Karya’dan ….Sagalassasos ‘a ( Gezi Notları)… / Nuran Yüksel BG Yazıları
Son günlerde gezi programlarında moda olan Salda Gölü ve lavanta tarlalarını görebilmek için, temmuz ayının ortasında ‘’ sıcaklarda bu kadar yol nasıl çekilecek ‘’ gibi deli deli sorulara inat ,bizi ikna eden kürek takım arkadaşım Canan ‘la ve Bodrum melteminin serinliğiyle Yokuşbaşın’dan Bodrum u seyrederek ilerlerken bir kez daha ne kadar şanslı olduğumuzu , muhteşem bir coğrafyada yaşadığımızı düşünerek şükrettik. Benim için seyahate çıkmak her zaman çok zor olmuştur. Bodrum da kalmayı Bodrum dan dışarı çıkmamayı hep tercih etmiş zor karar vermişimdir, ancak memleketimin diğer cennet köşelerini gördükten sonra ‘’iyi ki gelmişim ve görmüşüm ‘’diyerek kendimi cesaretlendirmişimdir.
ilk durak ,Muğla yı geçtikten sonra organik sebze bahçesi oldu. Yurdum un güzel insanının bizlere ikram için yaptığı ev yapımı limonatayı içerken dönüşte alacağımız sebze ,meyve ve bal siparişlerimizi not ettirerek Deniz li Kale Tavas a doğru yola çıktık. Kalede ki gerdanlık gibi dizilen kurutulmuş kırmızı yeşil biberlere patlıcanlara her zaman keyif alarak bakmışımdır.
Sonraki durak leblebi diyarı Denizli Serinhisar oldu. Türkiye de leblebi denince akla her ne kadar Çorum gelse de ülke genelinde ki 33 bin tonluk leblebi pazarının %80 lik kısmının Denizli den karşılandığını öğrendik. Serinhisar’da oluşturulan leblebi sanayi çarşısında mis gibi kavrulan leblebi kokuları arasında yolda yemelik ve hediyelik leblebi alışverişlerimizi yaptık. Ben de çocukluğumda çok sevdiğim beyaz leblebi şekeri görünce içimde kabaran çocuksu bir sevinçle kendim ve torunlarım için aldım.
Artık Teke yöresinin kültür Başkenti olarak bilinen, güler yüzlü sıcak insanları, tarih birikimi ,gölleri yaylaları ile güzelliklerin buluşma noktası olan Burdur a gelmiştik. Batı ve orta Anadolu’nun Akdeniz e ve Muğla ya bağlayan yolların ve medeniyetlerin kavşağında olması Burdur u kültürel ve tarih açısından zenginleştirmiştir.
Gezimizin merkezi Salda Gölünü görecek olmanın heyecanı başlamıştı. Salda gölü Burdur ilinin yaklaşık 64 km batısında Yeşilova ilçesinin sınırları içinde Türkiye’nin en temiz, en berrak olan göllerinden birisi. Deniz seviyesinden yüksekliği 1140 metre .yüzölçümünün 44 km kare olduğunu öğreniyoruz. Salda Gölü kumsalı ,ve turkuaz rengi ile Maldiv adalarına benzetildiği için ‘’Türkiye’nin Maldivler’i ‘’olarak anılıyor.
Salda gölünü karşıdan görünce bütün vücudumun irkildiğini hissettim. Bembeyaz kumlar, turkuaz rengi sular adeta karşıdan karınca gibi görülen binlerce insan tarafından istila edilmişti. Gölde suya girmek için yanıma mayomu almış olmama rağmen böyle bir manzara karşısında hemen vazgeçtim. Yüzlerce insan (mayolu, bikinili, haşemalı, atletli) suyun içinde ve kumların üzerindeydi.
Trabzon Ayder yaylası ve Uzungöl’ü gördüğüm anki hayal kırıklığım ve içimdeki acının aynısını yine yaşıyordum. Doğu Karadeniz Bölgesindeki artan turizm potansiyeli üzerine talebi karşılayamaz hale gelen dünyaca ünlü ,eşi benzeri olmayan Ayder ve Uzungöl’e alternatif yeni yaylalar yaratma peşine düşen anlayışlar asıllarını yok ediyordu. Uzungöl’ü yok etmişlerdi. 3 yeni yapay Uzun göl çalışmalarına başlamakla öğünen bir zihniyetin elindeydi tüm doğal zenginliklerimiz. Salda’nın akıbetinin onlara benzemesinden korkmuştum, çok korkmuştum.
Gölün hemen yanında kurulan güya yöresel el sanatları ve ürünleri pazarı, kafeler. Binlerce insanın geldiği yerde ki tuvaletler, içimi gerçekten çok acıtmıştı. Bu duygular içinde lavanta tarlalarının yoğun olduğu Kuyucak a geldik. Lavanta tarlaları muhteşemdi. Gelenler adeta görsel bir şölen yaşıyorlardı. Biz de o şölenin içinde yer bulabilmek için lavantalar arasında poz poz resim çekiyorduk. Morun yeşil ve toprak rengiyle buluşması muhteşem bir görsel zenginlik yaratmıştı. Rüzgarın hafif esintisiyle tüm vücudumuzu lavanta kokuları sarmıştı. Ancak benim yine içim acıyordu. Etrafımızda büyük bir kalabalık karmaşa ve gürültü hakimdi. Güya lavanta hasadı festivali yapılıyordu. Oluşturulan stantlarda birçok hediyelik ürün (lavanta sabunu, kolanyası, lokumu vs). Bodrum’daki tüm hediyelikçiler de bulunan Çin malı ürünlerdi. Orjinal olan tek ürün tarladan toplanan lavanta demetleri ve onlardan yapılan taçlardı.
Geç vakit gece konaklayacağımız Sagalassos Lodge *spa otele yerleştik. Sabah uyandığımızda Torosların oksijen deposu yamaçlarındaki kuş cıvıltıları adeta bizlere ‘’bu daha başlangıç, esas güzellikler birazdan ‘’diyordu. Güzel bir kahvaltıdan sonra 1706 senesinde Fransız gezgin Paul Lukas ile başlayan kayıp şehir Sagalassos un keşfine doğru yola çıktık.
Dünyada birçok ülkeye ihraç edilen üstün kaliteli kirazın, şeftali, incir ,üzüm ve cevizin yetiştiği, asmaların sarılı olduğu geleneksel evlerin olduğu sokaklarından geçtiğimiz AĞLASUN (4118 nüfuslu) ilçesinin antik Sagalassos’un bir uzantısı olduğunu öğreniyoruz. Torosların sarp yamaçlarında yeşil bir vadide dağ yamaçlarından sayısız su kaynakları çıkan Ağlasun kalabalıklardan uzak olmak isteyenler içinde tek başına müthiş güzel bir tatil seçeneği.
1706 yılında Sagalassos u keşfeden Fransız gezgin Paul Lucas seyehatnamesinde Ağlasun un güzelliğinden ve suyun bolluğundan bahseder. ’’Hayatım da bu kadar çok pınarı olan bir yer daha görmedim .pınarlardan çıkan sular hemen dereler oluşturuyor ve her yere bereket getiriyor’’ der.
Evet… Artık Ağlasun sokaklarını geçmiş, tarihin içindeki yolculuğumuz başlamıştı. Kazıları 1990 yılından beri uluslararası ekipler tarafından yürütülen ;unesco tarafından dünya tarihi miraslar listesine alınan Sagalassos Türkiye nin en iyi korunmuş antik kentlerinden biri olarak görülüyor. Kentin yukarı agorasında restore edilmiş ve suları asırlardır çağlayarak akan ,13 metreye varan sütunlarıyla anıtsal ANTONİNLER ÇEŞMESİ önünde çekilen resimlerle de bizler tarihin içinde kendimizi ölümsüzleştiriyorduk.
Agorayı çevreleyen iki kemerli kapı geçmişte olduğu gibi hala dimdik ayakta. Antik kentte ayrıca devasa bir roma hamamı, kütüphane, kent meclisi ve şehrin bin yıllık tarihini anlatan başka pek çok eser yer almakta. Günümüzde 500 kişilik bir tiyatro salonunun dahi olmadığı birçok yerde binlerce yıl önce düşünülen 9 bin kişilik bir tiyatronun basamakları üzerinde oturdum. Muhteşem Torosların manzarasını seyrederken Bodrum’daki, Anadolu’daki kültür erozyonlarının sonunda görülen yozlaşmanın ve kültürsüzlüğün acı gerçeklerini içinde hissetmemek mümkün değildi.
Tarihi yolculuğumuz bizi bu sefer Sagalassos kazılarında ele geçirilen buluntular ile ,dünyaca ünlü heykellerin yer aldığı ‘’gezilip görülmeye değer müze ‘’sertifikasını alan Burdur Müzesi ne götürdü.
Müze de 17 yıldır görev yapan güvenlik görevlisi Koray Bey in büyük bir heyecanla adeta bir arkeolog veya sanat tarihçisi gibi tek tek bilgi vermesini görmekle de geleceğe dair umutlarımız çoğaldı.
19 . yüzyılın ilk yarısında yapılmış olan Kavaklı Rum Kilisesi restore edilerek DOĞA TARİHİ MÜZESİ olarak çocukların ilgisine sunulması da güzel olanlardan biriydi.
Rehber imiz Canan AKBAŞOĞLU rektörlüğün izniyle görmemizi istediği kilisenin anahtarını özel gayretleriyle alınca bir yıkıntı olarak terkedilen bir Ortodoks kilisesine gittik.1750 yılında yapıldığı tahmin edilen AYA BANIYA kilisesi , içindeki 10 sütun ve tavanındaki ani gelen ziyaretçilerden rahatsız olan baykuşlara terkedilmişti adeta. Canan Hanım gibi geçmişe ve tarihe duyarlı rehberlerin ve ilgililerin önderliğinde bu muhteşem kilisede dileriz en kısa zamanda hayata ve geleceğe kazandırılır.
Yolculuğumuz artık bizleri güller diyarı Isparta ya getirmişti. Panoromik bir şehir turuyla Eskişehir den sonra en yüksek öğrenci sayısına (90 bin )ulaşan Isparta’nın genç vizyonla ne kadar büyük bir değişim yaşadığını görmemek ,hissetmemek mümkün değildi.
Gökçay mesireliğinin girişinde bulunan Prf. Dr.Turan Yazgan etnografya müzesinin alt katında sosyal yaşam kültürünü anlatan objeler ,diğer etnografya müzelerinden pek farklı değildi. Ancak 10 katlı müzenin diğer katları ne yazık ki artık değerini yitiren tüm el sanatları gibi ISPARTA HALISInın geçmişine yaraşır bir biçimde geleceğe not düşmek üzere hazırlanmıştı.
Müzenin ahşap oymalı kocaman kapısının üzerine işlenmiş kocaman güller ise gezide bulunan değerli heykeltıraş Ender Güzey in sanatsal bir değeri olmadığı için şiddetli eleştirilerinden nasibini alırken, çok beğenenlerinde altında resimler çektirdiği bir tezadı ve sorgulamayı yaşattı bizlere.
Programlanan Gezimizin sonuna gelmiş ve dönüş yoluna geçmiştik. Gece 10-11 gibi Bodrum da olmayı planlarken rehberimiz ,geç kalmak ve biraz daha yorulmak pahasına da olsa LİSİNİA DOĞA PROJESİ VE LAVANTA DERESİ ni görmeden gitmememiz gerektiğini söylediğinde önce itiraz etmiştik .Muğla yaylalarının yollarına benzeyen bol ceviz ağaçlı ,mısır ekili tarlaların arasından geçerek Lavanta deresine geldiğimizde gördüğümüz manzara ve karşılaştığımız Lisinia projesi yle bir kez daha heyecanlanmıştık. Ülkemizin önemli yaban hayatı rehabilitasyon merkezlerinden biri haline gelen doğa projesinin temelleri doğa gönüllüsü veteriner hekim ÖZTÜRK SARICA tarafından 2005 yılında Burdur gölünün kıyısında atılmış. Burada doğa ,hayvan canlısı gönüllüler adeta kapitalist düzenin dayatmalarına isyan ederek ‘’hiç olmazsa Burdur keçilerini ‘’çoğalttık ,özgürleştirdik ‘’diyerek gülümsüyorlardı. Doğal ürünler le endüstriyel ilaç sektörüne altarnatif bilimsel çalışmalarını sürdürüyorlar.(elma yağ, kekik yağ, kantoron, adaçayı ve doğal sabunla).bende her alışımda çok pahalı ama diye diye almaktan vazgeçemediğim ithal güzellik kremim yerine incir-kuşburnu çekirdeği kreminden aldım. Kısa bir süre sonra cildimde dolgunluk hissedildiğinde, kırışıklıklarım azaldığında biliniz ki sebebi botoks değil, doğadan gelen mucize olacaktır.
Gece hayli ilerlemiş ve iyice acıkmış vaziyette tekrar yola koyulduğumuzda ,akşam yemeği için programlanan Tavas’ın meşhur pideci ve kokoreççi sisinin açık olamayacağını öğrendiğimizde çok sıkılmış ve çantamızdaki leblebilerle açlığımızı gidermeye başlamıştık ki tekrar sanki bir mucize ile karşılaştık… Eşeler dinlenme tesislerinde hazırlıksız bir restoranda ne bulursak yemeyi düşünürken bir anda etrafımızı restoran sahibinin karısı, annesi ,gelinleri ve kızları sarıverdi. Adeta arı gibi çalışarak bizlere muhteşem bir akşam sofrası kurdular. Böylece bir kez daha hangi konuda ve konumda olursa olsun kadınlarını önemseyen erkeklerin, kurumların her zaman daha güçlü olacağını bir kez daha görmüştüm.
Evet … Doğan ve batan güneş in ,ay ışığının sudaki pırıltısı anlamına gelen LİSİNİA dan çıkarak, mor lavanta deresi tarlaları arasından geçerken PEYNİRCİOĞLU ailesinin kadınlarının becerisiyle doyan karnımız ve gülümseyen yüzlerimizle koltuklarımızda gecenin karanlığında ,dönüş yolunun sessizliğinde uyuklamaya başlamıştık.
Geziye başlarken verilen siparişleri hazırlayan Muğlalı üretici vazgeçmemişti. Sabahın 0 3 ü de olsa hazırlığını yapmış her birimizin ayrı ayrı siparişlerini hazırlamıştı. Muğla yolu üzerinde sabahın 3 ünde yol kenarında projektörlerin altında domates, biber, patlıcan, armut, elma bal almak için sıraya giren 25 kişi o kadar çok mutluydu ki .İki gün önce sabahın0 5. İnde başlayan yolculukları yine sabahın 05. İnde Bodrum un yeni gününün ilk ışıklarıyla ve serinliğiyle son bulmuştu.
Teşekkürler bizi biz yapan geçmişten günümüze değerlerimize değer veren ,taşıyan ve tanıtan insanlara …teşekkürler hala ülkemde çok güzel insanların olduğunu hatırlatan yurdum insanlarına.
Antik Karya bölgesinden, antik Sagalassos kentine dünden bugüne köprü kuranlara ve kuracak olanlara selam olsun.