Bodrum Gündem

Prof.Dr. Günkut AKIN’dan “CAM MOZOLE” tartışmasına SON NOKTA

 

Artık kabak tadı veren bu “CAM MOZOLE” tartışması iyi niyet sınırlarını aşarak, tarihi miras alanında, uluslararası ortamda  UNESCO’nun  da kabul ettiği “VENEDİK TÜZÜĞÜ”nün ciddi bir biçimde ihlaline dönüşmüş durumda.

Mimarlık Tarihinin ülkedeki en yetkin isimlerinden Prof. Dr. Günkut Akın, uzun zamandır ve tekrar, tekrar bu saçma, kitsch “proje”nin yanlışlığını bizlere anlatmak için değerli vaktini harcıyor.

Bodrum’u sevdiği için, mesleğine olan saygısından, bizi dünyaya rezil edecek bir “görgüsüzlüğü” engellemek, işin doğrusunu göstermek, izâh etmek için.

Aşağıdaki metin bu konuda, Hocamızın meslektaşlara yönelik yazdığı son rapordur. Eminim birçok mesleki platformda okunacak ve paylaşılacaktır.

Bu rapor ile ilgili kısa bir özeti, önden paylaşmakta fayda görüyorum.

  1. Prof. Dr. Günkut AkınHocamız “Bodrum Mozolesini Canlandırma Projesi”nin Uygulanabilirliği başlıklı yazısına elbette “Dünyanın Yedi Harikası”ndan biri olan Halikarnassos Mozolesi’nin kısa tarihi ile başlıyor.
  2. Ardından, Mimarlık ve Arkeoloji mesleklerinin bu tür “Anıt Eser”lerin restorasyonundaki “EVRENSEL KABULLERİ”ve Türkiye Cumhuriyeti’nin de imzası olan “ULUSLARARASI ANTLAŞMALAR”ıntartışmasız maddelerini hatırlatarak, söz konusu projenin mevzuata uygunsuzluğunun nedenlerini sıralıyor.
  3. Hocamız, bu bölümde “spekülatif” ve hatta “manipülatif”yorumlara sonveriyor. Bodrum Mozolesi için “hangi rekonstrüksiyonun doğru olduğunu söylemenin imkânı yok” bilimsel gerçeğini pıhtılaştırıyor.
  4. Bu bölümde Saygıdeğer Hocamız, üzerindeki atlı araba heykeliyle 50 metreyi geçen bu cam yapının(bu arada cam şeffaf değildir) Bodrum’un merkezindeki iki katlı yapılarla korunmuş olan kentsel silueti olumsuz yönde etkileyeceğini (bu heyûlanınyaratacağı ısı da merak konusu) düşünmeden, anlayamadığımız sâiklerle, anut bir biçimde bu “projeyi” gündemde tutmaya çalışan AKADEMİA VAKFI’nın adeta görüşleri tartışılmaz bir “peygamber” gibi karşımıza çıkardığı Arkeolog Profesör Jeppesen’in tutarlılığını bilimsel metot ile sorguluyor, Jeppesen’in çelişkilerini gün ışığına çıkarıyor.
  5. Ve son bölümde, her aydın bilim insanı gibi Hocamız, yanlışı değil doğruyu, çirkini değil güzeli, birilerinin kişisel çıkarlarını değil kamu yararını düşünmenin formülünü veriyor. Her hekim gibi, her hikmet sahibi gibi tedavinin reçetesini paylaşıyor.

Keyifli okumalar.

Serdar Anlağan – 20 Ekim 2020

 

 

“Bodrum Mozolesini Canlandırma Projesi”nin Uygulanabilirliği

 Günkut Akın, 20.10.2020

MOZOLENİN VE KAZI YERİNİN ÖNEMİ

Bilindiği gibi Bodrum Mozolesi Antik dönemin en değerli yapılarından biri idi. Çünkü öncesi olmayan bir yapı tipi olarak MÖ 4.yüzyıl ortalarında ilk defa yaratılmıştı. Bu nedenle, o dönemlerde inşa edilmiş sayısız değerli tapınağın zaman içinde evrimleşerek oluşmuş formundan daha öncelikli bir değere sahipti. Yapıldığı anda benzersizdi. Sonradan, daha küçük ölçekli de olsa, ondan esinlenen başka mezar yapıları ortaya çıkmıştır. Ancak yaratıcı ilk model odur. Bu nedenle Francesco Colonna’nın 1467 yılında Venedik’te basılan kitabından başlayarak 19.yüzyıl ortalarına kadar sayısız hayali çizimi yapılmış ve hemen ardından bunlar yerini bilimsel rekonstrüksiyon tartışmalarına bırakmıştır. Bu tartışma bugün de sürmektedir. Ancak bir buçuk yüzyıldır yapılagelen rekonstrüksiyon denemelerinin bu kadar fazla olmasının nedeni, Mozole’nin Avrupa kültürünün hayal dünyasındaki beş yüz yıllık kökleriyle alakalıdır. O neredeyse bir masal yapısıdır. MÖ 2.yüzyılda ilk kez kaleme alınan “Dünyanın Yedi Harikası” listesindeki diğer yapılar gibi.

Oysa 1857-58 yıllarında C.T.Newton’un, 1865’te A.Biliotti’nin ve özellikle 1966-77 yılları arasında Kristian Jeppesen ve ekibinin arkeolojik kazıları sonucu, Mozole’nin önce konumu belirlenmiş ve temellerinin içine oturtulduğu doğal kayadaki büyük çukur, mezar odasının izleri, anıtın bazı mimari parçaları ve rölyefleri gün yüzüne çıkarılmıştır. Bunlar bir masalı gerçekliğe dönüştüren kesin verilerdir. Üst yapısı tamamen tahrip olmuş bile olsa, ünü yüzyılları aşan mozolenin vaktiyle durduğu yer burasıdır. Temelleri bu çukurun içine oturtulmuştur. Mezar odasının izlerine dokunabilirsiniz.

Yapının mükemmelliği, yani ölçü ve oranlara presizyonla uyularak inşa edilmesi yanında, heykel ve rölyeflerin niteliği Antik dönemdeki anıtsal yapılara asıl değerini veren nesnelerdi. Mozole’yi betimleyen iki Antik dönem metninde -Vitruvius’un MÖ 30-15 yılları arasında yazdığı “Mimarlık Üzerine On Kitap” ve Yaşlı Plinius’un MS 77-79’da yazılan Doğa Tarihi adlı kitaplarında- yapının kendisinden çok, burada çalışan heykeltraşlara önem verilmiş olması bu nedenledir. Antik döneme ilişkin bu algı bugün de değişmiş değildir. Çünkü MÖ 5. yüzyıldan başlayan Klasik dönemde ve Mozole’nin inşa edildiği 4.yüzyıl ortalarındaki Geç Klasik dönemde Yunan heykeltraşlığı, insanlık tarihinin ulaştığı en yüksek doruklardan birini yaşamıştır. Bilindiği gibi, heykel ve rölyeflerin önemli bir kısmı 19.yüzyıldan beri British Museum’dadır. Ancak çok az da olsa, birkaç özgün rölyef ve yapı ögesi Mausoleum Müzesi’nde sergilenmektedir. Bodrum’daki müzede bulunan bu özgün nesneler, bulundukları yerde sergilendikleri için çok değerlidir.

MOZOLE’Yİ CANLANDIRMA PROJESİ VE ULUSAL/ULUSLARARASI MEVZUAT

Söz konusu projeye ilişkin verilecek kararı, hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde ulusal ve Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası mevzuat bağlamaktadır.

Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıkları Yüksek Kurulu’nun 07.03.1986 gün ve 2031 sayılı kararıyla “anıt eser” olarak tescil edilmiş olan Mozole, aynı kurulun 03.07.1987 gün ve 3492 sayılı kararıyla “1.derece arkeolojik sit alanı” olarak tescil edilmiş olan kazı alanında yer almaktadır.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 27.06.2005 tarih ve 89406 sayılı makam onayıyla yürürlüğe giren “Arkeolojik Kazılarda ve Kazı Alanlarında Yapılacak Düzenleme, Restorasyon ve Konservasyon Proje ve Uygulamalarında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönerge” sinin 5.maddesinde “Taşınmaz kültür varlıklarının korunması ve restorasyonunda esas alınacağı ve Türkiye’nin de taraf olduğu” ifade edilen 1964 tarihli Venedik Tüzüğü’nün 15.maddesinde konumuzu ilgilendiren şöyle bir hüküm vardır:

 “Bütün yeniden inşa işlemlerinden peşinen vazgeçilmelidir. Yalnız anastilosis‘e, yani mevcut fakat birbirinden ayrılmış parçaların bir araya getirilmesine izin verilebilir. Birleştirmede kullanılan ek her zaman ayırt edilebilecek bir nitelikte olmalı ve anıtın korunmasını sağlamak ve eski haline getirmek için kullanılan bu ek(ler) mümkün olduğunca az kullanılmalıdır”.

Konumuz bağlamında “anastilosis” kavramının anahtar bir öneme sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu kavramın içerdiği ilkeleri özetlersek:

  1. Arkeolojik kazı alanlarında uygulanabilecek yegane yaklaşım anastilosis’tir.
  2. Yıkılmış anıtın parçaları mevcut olmalıdır.
  3. Bu parçaları birleştirmek için kullanılacak ekler mümkün olduğunca az devreye girmelidir.

Kültür Turizm Bakanlığı’nın yukarıda sözü edilen 2005 tarihli yönergesinde anastilosis ile ilgili hükümler ise şunlardır:

4.madde: Anastilosis, özgün yapıdan çeşitli nedenlerle yıkılarak dağılmış olan mimari yapı elemanlarının toplanarak yeniden bir araya getirilmesidir.

25.madde: Kültür varlığına ait korunmuş parçaların yapı içindeki yerleri tam olarak saptanabilmiş ise anastilosis yapılır.

26.madde: Anastilosis çalışmaları, kazılar sonucunda sitin ulaştığı genel görünüme göre planlanır. Yüksek kalıntıların bulunmadığı bir arkeolojik sitte parçaları olsa dahi tek bir anıtsal yapının anastilosisine gidilmesi yerine restitüsyon çizimi ile yetinilir.

Türkiye’deki mevzuattan yola çıkarak, anastilosis konusuna iki nitelik daha ekleyebiliriz:

  1. Korunmuş parçaların yapı içindeki yerlerinin tam olarak saptanması gerekir.
  2. Eğer bir arkeolojik sitte başka yüksek kalıntılar bulunmuyorsa, anıtın parçaları mevcut olsa bile anastilosis yapılmaz.

Bu ikinci ilke, Kültür Bakanlığı yönergesinde konunun ne kadar hassasiyetle ve çevre koşulları gözetilerek ele alındığını göstermektedir.

Türkiye’nin taraf olduğu 1964 tarihli Venedik Tüzüğü’ne ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 27.06.2005 tarih ve 89406 sayılı makam onayıyla yürürlüğe giren “Arkeolojik Kazılarda ve Kazı Alanlarında Yapılacak Düzenleme, Restorasyon ve Konservasyon Proje ve Uygulamalarında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönerge”ye göre, “Mozole Canlandırma Projesi” adı altında Kültür ve Turizm Bakanlığı’na sunulan önerinin onaylanması mümkün değildir. Sözkonusu projenin mevzuata uygunsuzluğunun nedenleri şöyle sıralanabilir:

  1. Mevcut sit alanında yalnızca “anastilosis” uygulanabilir. Yani anıtın yıkılan parçalarının tama yakın bir bölümünün mevcut olması gerekir. Oysa British Museum’daki eserlerin mulajlarını kullanma durumunda bile anıtın parçalarının ancak %2’si elimizde bulunmaktadır.
  2. Kaldı ki Bakanlığa başvuru yazısında, zaten bir anastilosis talebi yerine, “Mozole’nin tüm detayları birebir aynı olan bir kopyasını yansıtmak değil, mimarisinin genel hatlarını yansıtan ve böylece ziyaretçiye bu anıtın boyutları ve mimari estetiği hakkında bir izlenim veren imgesel ve simgesel bir yapı ortaya konulması planlanmıştır” denilmektedir. Böyle bir yaklaşımın ne uluslararası ne de ulusal mevzuatta yeri yoktur.

Aslında kaleme alınan işbu yazının, mevzuatın kesin hükümleri nedeniyle burada sona ermesi gerekiyor. Ancak sunulan projenin kendi iç tutarlılığı ve önerilen yapının uygulanabilirliği açısından da bazı görüşler ileri sürmek mümkündür.

REKONSTRÜKSİYONLARIN BİLİMSEL KESİNLİK TAŞIMAMASI

Önerilen projenin 1966-77 yılları arasında ekibiyle birlikte Mozole alanında kazı yapan ve 2014 yılında dünyadan ayrılan Danimarkalı Profesör Kristian Jeppesen’e ait olduğu söylenmektedir. Jeppesen, Mozole’nin oturtulduğu temel çukurunu ve Mausollos’un mezar hücresinin izlerini ortaya çıkarmış ve İngilizlerin British Museum’a taşımadığı bazı yapı parçaları bulmuştur. Bu kazıların raporları 1981-2004 yılları arasında 7 cilt halinde yayınlanmıştır. 2003 tarihli 5.ciltte, rekonstrüksiyon denemeleri ve gerekçeleri yer almaktadır.

2013 yılında ise, Berlin Freie Universität’teki Antik Mimarlık ve Kent Planlama Enstitüsü’nü yöneten ve 2002 yılında emekliye ayrılan Profesör Wolfram Hoepfner, Mozole ile ilgili bir başka kitap yayınlamış ve Jeppesen’den çok farklı yükseklikte bir rekonstrüksiyon öne sürmüştür. Bu bölümün aşağıdaki satırları, sözü edilen bu iki kitaptan yola çıkılarak kaleme alınmıştır:

  1. Kristian Jeppesen, The Maussolleion at Halikarnassos. Reports of the Danish Archaeological Expedition to Bodrum 5: The Superstructure, Aarhus, 2003.
  2. Wolfram Hoepfner, Halikarnassos und das Maussolleion, Darmstadt, 2013.

Prof.Jeppesen’in kitabında, bilim dünyasında gerekli olduğu üzere çok temkinli bir dil kullanıldığı dikkat çekmektedir. Bu durum, öne sürdüğü rekonstrüksiyonun kesinlik taşıyamayacağını belli etmektedir. İki örnek vererek bu durumu açmak mümkündür:

Jeppesen 2003, s.139’da elde bulunan sütun tamburlarının alt ve üst çaplarını diğer tamburlarla karşılaştırdığında “ … bu derece bir yanlışlık, sütunların matematik açısından herhangi bir güvenilir restorasyon girişimini olanaksız kılar”. “Sütunların entasis ile tasarlanmış olma olasılığı konusunda da ihtiyatlı davranılmalıdır”.

Jeppesen 2003, s.174: “ … Mozole’nin rekonstrüksiyonu için yüksek önemde elemanlar hemen hemen tamamen kaybolmuş … ”.

Jeppesen’in olasılık olarak söz ettiği “entasis”in bu derece iddialı bir yapıda kullanılmamış olması düşünülemez. Entasis, insanların göz fizyolojisi nedeniyle düz çizgiyi eğri, eğri çizgiyi düz gördüğünü hesaba katan bir tasarım presizyonudur. Böyle bir tasarımda yapının her parçası, dolayısıyla özellikle sütunlar, belli bir hesaba göre boyutlandırılır. Ancak her biri 6 tamburdan oluşan 36 sütun olduğunu bildiğimize göre, 216 tambur olması gerekirken, elde sadece 44 tambur bulunmaktadır (Jeppesen, 138). Bunların 13’ünün en alt parçalar oldukları biliniyor, ama ne konumları ne diğer parçaların sütunların hangi bölümünde yer aldıkları biliniyor. Buna bir de entasise göre her tamburda farklılaşan boyut ve biçim sorununu eklerseniz, yapının en önemli bölümü olan sütunlu galeride hiçbir ölçünün kesinlik taşımadığı anlaşılır.

Ancak Mozole’nin rekonstrüksiyonları konusunda asıl farklılık sütunlu bölümün altındaki kaidenin yüksekliğine ilişkin anlaşmazlıktan kaynaklanmaktadır. Bu konuda hiçbir kesin bilgi yoktur. Elde somut arkeolojik verilerin bulunmaması nedeniyle Yaşlı Plinius’un yukarıda sözü edilen kitabındaki ölçüler, tüm rekonstrüksiyon denemelerinde yola çıkılan tek kaynaktır. MS 23-79 yılları arasında yaşamış olan Plinius’un MÖ 4.yüzyıl ortalarında Mozole’yi inşa etmiş olan iki mimarın, bu konuda yazdıkları bilinen, ancak kayıp olan kitaptan faydalandığı tahmin ediliyor. Mozole’nin yapımı ile Plinius’un metni arasında neredeyse 400 yıl fark var ve Plinius Mozole’yi görmemiş.

Plinius’un elde bulunan 58 elyazması arasındaki farklar ve küçük harfli yazımda rakamları farklı okuma olasılıkları her iki arkeoloğun farklı sonuçlara varmasına neden olmuş. Örneğin Jeppesen tüm yüksekliği 140 ayak olarak okuyor ve bunun yerden dört atlı arabanın durduğu platformun üst yüzeyine kadarki yükseklik olduğunu düşünüyor (Jeppesen. 207). Hoepfner ise tüm yüksekliğin 111 ayak olarak okunması gerektiğini söylüyor ve buna araba ve sürücüyü de dahil ediyor (Hoepfner, 79-81). Ayrıca Jeppesen’e göre 1 ayak: 32 cm, Hoepfner’e göre 34.9 cm (Hoepfner, 74). Sadece Antik ölçü değerlerinin farklı kabul edilmesi bile boyutlarda değişimler ortaya çıkarıyor. Hoepfner’in “Doğu İyonya Ayağı” kulanıldığına ilişkin israrlı varsayımı, 140 ayağın Jeppesen’de 44.8 m, Hoepfner’de 48.86 m olarak hesaplanmasına neden oluyor.

Son olarak K.Jeppesen’in, yine Plinius elyazmalarından yola çıkarak ileri sürdüğü ve ilk hayali çizimlerden itibaren yanlış yapıldığına dair varsayımı da rekonstrüksiyonlarda önemli bir farklılaşmaya yol açıyor. Yerden yukarıdaki piramidin ilk basamağına kadar olan yükseklik için Plinius’un Latince rakamlarla verdiği ölçü “XXV=25” arşın, Jeppesen’e göre yanlış yazılmış ve başına “L” eklenerek “LXXV=75” arşın=36 m. olarak değerlendirilmesi gerekiyor (Jeppesen, 207). Rekonstrüksiyonun bir kuleye benzemesine neden olan, tümüyle keyfi bir varsayım bu. Nitekim kendi de tüm rekonstrüksiyonun böyle çürük bir varsayımın üzerinde durduğunun farkında (Jeppesen. 217). Ayrıca fazla yüksek kaidenin kademelenmeleri de tamamen keyfi. Bu konuda hiçbir veri yok (Hoepfner, 79).

Görüldüğü gibi, günümüzde ön planda olan her iki rekonstrüksiyon da kaynak metindeki rakamların okunmasındaki farklılıklara dayanıyor. Bu farklı okumalar kanıtlanmaları olanaksız birer varsayım. Hangi rekonstrüksiyonun doğru olduğunu söylemenin imkanı yok.

 

 

Aynı ölçeğe getirilmiş ve aynı düzleme oturan iki rekonstrüksiyon çizimi. Sol: Jeppesen, 2003, sağ: Hoepfner, 2013.

AKADEMİA’NIN “CANLANDIRMA” PROJESİ

Her şeyden önce Akademia’nın 2017’de Kültür ve Turizm Bakanlığına sunduğu ve K.Jeppesen’e ait olduğu iddia edilen “projenin”, 2014 yılında aramızdan ayrılan değerli profesöre ait olup olmadığı kanıtlanmaya muhtaçtır. Eğer öyle olsa bile, çevirinin doğruluğu kontrol edilmelidir. Çünkü metinde, örneğin “dikey kiriş” gibi çeviri hataları mevcuttur.

Ancak asıl kuşku uyandıran durum, kitabında kesinlikten uzak ve temkinli bir dil kullanan profesörün, sözkonusu “proje” açıklamalarında, sanki her şey kesinmiş gibi bir ifade biçimine sahip olması ve birden mühendis kimliğine bürünüp, yapısal ve strüktürel bilgiler vermesidir. Böylece önerilen cam mozole rekonstrüksiyonu ile, Profesör Jeppesen’in kariyeri boyunca arkeoloji dünyasında edinmiş olduğu saygın yer, ölümünden sonra bir daha düzeltilemeyecek biçimde yok olacaktır. Her arkeolog arkeolojik alanlarda Venedik Tüzüğü gereği sadece anastilosis koşullarının geçerli olduğunu ve böyle bir “sözde” rekonstrüksiyon önerisinin, bağışlanmaz bir suç teşkil ettiğini bilmek durumundadır.

Bu boyutta bir riski Profesör Jeppesen’in göze almayacağı varsayımıyla, Akademia “projesinin”, gerçekten Profesör Jeppesen’e ait olup olmadığını kontrol etmek gerektiğini düşünmek lazımdır.

Önce Jeppesen’in kitabındaki rekonstrüksiyonun boyutlarını aktarmak gerekmektedir. Mozole’nin taban alanı 38.10 x 32.40 m. = 1234 m2 ve  atlı araba platformunun üst yüzeyine kadar olan yükseklik. 44.80 m olarak hesaplanmıştır. 15 katlı bir yüksek yapının boyutları söz konusudur.

BÖYLE BİR YAPI, HANGİ AMAÇLA KULLANILACAK OLURSA OLSUN, İDDİA EDİLDİĞİ GİBİ YAPININ DIŞINDA DÜZENLENECEK TEMELLERE MESNETLENEMEZ.

HER TÜRLÜ FONKSİYONA VE KULLANIMA CEVAP VEREN SEKİZ ON KATLI YA DA PLATFORMLU, ÇELİK İSKELETLİ BİR YAPININ ÖZ AĞIRLIĞI DOĞAL OLARAK BETONARME BİR YAPIDAN DAHA HAFİF OLACAKSA DA, TAŞIYACAĞI HAREKETLİ YÜK VE RÜZGAR YÜKÜ DAHA AZ OLMAYACAKTIR. ALTINDAKİ ARKEOLOJİK ALANI TAHRİP ETMEDEN, NE ŞEKİLDE OLURSA OLSUN BİR İSKELET YAPI İNŞA EDİLEMEZ.

 

 

 

 

 

 

K.Jeppesen’e ait olduğu iddia edilen Mozole rekonstrüksiyonunun kesidi

Bu durumda önerilen çelik yapının ağır betonarme temelleri doğrudan Mozole’nin temel çukurunun içine oturtulacak ve Bakanlığa sunulan “projenin” iddia ettiğinin tersine, özgün kalıntılar geri dönüşsüz bir şekilde tahrip edilecektir.

Yapı fiziği açısından asıl sorun iklimlendirmede karşımıza çıkmaktadır. Projede “yapıyı çevreleyen cam yüzeyin arkasına veya önüne, güneş ışığını ve fazla ısınmanın etkilerini kontrol etmek için panjurlar yerleştirilmesi” önerilmektedir. Ancak bütünüyle cam olan bir yapının içinde elbette bu basit önlem, özellikle yaz aylarında aşırı ısı değerlerine maruz kalan Bodrum’da hiç yeterli olmayacak ve yapının içinde tahammül edilmez bir sıcaklık birikecektir. Ayrıca yüksek cam yapı, güneş ışınlarını yansıtarak oldukça geniş bir çevreye ısı yayacaktır. Neredeyse Bodrum’un iklimi değişecektir. Cam Mozole’nin iç mekan ve çevresel koşullara yapacağı etki yapı fiziği uzmanlarınca değerlendirilmelidir.

Son olarak, üzerindeki atlı araba heykeliyle 50 metreyi geçen bu cam yapının Bodrum’un merkezindeki iki katlı yapılarla korunmuş olan kentsel silueti olumsuz yönde etkileyeceğini düşünmek gerekir. Özellikle Bakanlığın yukarıda sözü edilen 2005 tarihli yönergesinin 26.maddesi göz önünde bulundurulduğunda, kentsel dokuyu böyle saldırganca bozacak bir projeye karşı durmak gerekmektedir.

SONUÇ

Akademia Vakfı’nın Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvuru dilekçesinde amaç şöyle ifade edilmiştir:

“Mozole’nin tüm detayları birebir aynı olan bir kopyasını yansıtmak değil, mimarisinin genel hatlarını yansıtan ve böylece ziyaretçiye bu anıtın boyutları ve mimari estetiği hakkında bir izlenim veren imgesel ve simgesel bir yapı ortaya konulması planlanmıştır”.

Bu tür bir yaklaşım, ne Türkiye’nin taraf olduğu UNESCO ve ICOMOS gibi uluslararası kuruluşlara ait Venedik Tüzüğü’nün 15. Maddesinde, ne de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 27.06.2005 tarih ve 89406 sayılı makam onayıyla yürürlüğe giren “Arkeolojik Kazılarda ve Kazı Alanlarında Yapılacak Düzenleme, Restorasyon ve Konservasyon Proje ve Uygulamalarında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönerge’sinde yer alan 4, 25 ve 26. maddelerinde onaylanmaktadır. Tüm bu ulusal ve uluslararası mevzuatta, arkeolojik alanlarda uygulanabilecek tek ayağa kaldırma tekniğinin “anastilosis” olabileceği şarta bağlanmıştır. Bu kavramdan dağılmış bir yapının, tamama yakın olan özgün parçalarının, en az ek kullanılarak ayağa kaldırılması anlaşılmaktadır. Mozole’den kalanlar böyle bir uygulama için çok yetersizdir. Bu durumda anastilosis mümkün değildir. Başka bir yaklaşıma da mevzuat izin vermemektedir. Dolayısıyla Akademia Vakfı’nın canlandırma projesi onaylanmamalıdır.

Bu kesin ve bağlayıcı yargıdan sonra, artık Mozole’nin yapılabilirliğine ilişkin başka bir değerlendirme gerekmemektedir. Ancak yine de sözkonusu projeyi değerlendirmek istersek,

yukarıda ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi, önerilen “projenin” müellifi olduğu söylenen K. Jeppesen’in öne sürdüğü rekonstrüksiyon, kullandığı kaynakta verilen ölçüleri bir varsayıma dayanarak okuduğu için, kesinlikten uzaktır. Yine yukarıda açıklandığı gibi daha başka kesin olmayan hipotezler de bulunmaktadır. Korumada temel ilke şudur: “Varsayımın başladığı yerde rekonstrüksiyon biter” K.Jeppesen’e ait rekonstrüksiyonun varsayımsal oluşu, ondan on sene sonra ortaya atılan diğer bir saygın arkeoloğun rekonstrüksiyonu ile karşılaştırıldığında daha belirginleşmektedir. Yerden araba platformunun üst yüzeyine kadar olan yükseklik K.Jeppesen’de 44.8 metre iken, W.Hoepfner’de bu ölçü 31.27 metredir. Arada 13.53 metrelik bir fark vardır. Hangi rekonstrüksiyonun doğru olduğuna karar verilemeyeceğine göre, Akademia Vakfı’nın önerisini inşa etmekten uzak durmak gerekir.

Sözkonusu Vakfın önerdiği proje, 38.10 x 32.40 m. = 1234 m2’lik taban alanı ve atlı araba platformunun üst yüzeyine kadar olan 44.80 metrelik yüksekliğiyle, Mozole’nin arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan izlerinin üzerine oturacak ve bütün gerçek verileri geri döndürülmez bir biçimde tahrip edecektir. Sahte bir yapının, ünlü Mozole’den geriye kalan gerçek bir yeri yok etmesine izin verilmemelidir.

Bu arada Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ikircikli davranışına bir anlam vermek mümkün değildir. Halen yürürlükte olan 2005 yılına ait kendi yönergesi, sözkonusu canlandırma projesinin uygulanması önündeki en önemli engeldir. Ancak daha da önemlisi, 2017 sonunda Kültür ve Turizm Bakanlığının, arkeolojik kazı alanlarındaki uygulamalarıyla deneyim kazanmış bir mimarlık bürosundan “Halikarnas Mozolesi Çevre Düzenleme ve Sergileme Projesi” talep etmiş olmasıdır. Bu proje aynı Bakanlığa bağlı Muğla Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun aldığı 24.05.2018 tarih ve 6813 numaralı kararla onaylanmış ve Bakanlıkça ödeme yapılıp kesinleşmiştir. Ayrıca Mimarlar Odası Bodrum Temsilciliği ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2018 yılı Temmuz ayında Bodrum Ticaret Odası’nda düzenlediği bir toplantıda proje halka tanıtılmıştır http://mausoleumproject.atolyemimarlik.com/. Kazı alanındaki dağınıklığı gideren, Mozolenin oturduğu platformu, taban boyutlarını, temel çukurunu, mezar hücresini, kutsal alan girişini ve sınırlarını okunaklı hale getiren, ayrıca “arttırılmış gerçeklik noktaları”ndan, bakanlara mozoleyi üç boyutlu hali ve bütün görkemiyle sanal bir gerçeklik olarak sunan bir proje bu. Yeniden ele alınacak müzede orijinal buluntular düzeyli bir şekilde sergilenecek ve gerekli bilgiler verilecek. Ancak projenin asıl büyük özelliği, kazı alanına hiç zarar vermeyecek olması ve tüm yapıların geri döndürülebilir şekilde tasarlanmasıdır. Dünya standartlarında bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Üstelik uygulama maliyeti de düşük.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın son yıllarda birçok kenti ve ören yerini müzelerle donatan seferberliği göz önünde bulundurulduğunda Gerçek Bodrum Mozole projesinin iki yıldır bekletilmesindeki tuhaflığı sorgulamak ve başta yerel yönetim olmak üzere, onun bir an önce uygulanmasını talep etmek durumundayız.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.