Çocuğun Adı Yok… / Dr. Metin Aycıl Bodrum Gündem Yazıları
Çocuğun Dost Olmadığı ile Dost Olunmaz!
Siyah ve Beyaz; İllâki Beyaz
Yazımın Adı Yok
Mutlu ol!
Her şey çok iyi olduğu için değil; ancak
Sen her şeyde iyiyi gördüğün için.
Zig Ziglar
Geçtiğimiz günlerde bir akşam üç arkadaş sohbet ediyorduk. Üçümüzüz ortak özelliği de iyimser olmamızdı. Yaşadığımız örneklerle, iyimserliklerimizin mükâfatlarını anlattık birbirimize. Burada da paylaşmak istiyorum.
Arkadaşlarımızdan birisi yargı mensubu. Aynı şehir içinde, daha üst bir göreve tayin olmuştu. Gerisini kendisinden dinleyelim:
“Tayin edildiğim bilgisi gelince düşündüm: Yeni görevim belki daha itibarlı; ancak ben bulunduğum yerde mutluyum. Böyle bir görev bana veriliyorsa, bunda da bir hayır vardır diye düşündüm’ Yeni görev yerimde, öğlen arasında odamda dinleniyordum. Dışarıda bir kız çocuğunun neşeli sesini ve koşturmacasını duydum. Gidip kapıyı açtım ve onunla göz göze gelecek şekilde çömeldim. Sohbete başladık. Mutlu olmuştuk her ikimizde. Babası geldi yanımıza, çekingen ve ürkek bir tavırla. Benim çocuğa olan sevgi dolu yaklaşımımı görünce rahatladı. Neden geldiklerini sordum. Adam anlatmaya başladı. Bir ticarî iş nedeniyle mağdur olduğunu ve aylardır kaç kez bunun için adliyeye gidip geldiğini anlattı. Benim kim olduğumu ve görevimi bilmiyordu adam. Konunun detayını öğrendim ve muhataba ulaştım. Diğer taraf da yanlışlığın farkına varmış ve uzun zamandır, mağdur olan tarafa ulaşmak istiyormuş; ancak mümkün olmamış. Neticede tarafların bir araya gelmesini sağladım ve sürüncemede kalmış olan iş çözümlenmiş oldu. Küçük bir kız çocuğu buna vesile olmuştu; daha doğrusu, bu işin çözüme kavuşması için benim oraya atanmam ve kız çocuğu ile buluşmam gerekiyormuş. Mutlu olmuştum, hiçbir şeyin sebepsiz olmadığını tekrar yaşamış oldum.”
Hayatın karşımıza çıkardıklarına karşı çıkmadan önce, her şeyde bir hayır olabileceğini düşünmenin mükâfatını alıyoruz çoğu zaman. Ne güzel söylüyor Şems-i Tebrizî:
“Bırak, hayat sana rağmen değil, seninle birlikte aksın.”
Benim arkadaşlarla paylaştığım olayı; “acaba daha önce yazılarımdan birinde kısmen de olsa paylaştım mı?” diye sordum kendime, ancak bulamadım. Çok da önemsemedim açıkçası. Tekrarlar da güzel oluyor bazen.
Aynı şarkıları büyük bir zevkle tekrar tekrar dinlemiyor muyuz? Güneşin batışını aynı hayranlıkla izlemiyor muyuz? Dostluklarımız ömür boyu sürmüyor mu? Aynı insana hâlâ âşık değil miyiz? Ben bu sorulara “evet” diyorum.
Aristo’nun söylemi bu bağlamda daha güzel bir anlam buluyor:
“Sürekli yaptığımız şey neyse, biz o’yuz. O halde, mükemmellik bir eylem değil, bir alışkanlıktır.”
Hikâyeme başlayayım: İki Öğretim Üyesi arkadaşımla birlikte akşam Gaziantep’ten İstanbul’a dönmek üzere havaalanına gittik. Sis nedeniyle kalkamadı uçak, sonunda otele döndük. Sabah havaalanına geldiğimizde, hava koşullarında değişiklik olmamıştı. Bu sefer Urfa’ya gittik. Urfa’da da sis vardı ve uçuş bayağı ileri bir saate ertelenmişti. Sevinmiştim; zira daha önce Urfa’ya gelmemiştim. Şehri gezmeye başladık ve Balıklı Göl bölgesine geldik. Hz. İbrahim’in doğduğu mağarayı ziyaret ettim. Balıklı Göl’e ait efsaneyi dinledim. Neticede çok verimli bir zaman geçirmiştim kendimce. Bu arada akşam da olmuştu neredeyse. Havayolu şirkete bizlere gayet doyurucu dürüm vermişti. Havaalanına geldiğimizde uçamayacağımızı ve Diyarbakır’a gideceğimizi öğrendik. Garip gelecek belki; ancak bende en ufak bir öfke duygusu belirmedi. Öfkelenmek neye çözüm olacak ki? Havaalanından çıkıp otobüse gidiyorduk ki, küçük bir çocuk gördüm kenarda. Masum! Üzgün kelimesi az gelir; yıkık! Yıkılmış bir çocuk gördüğüm zaman ben de yıkılıyorum. Boğazım düğümlendi. Suriyeli olduğunu anladım. Elimdeki dürümü ona verdim ve çocuk onu alıp uzaklaşmaya başladı. Kısa bir süre düşündüm ve çocuğu geri çağırdım. İki arkadaşımın dürümlerini de çocuğa verdim. Çocuk tepkisizdi; duyguları felç olmuşçasına. Kısa sürede gözden kayboldu.
Allaha şükrettim, Gaziantep ve Urfa uçuşları iptal olduğu için. Bir ailenin akşam yemeklerine vesile olmuştum. Kendimce huzur bulmuştum anlık olarak; ancak savaşa neden olanlara olan öfkem okyanuslarca coşmuştu. Çocuklardan ne istiyorsunuz?
Maalesef, çocuklara bedel ödetilmesi yeni bir hikâye değil. Nâzım Hikmet Taranta Babu’ya On İkinci Mektup şiirinde ne güzel dile getiriyor savaşın iğrenç yüzünü. Bir bölümünü paylaşarak sonlandırmak istiyorum yazımı:
Geliyorlar Taranta – Babu,
seni öldürmeğe geliyorlar.
Karnını deşip
barsaklarının
kumun üstünde aç yılanlar gibi kıvrandıklarını
görmeğe geliyorlar.
Seni öldürmeğe geliyorlar Taranta – Babu,
seni
ve keçilerini.
Oysaki, ne onlar seni tanır
ne onları sen…
Ve ne keçilerin atlamıştır
onların çitlerinden.
…
…
Geliyorlar Taranta – Babu,
geliyorlar içinden bir yangın alevinin.
Ve bayraklarını dikip
samandan damına
senin toprak evinin,
gelenler
geri dönseler bile eğer,
kanlı kesik sağ kolunu Somali’de bırakan
Torinolu tornacı artık
çelik çubukları ipek gibi öremeyecek…
Ve kör gözleriyle bir daha
Sicilyalı balıkçı
denizlerin ışığını göremeyecek.
Geliyorlar Taranta – Babu.
Bu ölmeğe ve öldürmeğe gönderilenler
kanlı sargılarına birer birer
teneke haçlar takıp döndükleri gün,
büyük ve âdil Roma’da
hisse senetleriyle aksiyonlar yükselecek,
ve gidenlerin ardından
yeni efendilerimiz
ölülerimizi soymağa gelecek…
Çocukların büyüklerin çıkarları nedeniyle bedel ödemedikleri ve gözyaşı dökmedikleri günlerin hayali ve özlemiyle…
Hep iyimser dost ve sevgi dolu Metin Aycil Hocaya sevgiler..
Çok teşekkür ederim sevgili Fevziye Hocam.