Bodrum Gündem

‘’CİNLER BU ÇOCUĞU SEVMEDİ, BAŞKA ÇOCUK GETİRİN’’… Yılmaz Bozkurt /BG Yazıları…

‘’CİNLER BU ÇOCUĞU SEVMEDİ, BAŞKA ÇOCUK GETİRİN’’… Yılmaz Bozkurt /BG Yazıları…

yılmaz bozkurt1960’LARIN SONUNDA BODRUM MAZI KÖYÜ VE MİLAS’TA GEÇEN BİR CİN HİKAYESİ.

1960’lı yılların sonlarının yaşandığı Mazı’da hayat kendi rutininde devam etmekteyken, birden köyde bir haber yayıldı ; Köye Cinci Hoca gelmiş! Cinci Hoca cinleri sayesinde hastaları iyileştiriyor, kayıpları bulduruyormuş.

Köyde bu haber duyulur duyulmaz, başta yaşlılar olmak üzere dizi ağrıyan, romatizması olan, beli ağrıyan, başı ağrıyan kaybı olanlar hocanın kaldığı evin önüne yığılmıştı. Hoca hepsine sırayla bakıyor, cinlerin keyfine göre!  Bir seans 20-30 dakika arası sürüyordu. Bu hizmetin karşılığında da köylüler hocaya belli bir ücret ödüyor, parası olmayanlar, zeytinyağı, tavuk, yumurta veya bal vererek ödeme yapıyorlardı.

Hoca Milas’ın Kırcağız Köyün’dendi.1960’ların başında Milas’ın dışında, Sodra Dağı’nın eteklerine iki odalı tek katlı bir gecekondu yaparak Milas’a yerleşmişti. Cin toplama faaliyetine burada devam ederken iki kez polis baskınına uğrayıp gözaltına alınmış, hemşerisi olan Adalet Partisi Muğla Milletvekili aracılığıyla kurtulmuştu.

Bu yüzden faaliyetlerini gizli olarak yürütmekteydi. Çok yakın tanıdıkları aracılıyla hasta kabul ediyordu. Çoğunlukla polis ve jandarma korkusu olmayan ücra köylere giderek cin toplama işi yapıyordu. Milas’ın çok sayıda köye sahip olması onun için bir şanstı. Bu köylerin çoğu sapa ücra yerlerdeydi. Milas köylerinin yanı sıra başta Mazı olmak üzere Bodrum’un doğusunda kalan köyler de faaliyet alanı içine girmekteydi.

yılmaz bozkurt bg yazıları (2)Cinci Hoca cinlerle bağlantıyı çocuklar aracılığıyla sağlıyordu. Bunun içinde 8-10 yaş arası çocukları seçmekteydi. Söylediklerini anlayamaz ya da korkar diyerek sekiz yaşın altındaki çocukları kabul etmiyordu.

Cin toplamaya aracılık eden çocuklar ertesi günü okulda bunu, bire on katarak ballandıra ballandıra anlatıyorlardı. Arkadaşlarımdan duyduğum bu hikayeler benim çok ilgimi çekmişti. Bu yüzden okuldan çıkar çıkmaz koşturarak Cinci Hoca’nın kaldığı eve gittim. Ama o sabah köyden ayrıldığını duyunca üzüldüm.

Mazı’da havaların Ağustos’tan Eylül’e evrildiği, kavurucu sıcakların yerini özellikle akşamları tatlı bir serinliğe bıraktığı bir dönem yaşanmaktaydı. Nem olayı yükselmişti. Bu çam balı yapan basra böcekleri için bulunmaz ortamdı. Çam ağaçlarının dallarını küçük küçük pamukçuklar kapladığından çam dallarına nerdeyse beyaz renk hakim olurdu. Dallardan bazen yere bal damlardı. Bu durum bal arıları için bulunmaz bir nimetti. Çam ağaçları bal arılarının hücumuna uğrar, arılar buna kendi salgılarını da katarak çam balına dönüştürürlerdi. Çam balının özelliği de çiçek balı gibi şekerlenmemesiydi. Bu yüzden çam ağacı bakımından zengin bir floraya sahip olan Mazı’ya Bodrum Sıralavaz köylerinden bile kayıklarla arı kovanları getirilirdi.

Babam rahmetli kovancılıkla uğraştığı, köyde en fazla arı kovanı bizde olduğu için kendimi bildim bileli hep bal arılarıyla haşır neşir olmuşumdur. İki kovanlık damı dolusu oyma kütük kovanın yanında  yarım kovanlık üzeri çalılarla örtülmüş kovanlarımız vardı. Babam rahmetli ile ayrı olarak iki kovanlık başında eşek arısı nöbeti tutardık. Eşek arıları bal arılarını yediği için kovanların başına gelen eşek arılarını çalı süpürgeyle öldürürdük. Arı kovanlarının girişinde bal arılarının kovanın güvenliğini sağlamak için üst üste gelerek oluşturduğu yumak  üzüm salkımını andırırdı. Bazen onlara avucumu dayayıp severdim. Bazen de bodat denen erkek arıyı karakol nöbeti tutan arıların arasında görünce hemen elimle alır sonra serbest bırakırdım. İğnesi olmayan bu erkek arıların kraliçe arıyı döllemekten başka görevleri yoktu. Hepsi hazırcı olup çalışmayan bu arıların fazlası öldürülürdü.

arı ölümleriArada bir süpürgeyle vurduktan sonra sersemleyip ölmeyen eşek arılarının bir dişini kırar, iğnesini çıkarır (bu konuda bir iki kez kazaya uğradığımda olmuştu. İğneyi çıkarmaya çalışırken tırnağımın  dibini sokturmuştum. Koltuk altımdan beynime vuran ağrıyı hala hatırlarım) eşek arısını kovanın girişini bekleyen arıların üstüne atardım. Bal arıları birden eşek arısının  üstüne çullanıp hemen onu kovanın içine götürürlerdi. Beş dakika sonrada dört beş bal arısı onu kovandan çıkartıp atmaya götürürdü.

Yukarı Mazı mahallemiz Aşağı Mazı’ya oranla daha yüksekte yer alıp çam ağacı ormanı orada daha yoğundu. Bu yüzden babam kovanların bir kısmını katırlara sarıp yukarı Mazı’ya götürmüştü. Orada da kovanlarımız olduğu için sık sık babamla birlikte Yukarı Mazı’ya giderdik. Son gidişimizde Kovanların bir kısmının girişinde arı olmadığını, kovanların önünün arı ölülüleriyle kaplı olduğunu, kovanların girişlerinin çok kuvvetli tarım ilacı olan ve  sonra kullanımı  yasaklanan DTT zehriyle kaplı olduğunu gördük. Babam hemen  omzunda taşıdığı keçi kılından dokunmuş  torbanın içinden araba sustasından yapılmış dövme çelik, büyük kovan bıçağını çıkarıp, kovanların kapağını açtı. Sağ kalan arılar saldırmaya başladı. O an ki üzüntümü anlatamam. Gözümüz gibi baktığımız arılarımız birisi ya da birileri tarafından zehirlenerek öldürülmüştü.

Arıları ölen kovanların içindeki petekleri  boşaltmak için babam rahmetli arkadaşından teneke istemeye gittikten sonra yanlarında bir kişi de alarak üç kişi döndüler. Bunlardan bir tanesi Kovancı Bekir ustaydı. Çam ağaçlarının kütüklerini  oyarak, oyma kütük  kovan yapar, bunu arıcılara satardı. O dönemlerde bizim köyde henüz fenni kovan bilinmemekteydi.

Kısa sürede kovanları boşaltan babam ve arkadaşları bir katır getirerek petekleri yükledikten sonra insan gücüyle açılmış dar, uçurumlu, bazı yerleri taş döşemeli engebeli yoldan  evimize döndük. Babam hem üzgün hem de kızgındı. Kim böyle bir caniliği yapabilirdi ki? Her hangi bir düşmanımız yoktu.

Olayı duyan İstiklal Savaşı gazisi amcam ve babamın kahvecilik yapan dostu İpekoğlu babama geçmiş olsun ziyaretine geldiler. Babam amcamla birlikte hemen petekteki balları sıkıp mumlarını alma işlemine başladı. Bir yandan da kim yapmış olabilir diye kafa yoruyorlardı.

Amcam birden geçen kış köye gelmiş olan Kırcağızlı Cinci Hoca’yı hatırladı ve babama bunu söyledi. Amcamın bu önerisi babamı rahatlattı. En azından kimin yaptığını öğrenmek istiyordu.

Bunu öğrenmek için ertesi günü Milas’a Kırcağızlı Cinci Halil hocanın yanına gitmeye karar verildi. Annemi küçük yaşta kaybettiğim için sürekli babamla birlikteydim. Akşamları evde kalmaktan korktuğum için belirli yaşa kadar babamla birlikte kahveye gider, sigara ve tütün dumanlarının içinde konuşulanları dinlemeye çalışırdım. Çoğunlukla uykum geldiği için tahta kanepenin üstüne kıvrılıp yatar, orada uyurdum. Babam üstüme Ağabeyimin yıllar önce askerden getirdiği bahriyeli kaputunu (kaban) örterdi.

Gözümün ve ufkumun açılması için küçük yaştan itibaren Bodrum’a, Mumcular’a ve Milas’a gittiğinde sürekli yanında beni de götürürdü. Milas’a gideceğimi öğrenince çok sevinmiştim. Gerçi bu sefer babam beni zorunlu olarak götürecekti. Çünkü Cinci Hoca çocuklar vasıtasıyla cinlerle bağlantı kurduğundan beni götürmek zorundaydı.

O zamanın lüks ulaşım aracı olan uzunbel yeşil ciple Milas’a vardıktan sonra bizim köyden Milas’a kocaya kaçan köylümüz sayesinde hocaya ulaştık. Hoca meğer komşusuymuş. Köye geldiğinde göremediğim hocayı, yaşadığımız üzücü olayın sonrasında burada görmek kaderde varmış. Hoca orta boylu, hafif tıknaz, 60-65 yaşlarında kafası makinayla traşlı ve başında bir örme bere bulunmaktaydı.

yılmaz bozkurt bg yazıları (3)Hoş beşten sonra hemen Hoca’nın evine girdik. Klasik bir köy eviydi. Ortada bir dokuma kilim. Duvarın dibinde dayanmak için yastık ve oturmak için de basma kaplı şilteler yer almaktaydı. Hoca şiltenin üstüne bağdaş kurup oturduktan sonra  beni de karşısına oturdu ve ne yapacağımı bana söylemeye başladı. Beni bir yandan merak, heyecan ve korku sardı. Hoca ya cinleri dağıtamazsa? Bu sefer cinler beni çarpardı. Buna benzer hikayeleri daha önce duymuştum. Mumcular pazarında gördüğüm ağzı yamuk adamı da cinler çarptığı için böyle olduğu  söylenmişti bana. Çok sonraları öğrendim ki meğersem yüz felci geçirmiş.

Bu ruh hali içindeyken hoca elimi tutarak avucumu açıp parmaklarımı birleştirmemi ve hep bu şekilde tutmamı söyledikten sonra avucumun içine on damla kadar su damlattı. Ardından bizim okulda kırmızı kalem olarak kullandığımız, suya batırdığımızda mavi mürekkep rengi halini alan kopya kalemini avucumun içindeki su damlacığına batırıp çalkalayarak avucumun  içinde mavi mürekkep damlacığı oluşmasını sağladı.

Sonrasında bana bakışımı sürekli buraya tutmamı, kendisinin söylediklerini tekrar etmemi istedi. Ardından dualara ve okuyup üflemelere başladı. Sürekli mavi mürekkep damlacığına baktığımdan dikkatim dağılıp mürekkep içinde halüsinasyonlar görmeye başlamıştım. Arabalar görüyordum, deniz ve ağaçlar görüyordum.

Birden hoca bana talimatlar vermeye başlayıp, ’’Az sonra buraya insan kılığında yedi tane cin gelecek. Onlar önce yeri süpürüp, çadır kuracaklar, ardından da ateş yakacaklar ‘’dedi. Ardından tekrardan elimi hiç bırakmadan sürekli yüzüme bakıp okuyup üflemeye başladı. Bir kaç dakika sonra bana tekrardan ‘’geldiler mi ? ‘’ diye sorduğunda ben ‘’ hayır ‘’ dedim.

Bu sefer tekrardan okuyup üflemeye başlayan hocanın giderek elimi sıkmaya başladığını gördüm. Bu yüzden canım yandığı için hafifçe elimi kımıldattığım için ‘’kımıldama ! ‘’ diye sert bir azar işittikten sonra okuyup üflemeye devam etti. Avucumdaki mürekkep damlasında dışarıda ipte asılı olan çamaşırlar ile hocanın kabak kafalı kendi yüzü görünmekteydi.

Hoca tekrardan bana ‘’bir şey görüyor musun?’’ diye sorduğunda ben ‘’evet ‘’ deyince hoca rahatladı. Bana ne gördüğümü sorunca ‘’ ben seni ve dışarıdaki askıda rüzgarda sallanan çamaşırları görüyorum ‘’ deyince hoca bozuldu.

Ardından bana’’ Bu sefer cinler 10 kişi gelecekler önce yere su dökecekler ‘’deyip tekrardan okuyup üflemeye başladı. İçimden ‘’Her halde Hoca kendi cinleriyle bağlantı sağlayamadığından başka cinleri çağıracak ‘’diye düşündüm. Hoca bu uygulamayla cinleri çağırdıktan sonra cinlere kovanı zehirleyen adamı yakalayıp getirme emrini verecek ben o kişinin kim olduğunu babama söyleyecektim.

Hoca bir yandan sıcaktan, bir yandan okumaktan, bir yandan sonuç alamadığından dolayı sıkılmış ve kan ter içinde kalmıştı. Son kez olarak bana ‘’ cinler geldi mi ? ‘’ diye sorduğunda ben ‘’hayır gelmediler ‘’ cevabını verince bozulup elimi bıraktı ve sinirli bir şekilde babama ‘’Cinler bu çocuğu sevmedi, başka bir çocuk getirin  ! ‘’ deyip seansa son verdi.

Sonuç benim açımdan hayal kırıklığıydı. Bu hayal kırıklığını babamla Milas’ta köfte yedikten sonra dondurma aldırarak atlattım. Bir daha cinlerle (şişede satılanlar  hariç! ) hiç işim olmadı.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.