Bodrum Gündem
TUNÇ ŞANAD

TUNÇ ŞANAD

Tunç Şanad 5 Aralık 1957 tarihinde İstanbul’da doğdu. Levent (Etiler) Lisesi’ndeki eğitiminin ardından, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. 1975 yılından bu yana kesintisiz olarak çalışma hayatını sürdürmektedir. İnşaat, turizm ve daha uzun bir süre reklam sektöründe çalıştı. Dört büyük seyahat acentesinin reklam departmanlarını kurup, yönetti. Türkiye’de gerçekleşen uluslararası büyük kongre ve etkinliklerde ekibiyle görevler üstlendi. 2002 yılından bu yana kendi ajansında reklamcılık uğraşını devam ettirmektedir. Bekar olup, 1990 doğumlu bir kızı vardır. Muhtelif dergilerde, kurumsal yayınlarda ve gazetelerde makale ile diğer yazıları yayınlanmıştır. "Ters Köşe Hikayeler” adında bir öykü kitabı vardır.

    IMAGINE… Tunç Şanad BG Dergi yazıları…

    “Cehalet, mutluluk aslında;

    yani eğer hiçbir şey bilmiyorsan,

    acı da duymazsın.

    Üstün zekâ acıdır; acı verir insana.”

     

    1985 yazının son haftalarıydı… Havanın sıcak olmasının yanı sıra yoğun bir rutubet vardı. Otobüsün ön kapısının merdivenlerine ilk adımını attığında çakan şimşek otogarın loşluğu içinde sadece bir an kadının yüzünün bir yanını aydınlattı. İçeri girip koridorda ilerlemeye başladığında duyulan gök gümbürtüsü, çocukların annelerinin koltuk altına daha bir sığınmasına sebep olur cinstendi.

    Topkapı Otogarı’ndan hareket eden otobüs yaklaşık on dakika gecikmeli olarak Harem’e varmıştı. Boş bekleyen son birkaç koltuğa yolcular yerleşmekteydi. Kadın, koridora bakan 23 numaralı koltuğun önüne ulaştığında keyifsizce yüzünü buruşturdu. Otobüsün arka kapısının iç yanında kalan buzluğa su şişelerini yerleştirmeye uğraşan muavine duyurmak için sesini yükseltti: “Buraya bakar mısın biraz?”

    Delikanlı, daha hareket bile etmeden bir şeyler isteyen yolculardan nefret ederdi, ama başını koridora uzatıp cevap verdi: “Buyur abla, ne vardı?” Onun ayakta beklediğini görünce kendisine doğru ilerledi. Kadın sinirli bir ses tonuyla, “Bana bayan yanı koltuk vermemişler. Ya benim yerimi değiştir ya da bu beyin” dedi. Muavin, “Biletini göreyim abla” diye isteyince bluejean’in arka cebinden çıkarıp verdi. Genç açıp okudu, sonra “İyi de abla, burada Hayri Yeniceoğlu yazıyor” diye itiraz etti. Kadının sesinin tonu daha da sinirli çıkmaya başladı; “Kardeşim, benim adım Hayriye Niceoğlu, ne Hayri’si!?..” Muavin gömlek cebinde katlı olarak duran otobüsün koltuk krokisini çıkarıp, katlarını açtı ve göz gezdirdi. “Valla tek bir tane bile boş yer yok. Olmuş bir yanlışlık. Ben ne yapabilirim ki?” dedi.

    24 numaralı koltuktaki adam, “Bacım, buyur otur. Bizden vatandaşa zarar gelmez. Biz de bu memleketin evladıyız sonunda” diye biraz sitemli bir tavırla konuştu. Hayriye şöyle bir adamı süzdü. İrice, göbeği hafifçe kemerinin üzerinden taşan, açık mavi gömleğinin üstten iki düğmesi açık olduğu için vücudunun epey kıllı olduğu anlaşılan, kırkına yakın bir görünümü vardı. Kadın cevap vermeden elindeki büyükçe bir çanta ile küçük bir valizi başının üstündeki file rafa yerleştirdi, adama bakmadan ve keyifsizce koltuğa yerleşti.

    Yola çıktıktan birkaç dakika sonra yağmur başladı. Dışarıdan gelen ışıklar, camda titreyerek süzülen damlaların içinde kırılıyordu. Kadın, kalınca bir romanı dizlerinin üzerine koydu. Kapağında “Güneşten de Sıcak” yazıyordu; bir de yazarın adı: “Johannes Mario Simmel”… Sayfaları çevirip kaldığı yeri buldu ve eline alıp okumaya başladı. Yarım saat sonra adam artık dayanamadı, “Otobüs böyle sarsılırken iyi okuyorsunuz yani” dedi. Hayriye bir an duraksadı, sonra “Ben alışığım. Yolda okumayı severim” diye yanıtladı. Adam, kadının cevap vermesinden aldığı cesaretle söze devam etti: “Kalın da bir şeymiş. Kim bilir ne kadar zamanda bitirebiliyorsunuz?” Kadın, “Çok uzun bir süre önce yarım bırakmıştım. Bu yolculuğu fırsat bilip kaldığım yerden devam ediyorum işte…” dedi.

    Sohbet böyle başlayıp, sürdü gitti. Adam, konudan konuya geçiyor, kadının yeniden kitabına dönüp, susmasını istemiyordu. Hayriye’nin de buna pek itirazı varmış gibi gözükmüyordu.

    “Ben sizin adınızın Hayriye olduğunu duydum. Konuşup duruyoruz ama söylemeye fırsat olmadı, benim adım da Haydar…”

    “Memnun oldum” dedi gülümseyerek kadın…

    “Gidiyor musunuz yoksa dönüyor musunuz?”

    “Yok…” dedi Hayriye, “Bir günlüğüne bir işim var. Sonra döneceğim.”

    “Ben de bir evrak işi için geldim İstanbul’a… Şimdi görev yerime dönüyorum.”

    Kadının ilgisini çekti; “Görev yeri derken… Devlet memuru musunuz?”

    “Ben polisim Hayriye Hanım…” dedi Haydar, “Bazı evrakların posta yerine güvenilir memurlarla taşınması gerekiyor. Önce Ankara’ya gittim. Oradan aldığım çantayı İstanbul’a teslim ettim. Şimdi dönüyorum.”

    Adam, kadının gözünde gördüğü ışıltıya memnun oldu. Ne zaman polis olduğunu söylese böyle bir hayranlık ifadesi ile karşılaşmaktan zevk alırdı. “Biz epeydir devletimizin hizmetindeyiz Hayriye Hanım…” dedi, “Askerlik görevimi de komando olarak yaptım.”

    Kadın, birkaç santim daha adama yaklaştı ve diğer yolcuların duymasını istemeyecekleri kısık bir sesle, “Ne kadar ilginç. Ne maceralar yaşamışsınızdır. Anlatsanıza biraz…” diye fısıldadı.

    “Askerliğimin büyük bir kısmı Ziverbey’deki bir köşkte geçti. Vatan hainlerinin konuşturulması için biz de elimizden geleni yaptık. Az anarşist geçmedi elimizden.”

    “Subaylar mı yaparlardı sorgulamayı?”

    “Evet, o zamanlar 12 Mart’ın hemen sonrası tabii… Ama sivil giyimli görevliler de gelirdi. Ceketlerini çıkarıp, beyaz gömleklerinin kollarını sıvayıp, o köpekleri konuştururlardı. İtiraf ettirmekte zorlandıklarında bizi çağırırlardı.”

    Daha detaylı bir anlatım beklercesine, “Sonra..?” diye devam etmesini istedi kadın.

    Haydar, bu kadarla kadını zaten yeterince etkilediğini düşünüp, “Askerlik dönüşü de polis oldum işte…” dedi.

    “Bu sefer de hırsızların, katillerin peşinden koşmuşsunuzdur.”

    “Yok…” dedi adam, “Askerlikteki tecrübelerimize uygun görevler verdiler bize…”

    “Ne gibi?”

    “Ehh işte, en çok da 12 Eylül sonrası yoğunduk. Bu it sürüsünün on yıl öncesi kökünü kazıyamamışız ki, yine geldiler önümüzdeki tezgâha… Biz de kadın-erkek, genç-yaşlı demeden sorduk hainliklerinin hesabını.”

    Sohbet genellikle Haydar’ın “kahramanlık” maceralarıyla sürdü gitti saatlerce…

    Daha hava aydınlanmamıştı, ama varış noktasına epey yaklaşmışlardı. “İnince ne yapacaksınız?” diye sordu Haydar. “Bilmem…” dedi kadın, “Herhalde bir günlüğüne kalacak küçük bir otel bulurum.” Adam fırsatı kaçırmadı; “Genç bir kadın, buralarda, sabaha karşı… Hiç uygun olmaz. Nasıl olsa bir gün kalıp gideceksiniz, yanlış anlamazsanız gelin bana diyorum. Sizi rahat ettiririm, hiç merak etmeyin. Uyar mı, ha..?”

    Hayriye bir an için düşündü, sonra, “Rahatsız etmiş olmayayım?..” dedi yarım ağız.

    “Olur mu hiç, şeref verirsiniz fakirhaneme.”

    Haydar, evin kapısını anahtarıyla açınca kadının içeri girmesi için yol verdi ve sahanlığın soluk ışığını yaktı. Kapıyı kapatır kapatmaz Hayriye’nin elindekileri alıp girişteki sehpanın üzerine attı. Kadını kolundan tutarak yatak odasına doğru götürmeye başladı. Öbürünün de pek itirazı yoktu doğrusu. Komodinin üzerinde duran gece lambasını yaktı ve hâlâ kolunu sıkıca kavradığı kadını yatağa doğru fırlattı. Haydar, üzerindeki tüm giysileri hızla çıkarmaya başladı. Kadın, sağ dirseğinin ve sol ayak topuğunun yardımıyla sürünerek kendini daha yukarıya doğru çekerken adamın soyunmasını seyretti. Haydar, son parçayı da çıkardığında ter içinde kalmış vücuduyla kadının üzerine abandı ve hemen dudaklarına yapıştı.

    Hayriye öyle bir öpüşüyordu ki, adam giderek artan bir şaşkınlıkla düşünüyordu: Böyle ateşli bir kadın, profesyonel olabilir miydi? Üstelik kadının dili adamın gırtlağına doğru yavaş yavaş ilerliyordu ki, Haydar giderek nefes almakta güçlük çektiğinin farkına vardı. O esnada kadın aniden ve cüssesinden beklenmeyecek bir güçle adamla yer değiştirerek üste çıktı. Öpüşürken Haydar’ın alt dudağını öyle ısırıyordu ki, canının giderek yanmasına daha fazla tahammül edemeyeceğini anlayan adam, kadını saçlarından kavrayıp sıkı bir tokat patlatmaya hazırlanırken, Hayriye başını kuvvetle silkeledi ve Haydar’ın alt dudağından irice bir et parçası dişlerinin arasındayken karşısındakinin ne olduğunu anlayamayan şaşkın bakışlarına acı ve paniğin yayılmasını seyretti. Bir yandan adamın ağzına kan dolmakta, diğer yandansa kopan parçadan süzülen kanlar çenesine ve boynuna damlamaktaydı. Haydar, kadını üstünden atmak istediyse de, el ve ayak bileklerine ne zaman dolandığını anlamadığı hayli kalın iplerin ikisi başucundan, ikisi de ayak ucundan aşağı inip, yatağın altındaki karanlıkta kayboluyordu.

    Hayriye, vücudunun üst kısmını dikleştirerek adamın üzerinde oturur pozisyona geldi. Dişleri arasından sarkan kanlı et parçasını hızla yatağın dışına tükürdü. Haydar, acı içinde sadece iniltiler çıkarabiliyor, korku ve büyük bir şaşkınlıkla bakıyordu. Kadının giderek saçları seyrekleşiyor, elmacık kemikleri dışa doğru çıkıyor ve göz kapakları yok olurken ortasındakiler yuvalarından daha ileri çıkıyordu. “Haydi!” diye bağırdı, “Haydi, seslen bakalım ‘Komando’ diye. Belki arkadaşların gelip kurtarırlar seni. Öyle çağırdıklarında koşar gelirdin sen hemen Ziverbey’de. Kadınların, kızların işkence odalarına değil de, kendi bulunduğu yere gelmenizi dilerdi Yusuf’um koridordaki postal seslerinin yankılanmasını duyunca.” Bunu söylerken sağ elinin yüzük parmağında etler çekilip derisi kemiğine yapışırken, sade görünümlü altın halka sanki hiçbir yere değmeksizin parıldıyordu. Haydar bir hamle daha yaparak kurtulmaya çalışınca ipler yatağın altındaki görünmez eller tarafından gerilmeye başladı. Adam, acıyla haykırdı. Omurlarının, bacak ve kollarındaki eklemlerin arasının açıldığını hissetti. Yatağın dışında kendi kendine havaya asılı olarak bir manyeto belirdi. İçinden çıkan iki kablo yavaşça Haydar’a doğru ilerledi. Biri göğsünün üzerinde bir yılan gibi kıvrılarak eriştiği sol göğüs ucunu sonundaki metal mandal sayesinde kıstırıverdi. Diğer kablo ise aynı şekilde sağ kulak memesine yönelmişti. Manyetonun kolu kendi kendine ve hızla dönmeye başladı. Adam vücuduna yayılan elektrik akımı nedeniyle kuvvetlice sarsıldı ve tüm bedeni gerildi. Sanki kemikleri birazdan un ufak olacaktı. Bu esnada nereden geldiği belli olmayan bir dikenli tel Haydar’ın başına sarılıyor, giderek sıkılaşırken alnından akan kanlar görüşünü zorlaştırıyordu. Görünmez bir elde paslı bir kerpeten sırayla el ve ayak parmaklarındaki tırnakları yavaş yavaş kökünden söküyordu.

    Hayriye, “Beni tanıyamadın, değil mi?” dedi, “Yusuf’tan on yıl sonra da ben tezgâhında kalmıştım işkencelerine daha fazla dayanamayıp. Ama o kadar çok insana böyle kıydın ki, hangi birinin yüzünü hatırlayacaksın?”

    Kadının sağ elinde aniden siyah bir cop belirdi. Deminden beri her türlü çığlığı atan adam bir kadına bir de elindekine dehşetle bakarak yutkundu. Hayriye’nin alt ve üst dudakları yok olmuş, dişlerini hâla tutan çene kemikleri gözüküyordu. Başını bir yana doğru eğerken, almakta olduğu intikamın hazzı gözlerinin parıltısına yansıyordu. Bir deri bir kemik kalmış sağ dizi ile Haydar’ın sol baldırına kuvvetli bir darbe indirdi. Adamın dizi çıplak vücuduna doğru kıvrılarak çekildi. Kadın copu hedefine doğru yöneltirken Haydar çaresizce çırpındı ve her yerden duyulabilecek bir sesle bağırmaya yeltendi. Evrenin karanlığına dönüşmüş tavandan bir metal plâka hızla gelip Haydar’ın ağzını kapladı ve aynı yönden gelen büyük ve kalın çivilerden üçü üst dudağından, üçü de alt dudağından sonuna kadar girerek sabitledi. Adamın artık hiç sesi çıkamıyorsa da, gözleri hayatının hiçbir döneminde hissettiklerini bu kadar iyi anlatamamıştı.

    Neden sonra Hayriye kalkıp odanın kapısına yöneldi. Dönüp baktığında, üre sarısı, pis bir kahverengi, pıhtılaşmış kırmızının iç içe girdiği bir tabakayla kaplı çarşafın kenarlarında tek tük ve küçük beyazlıklar kalabilmişti. Adamdan artanlar ise hepsinin ortasında yatağa yarı gömük şekilde duruyordu.

    Hayriye sokağa çıktığında güneş yeniden batmıştı. Birkaç adım atmıştı ki aniden dört yılı aşkındır yatmakta olduğu mezarlığın kapısında belirdi. Basit ve yer yer paslı demir borulardan oluşmuş girişten içeri doğru ilerledi. Üç beş adım sonra da açık bir mezarın ayak ucundu buldu kendini. Çukurun içine hafif bir gülümsemeyle baktı ve arkasını döndü. Sağ kolunu sol omuzuna, sonra sol kolunu sağ omuzuna çaprazlama koydu. Kendini yavaşça geri bıraktığında, vücudu dikliğini bozmadan ve ayakları yerden kesilerek, havada hafifçe süzülüyormuş gibi mezarın dibine uzandı. Yüzüne yeniden etleri yürüdü ve cildi Yusuf’la tanıştığı yıllardaki genç görünümüne kavuştu. Mezarın yanlarında iki iskelet belirdi. Ellerindeki kürekleri yerdeki toprak tümseklerine daldırıp, ayaklarıyla daha çok almak için destek verdiler. Kadının üzerine düşenlerin sesi ile birlikte mekanik hareketlerle çalışan iskeletlerden gelen kemik tıkırtıları birbirini tamamlıyordu.

    Yerde gezinen sis nedeniyle yürüyerek mi, süzülerek mi geldikleri belli olmayan iki kişi karanlıklar içinden mezarın yanına ulaştılar. Üzerindeki soluk sarı ve toprak rengi giysilerin yarısından fazlası eriyip gitmiş, kemiklerine yapışmış derileri buruşmuştu; sabit bakışlarını mezarın içine diktiler. Dikkatle bakılırsa, birinin Kızılderili, diğerininse tek kolu kesik bir Kongolu olduğu anlaşılabilirdi. Ardından, diktatör Efrain Rios Montt’un kurbanlarından bir Guetemala’lı ile Ariel Şaron’un komutanlığında Falanjistler tarafından katledilmiş bir Şatilla’lı gelip yanlarında durdular. Onların da ve diğer geleceklerin de görünümleri hemen hemen aynıydı. 2. Dünya Savaşı’nda gaz odalarında can veren bir Yahudi genç kız, 1244’de nedamet getirip sözünden dönmeyi ret ederek ateşe yürüyen bir Kathar Şövalyesi, bir Namibya yerlisi de çıkageldiler. Hepsi, öldükten sonra da olsa suikastçılarını, katliamcılarını, soykırımcılarını bulup, tıpkı Hayriye gibi intikamlarını almışlardı. Her biri, ne zaman öcünü alan biri mezarına geri dönse, huzur içinde yeniden gömülüşüne gelirlerdi.

    Epey uzaktan bir gitar sesi duyuluyordu. Sis daha da yoğunlaşmıştı. Gelenlerin birkaç metre kalana kadar kim oldukları anlaşılamıyordu. 1937’de Alman ve İtalyan uçaklarının yağdırdığı bombalardan kurtulamamış bir Guernica’lı çocuk ile bir Nagasaki’li çocuk el ele yürüdüler mezar başına.

    Gitarın sesi biraz daha işitilir oldu. Dikkat edilirse şarkının ilk mısraları da anlaşılabilirdi.

    Cennetin olmadığını hayal et / Eğer denersen bu kolay
    Altımızda cehennem yok / Üstümüzdeyse sadece gökyüzü var

    1890’daki Yaralı Diz Katliamı’ndan kurtulamamış Lakota Siuları’ndan bir kadın, bir Kırım Tatarı ile birlikte yaklaştı.

    Şarkı devam ediyordu…

    Hayal et bütün insanların / Bugün için yaşadığını
    Hiç ülke olmadığını hayal et / Bunu yapmak zor değil

    Gelenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Bir Arawaks yerlisi, bir Etiyopyalı, bir Kamboçyalı ve daha niceleri…

    Boynuna asılı gitarını çalıp, şarkı söyleyen adam sislerin arasından çıktı. Uzun saçları alnının üzerine düşüyordu. Tel gözlüğünün camları yuvarlaktı.

    Öldürecek ve uğruna ölecek bir şey yok / Ve din de yok
    Hayal et bütün insanların / Hayatı barış içinde yaşadığını

    8 Aralık 1980 günü arkasından beş kurşun sıkılmıştı. Dördü isabet etmişti. Henüz kırk yaşındaydı ve dünyaya armağan edeceği ne güzel şarkılar yazacaktı daha…

    Mülkiyetin olmadığını hayal et / Yapabilir misin merak ediyorum
    Hırsa ve açgözlülüğe gerek yok / İnsanların kardeşliği…

    O diğerlerinden farklı olarak hiç intikam almayı düşünmemişti. Etrafındaki insanların bunu öldükten sonra yapmaları biraz olsun daha iyi diye düşünmüştü. Çünkü, öç alanlar hayattayken olsaydı, biliyordu ki, bir katili öldürdüğünüzde dünyadaki katil sayısı azalmaz.

    Mezarlık, karanlıklar içinde sessizliğe bürünmeden önce şarkının son sözleri daha yüksek yankılandı.

    Hayal et bütün insanların / Tüm dünyayı paylaştığını
    Benim bir hayalci olduğumu söyleyebilirsin / Ama tek ben değilim
    Umarım bir gün sen de bize katılırsın / Ve dünya yekvücut olarak yaşar…

     

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    1. Hakan Turkkusu dedi ki:

      aklınıza, fikrinize ve de emeklerinize sağlık üstadım…

      1. TUNÇ ŞANAD dedi ki:

        Teşekkürler Kardeşim…