginlikte tut. Ne boşla, ne de hızla asıl…”

    “Seviyorum senin böyle ilgisiz şeylerle bir şeyleri anlatmanı. İki cümleyle cevap vermek yerine…” diye kendince şakalaştı çocuk.

    “Ne yapayım” dedi adam, “Bir şeyleri sembollerle anlatmak eski bir alışkanlık bende…”

    “Senin için kolay tabii… Bu yaşa kadar kim bilir kaç kız tanımışsındır. Öncekine bakıp, yenisine nasıl davranacağını bilmişsindir.”

    “Hiç de öyle değil Mustafacığım… Çünkü, kadınlar grip mikrobu gibidir.”

    “Yani, kadınlar hastalık gibidir, onlardan uzak dur mu diyorsun?..”

    *Haşa! Ben asla hanımefendiler için öyle şeyler söylemem. Hani insanlar her sonbaharda grip aşısı oluyorlar ya… – Annene bu anlattıklarımı söyleme! – O güne kadar gözüken ya da son yılki grip mikrobunu esas alıp bir eriyik hazırlıyorlar. Ama gel gör ki; grip mikrobu her yıl kendini yeniliyor, farklı hale getiriyor. Eski deneyimler ile hazırladığın aşı yenisine işlemiyor. Yani ne kadar çok kadın tanırsan tanı, yenisi muhakkak farklıdır. Önceki tecrübeler pek fazla işe yaramaz.”

    *Sen annemi seviyor musun?” diye aniden sordu Mustafa… Bir şeyin cevabını beklemeden ikincisini sormak gibi bir huyu da vardı: “Ben teyzeme bir kaç yıldır anne diyorum ya hani… Artık sana da baba diyebilir miyim?..”

    Elliye merdiven dayamış olmasına rağmen vücudu dinç, ama yüzü yorgun adam içeri girerken Halil’i gördü. Gözleri kıyıdaki masada oturmuş adama takılı sordu: “Na’ber, babama iyi baktın mı bugün?”

    Genç garson gülümsedi, “Ayıpsın Davut Abi… Geçen hafta gazozla kahve istemişti, bu defa limonata ile çay söyledi. Bir de beni karşısına oturtup futbolla ilgili saçma sapan öyle şeyler anlattı ki… Sorun yok; alıştık biz, öyle de seviyoruz Mustafa Amca’yı… Biliyorsun işte, yine mırıl mırıl konuştu durdu, karşısında biri oturuyormuş gibi. Kimse o artık?”

    “Çocukluğu…” dedi Davut. Sonra alnını kaşıyarak söylendi: “Ahh baba, bu yaşa geldin halâ iç hesaplaşmaların bitmedi. Bir de giderek ilerleyen şu hastalık… Nörologdan aldığım şu MR sonuçlarını elimde fark etmezsin umarım.”

    Babasının yanına gitti. “Haydi baba, çayını bitirdinse dönelim.”

    Yaşlı adam yüzünde hiç bir ifade olmaksızın ve yabancı biri olmadığı kanaatine vardığı oğluna baktı ve hiçbir tonlama taşımayan bir sesle “Dondurma yiyecek miyiz?” dedi.

    “Geç oldu, artık akşam yemeği yiyeceğiz. En az yarım saat yolumuz var. Bak yemek yapmaya bile vakit kalmadı. Eve çıkmadan önce aşağıdaki balıkçıda bir şeyler pişirtelim. Aslında bir tane levrek yaptırsak ikimize de yeter. Birer duble de rakı koyarız şöyle karşılıklı… Sohbet de ederiz…”

    Davut, pişmiş balığı paketten çıkarıp bir kayık tabağa aldı ve bahçedeki küçük masanın ortasına koydu. İki kadehe sırayla rakı, su ve buz doldurdu. Küçük tabaktaki beyaz peynir dilimini kendi tabağına aktardı. Buzun etkisini göstermesi için bir müddet bekledi. Eve geldiğinde masanın biraz ötesindeki hasır sedirin üzerine bıraktığı büyükçe MR zarfına takıldı gözü… Ortasında bugün gittiği hastanenin amblemi vardı. Sağ üst köşesine kalemle “Davut Egelioğlu” yazılmıştı.

    Rakısından ilk yudumu almadan önce kadehini karşısındaki boş sandalyeye kaldırdı:

    “Şerefine baba…”

     

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.