Bodrum Gündem

Yüzleşme

Yol çok uzundu bilemedim.

Ya da bilmek bile istemedim.

Yürüdüm yürüdüm yürüdüm,

Bıkmadan usanmadan yürüdüm.

Isındım soğudum, kurudum.

Yoruldum.

Durmak istedim.

Hemen kalkarım diyordum,

Ama yolun ucunu hala göremiyordum.

Yürümeye başlamıştım bakmadım bile arkama

Çıkmıştım ya yola.

Kalktım ayağa

Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm,

Isındım, soğudum, kurudum.

Yürüdüm yoruldum.

Çöktüm   Olduğum yere.

Oturdum…

Epeyce oturmuşum.

Elbette kalktım

Koşuyorum…

Mayıs’ın pırıltılı sabahı.

Etrafımda çocuk cıvıltıları.

Bıraksalar öylece kalabilirim.

Kalan baharları hesaplamadan.

Bahar ayında, bir Mayıs sabahında…

Havalar ısınır, artık bahçe zamanıdır.

Duş yapılmış, keyifle giyinilmiş ve bahçede yerler alınmıştır.

Şimdi sigara ve kahve…

Yine öyleydi.

Anıl’ın oğluyla oturmuş, dalga geçiyordum.

Onu havaya attım.

Sorumluluk duygum bu kadar gelişmemiş olsa, tutamazdım bile.

Tuttum…

Sağ ayağımdan yoğun bir duygu mideme doğru akmaya başladı. Beynimden gelen başka bir duyguyla birleşti. Ve hatırladığım son cümlem. Bana bir şeyler oluyor çocuklar…

Yükselen çığlıklar, ağzıma sokulan el olmasa iyiyim. Kendimden geçmişim…

Öylece kalabilirdim.

Kımıldamadan…

Arabanın içindeyim, Yağız’ın sesi kulaklarımda, “Ben kullanamam” diyerek, babam diye çırpınıyor.  Kim kullanıyor bilemedim. Yeğenim Sinan öndeki arabada, kaç araba gidiyoruz sayamıyorum.

Yanlış gidiyor diyorum. Gülseler mi ağlasalar mı karar veremiyorlar. (sanırım)

Bunlarla neden ilgileniyorum?

Babalık güdüsü mü, ya da korkuyor muyum?

Bilemiyorum.

Özel Bodrum Hastanesinin önündeyim.

Kalabalıklar…

Sedyeye bindiriyorlar beni.

Küçük yerlerde yaşamanın konforları saymakla bitmez. Bunlardan bir tanesi de tanımak ve tanınmaktır. Özel Bodrum Hastanesi de, benim için hastaneden daha çok bizim çocuklar dediğim doktorlarla, sohbetleri; kahkaha ve çayla şenlendirdiği dost kapısı olması.

İşte o gün, o dost kapısı uzun bir yolculuğun biniş peronuna dönüşmüştü. Bu sefer gözlerde, beni gördüğüne sevinen ifadeler yerini endişeye bırakmıştı. Zoraki yerleştirilen gülüşler yüzlerde askıda kalmıştı.

Çekilen tomografi yeterli gelmemiş, ertesi gün MR çekimine kararı verilmişti. Bu gece misafir edeceklerdi. İtiraz ediyordum. Benim bir şeyim yok bırakın beni diyorum. Dr. Barış Coşkun

“Buna Abdullah bey karar verebilir” diye geçiştiriyor. Dr. Abdullah da telefonuma cevap vermiyordu.

Sol gözümde ışığa karşı gelişen aşırı duyarlılık olmasa keyfim yerindeydi. Oda kalabalık, bir güne sığamayacak buluşmalar odaya da sığmamış, kafeterya bahçesine taşmıştı.

Karnım acıkıyor. Oğlum duygusallığının zirvesinde, hemen yemek siparişi veriyor. Belki de düşünüyor, “Babamın kaç akşam yemeği kaldı.”

Yemekler geldiğinde ayranın kapağını açıp hızlıca sallıyor. Ayranın en büyüğünü istemiş. Odadakilerin hepsi ayranla yıkanıyor. Oda değiştiriyoruz tabii. Kahkahalar, kanseri o zaman yendiler sanırım.

Aslında, gözüm ışığa duyarlı, karanlığa çeviriyorum başımı. Uykuya yenik düşüyor yorgun bedenim.

Sabahın erken saatlerinde doluyor oda. MR için hazırlanıyorum. İçimiz rahat olsun diyorlar. Tarifleyemediğim ağrıyı kim bilir belki de bugün tariflerim diyerek.

Peki diyorum.

Bitiyor işlemler.

Ertesi güne veriyorlar bir sonraki randevuyu.

Sinan Özer, kardeşimden aileye bir şey söylemeden beni Abdullah kardeşimin odasına getirmesi istenmiş.

Çok zordu eminim. Değer verdiğiniz birine hasta olduğunu, Onun yüzüne “KANSERSİN” demenin güçlüğünü şimdi tahmin edebiliyorum.

Bodrum da ne kadar doktor tanıdığım varsa hepsi,  doktor Abdullah’ın odasına dolmuşlar. Olağanüstü durumu anlıyorum. Hep gülümseme gördüğüm yüzler bu sefer gülmüyor. Bakışlarını kaçırdıkları için gözlerini göremiyorum. Kararmış yüzlerine bakarak “Ne be bu haliniz kanser değiliz ya!” diyorum.

İtiraz etmiyorlar. Meğer işlerini kolaylaştırmışım. Hayır dememeleri olayı bütün açıklığıyla ortaya çıkarıyor.

Kanser hiç gelmiyor aklıma. Bir ay olmamış chek-up yaptıralı. Turp gibiyim. Sadece başımda tarifleyemediğim bir ağrı. Meğer akciğere çoktan kanser hücresi yerleşmiş, yerleşmekle kalmamış beynime de yollamış. Başımı ağrıtan da oymuş.

7 Mayıs sabahı Sinan Özer’in kolunda Özel Bodrum Hastanesinin merdivenlerinden iniyorum. Onun suskunluğunu anlamak için kafamı kaldırıyorum.

Ağlıyor.

-“Kocaman adamsın niye ağlıyorsun?” dediğimi hatırlıyorum.

Koridora çıktığımda Yağız kapıda bekliyor. Kendimi yorgun hissediyor yere çömeliyorum. Başımı yukarı kaldırıp,

-“Daha birlikte yapacağımız çok şey vardı…” diyorum. Gözlerdeki yaş büyüyor.

Dönüyoruz otele. Ben gelmeden haber gelmişti belli. Bir anda bayram yerine dönmüş otel.

Nereden duydular, bilmiyorum.

Yine o beni kanser eden sorumluluk duygum baskın halde ve ben üzülenleri teskin etmeye çalışıyorum.

Dert etmeyin. Hayatım sorun çözmekle geçti, bunu da çözeriz.

Masa kalabalık. Halime gülüyorum. İnsanlar ellerinde telefonlarla benden uzakta volta atıyorlar. İsimler dökülüyor ağızlardan.

Prof. Dr. bilmem kim…

En iyi onkolog, en iyi cerrah isimleri geliyor dört bir yandan.

Mehmet Bekar üstadım randevuları alıp son sözü söylüyor. Yarın akşam Ankara’ya gidiyoruz.

Gidiyorum. Neyi, neleri, kimleri bıraktığımı, gideceğim yeri ve yaşanılacakları bilmeden.

Dönecek miyim, bilmiyorum. Farkındayım onlarda bilmiyor. Alt üst oldu masam. Yapmam gereken işler, imza bekleyen evraklar, konuşmam gereken konular, kapıda bekleyen tedarikçiler.

Gidemem. Çok işim var.

Ama biliyorum mezarlarda yatanların da çok işleri vardı.

Ben gülüyorum. Benim dışımda herkes çok ciddi. Eline telefon alan uzaklaşıyor. Sormuyorum. Yeni kelimeler yerleşiyor belleğime. Büyük hücre, küçük hücre, evre, evreleme, üç ay, altı ay. “EVRİLİYORUM…”

Bir sigara yakmak geçiyor aklımdan. Kahve ile son ritüelim olsun dememe kalmadan fal taşı gibi açılan gözlere bakıp.

Kahkahalarla gülüyorum

-‘Bir sigara mı öldürecek beni?’

Sonra anlıyorum onları sarsan sigara yakışımdan çok ‘son’ kelimesini telaffuz edişim.

Saat geldi. İnsanlarla sarılıp öpüşüyorum. Bir süre sonra yasaklanacaklar arasına gireceğini bilmeden.

Teşhis netleşiyor Ankara da.

Akciğer kanseri 4.evre.

Beyin metastazlıyım.

Hay Allah bende beyin varmış diye gülüşüyoruz. İnternette arama motoruna akciğer 4.evre yazanlar hızla çoğalırken çevremde fısıltılarda artıyor.

 

Evet tam da bu dönemde galiba insanların acı dolu bakışlarını daha çok hissediyorum üzerimde. Moral vermek isterken duygularına yenik düşen çok oldu. Birden kendimi onlara moral verirken buluyorum.

Bol bol hikâyeler dinliyorum.

Sabırla.

Tamam sorun büyüktü.

Ama yapacak bir şey yoktu. İbre bizde durmuştu.

Bazen büyük sevinçlerde yaşamıştım. O zaman hiç itiraz etmemiştim. Şimdi niye isyan edecektim. Duran yitirir.

Koşmalıydım.

 

Öncelikle bu süreci çok yakın dostlarıma heyecanla anlattığımı biliyorsunuz.

Bunu neden yaptım, çok da biliyor değilim. Bu tür şeylerde bilmeye gerek var mı onu da bilmiyorum. Tek bildiğim aklıma geldiği gibi  yaşadığımdır.

Bu arada sevgili dostlarım beni hiç yalnız bırakmadınız. Hepsini birlikte yaşadık.

Sizinle herkesin korktuğu, konuşmaya bile cesaret edemediği Kanserle dalga geçtik.

Siz hep benim üstüme attınız ama aslında kanseri birlikte alt ettik.

Çevremdeki kalabalığa bakıyorum. Biliyorum ki hepsinin canı yanıyor. Ablamın evinde yakın akrabalarım ve yakın arkadaşlarımla kanser sohbetleri yapıyoruz. Her meslekten dostlar arasındayız. Ama mesleklerini bildiklerinden daha çok kanserle ilgilendiklerini bilmiyordum. Bu arada onkoloji hocası bir arkadaşımı hatırlatıyor büyük ablam Sevilay. Arkadaşlarım her şeyi anlattılar ama bir de hocaya soralım diye arıyoruz Mustafa hocayı ve soruyoruz,

-“Nedir bu akciğer kanseri?” diye.

-“Ahmetciğim ben lenfoma uzmanıyım akciğerden çok anlamam…” deyince istemsiz bir kahkaha atıyorum. Ne oldu diyor. Sevgiyle dostlarıma bakıp “Ne kadar cahilsiniz” diyorum. Benim yanımda arkadaşlarım var, hepsi kanseri biliyor deyince o da gülüyor.

Ben hep gülüyorum. Çünkü hiçbir yere gitme niyetinde değilim. Merhaba demediğim o kadar çok şey varken mümkün değil veda etmem. Henüz doğmamış torunlarımı sevmeden ben gider miyim, deli misiniz diyemiyorum ama içimden gülüyorum.

Bana deli derler biliyorum.

Herkes dört bir yandan araştırma içerisinde. Derken Aydın Nalbantoğlu abimin rüyası anlatılıyor dilden dile. Bizzat dinlemesem. Şehir efsanesi diyeceğimiz türden.

Aydın ağabeyim kanserle boğuşurken bir Pazar ziyaretimizde anlatmıştı.

Gece uykudan uyanıp ağlamış rüyasına. Sözde kanser olmuşum ben. Ahmet daha çok genç diye ağlayarak uyanmış. Ömrü uzamış diyorlar. Aydın ağabeyim duysaydı kanser olduğumu çok üzülürdü. Bilemeden veda etti. Tıpkı babam ve anam gibi!

 

Doktorlar tedavi protokolüne karar veriyorlar.

Pırıl pırıl bir 6 Mayıs sabahında, Özel Bodrum Hastanesinin kapısında başlayan uzun ve yorucu bir o kadar da doğurgan yolculuğum. Evet, kanser benim için artık sadece kanser değildi. Tıpkı diş ağrısı gibi, korkmuyordum. Sadece yaşam kalitemi bozacaktı. Ona da ailem izin vermedi.

İlk mola yerim biyopsi oldu. Çıkacak sonuç arsız hücremin türünü belirleyecekti. Evet, balona iğne batıracaklar. Akciğerim balon oldu gözümde.

Booom!!!

Bütün bu operasyonu Prof. Dr. Rıza Doğan yönetecek. Sabah onun yanına gittiğimde bütün programı hazırlamıştı. Önce beynime siber knife sonra da akciğer ameliyatı yapılacaktı.

Beynime siber knife yapıldı.

Kanser olduğum kesinleştikten 5 gün sonra yol çizilmişti. Ama ben biraz da şaşkındım. Sevgili hocam Rıza’nın odası ve hocam

-“Bu gün Salı, sen Perşembe günü gel. Cuma da ameliyat edeceğim…” dedi.

Daha hastalığı bile içime sindirememişken, Akciğerimin bir parçasını alacağını söylüyordu.

Şaşkınlığım şaşırtmadı…

Saçmaladım.

-“Ben bir düşüneyim” demişim…

Rıza hafif gülümseyerek

-“Ne biliyorsun bu konuda neyi düşüneceksin…” dedi. Konuşmayı bitirmişti.

Gülümsüyordum. Neyi düşünecektim ki?

Bodrum–Ankara trafiği artıyor. Tüm dostlar etrafımda, yanımda. Ne kadar çok uzanan el, ne kadar çok yaslanacak omuz varmış meğer. Bunu bugünlerde daha iyi anlıyorum. Çok şanslıyım, Ne çok dostum varmış. Çevremi saran bu kardeş ordusunun içindeyim.

Onları bırakıp hiçbir yere gidemem

Bana yoldaşlık, birbirlerine acıdaşlık yapıyorlar.

Hepsinin içinde derin üzüntü.

Kulaktan kulağa fısıldanıyor;

-“Kaç yıl yaşar?”

Mutlu anların fotoğraf paylaşımı gibi MR, biopsi. Raporlar paylaşılıyor durmadan whatsapp mesajlarında. En fiyakalı resmim bile yayılmamıştır bu kadar.

Kimsenin yüksek sesle telaffuz etmeye cesareti yok. Yüksek sesle konuşulursa gerçekleşecek sanıyorlar. Ne olduğunu anlamadığım hallerim çabuk geçiyor. Her duruma hazır hallerime soyunuyorum. Hep hızlı oldum, adapte olmam konusunda en ufacık bir sıkıntı yaşamıyorum. En iyi planın yapılmamış plan olduğunu bilerek. Bir yandan içimdeki sesle bir yandan Yağız’la paylaşıyorum planlarımı. Neler yapılması gerektiğini sıralıyorum bir bir. Her şey olması gerektiği gibi olmalı. Düşüncelerimi sadece Yağız, Yeliz, Filiz’le sınırlı tutmuyorum. Büyük bir aile olabilmenin gerekliliğini bu durumda da elden, gönülden bırakmıyorum.

Her şeyden önemlisi annem ve babam, asla bilmemeliler. Bu yolculukta onlara bu yükü veremem, taşıyamazlar biliyorum. Babamın gün geçtikçe içine daha da kapandığı haberlerini alıyorum. Hayattan bağlarını yavaş yavaş koparmaya başlamış zaten.

Bir süredir de hastalığının hızlanmış olması, benim hastalığımı hissetti mi sorusunu getiriyor aklıma. Sanki duymak ve tanıklık etmek istemiyor.

Gizli saklı oluyorum ameliyatımı onlardan.

Canım babamın ölüm haberini kolumda kemoterapi ilaçları varken alıyorum. Ayağa bile kalkamıyorum. Onu hep özlüyorum. Onunla hala gurur duyuyorum.

Ne kadar sevinsem azdır. Ailenin önemini daha çok anlıyorum. Kızım üniversite sınavına girecek. Çok hırslı, dedesine söz vermiş, avukat olacakmış. Tam sınava hazırlanacağı zaman babası kanser olmuş. İçine kapanıyor. Kardeşlerim, karım, dostlarım şaşkınlar ama hiç yanımdan ayrılmıyorlar.

Bir hafta öncesine kadar hayatına yön verebilmek, daha nasıl iyi olur, daha ne kadar katkıda bulunabilirim diye çırpındığım oğlumun, bana yön verişini, olayları yönetme gayretini gururla izliyorum. Daha düne kadar açık ayranı sallamasına, son derece ciddi bir toplantı sırasında lastiği kafasına geçirişine gülerken, ciddiyetle kolları sıvamasını seyrediyorum.

Beni yönetmenin ne kadar zor olduğunu bilirken, akıllıca bunu yapışına hayranlık duyuyorum. Zaman zaman öfke patlamalarımı sükûnetle karşılaması beni sakinleştiriyor ve güvenimin bir kat daha artmasına neden oluyor. Beni, evi, kardeşini, annesini, oteli, büyük bir olgunluk ve sağduyu ile idare ediyor.

Ama onun da yaslanacak omuzlara ihtiyacı var. Hastane kapısında 42 yıllık arkadaşım, kardeşim Ahmet Harut’u görüyor, başını yaslamak için ona doğru koşuyor, sarılıyor. Ama hiçbir işe yaramıyor çünkü ağlıyor Ahmet.

Gururum acılarımı hissetmeme izin vermiyor. Çok mutluyum.

Yerleşiyoruz Hacettepe deki odama. Filiz var yanımda. Kendi deyimi ile koltuklardan kuş yuvasını oluşturuyor. Onu yaşamın telaşından çekip götüren dizilerine gömülüyor.

Bu arada geceleri toplantıdan çıkan kardeşlerim. Siyah takım elbiseleriyle kendilerine hoca süsü vererek odaya geliyorlar.

Saatlerce sohbet ediyoruz.

Yine kahkahalar.

Tıpkı uzun yolculuğumda olduğu gibi, ölüm gelmiyor aklıma. Efendisi oldum da, efendim olamadı hastalıklarım. Daha çok yarınlar var. Ve keşfediyorum kanserin en büyük düşmanı kahkahalar.

Yazılar, mesajlar yolluyorum dostlara. Bakıyorum hiç birisinde veda vaadi yok. Benimkisi sadece bir yolculuk, bir farkla… Dinlediğim müzik değişmiş, duygularım gelişmiş. Ya da sevdiğim bir dörtlüğe daha fazla anlamlar yüklüyorum. Daha bir seviyorum her şeyi

Anlam yüklemek! En büyük faydalanımlarımdan birisi oldu bu süreç zarfında.

Yani bu ben değildim. Benim sevincim de değildi. Zaten benim üzüntüm de olmamıştı.

Ve hastane odasına gece bir hastabakıcısı gelip vücudumu tıraş ediyor. Bu sabah erkenden akciğerimin alınacağı anlamına geliyor.

Çok garip, kan görmeye dayanamayan ben, onlarca ameliyathaneden birinin önüne getiriliyorum. Göğüs ve kalp cerrahisi yoğun bakımında uyanıp kötü bir gece geçiriyorum. O da bitiyor.

Eve dönüyoruz.

*****

Annem ve babamdan gizlenmek için, akciğer ameliyatından sonra ablam Hilal’in evinde kalıyorum.

Ablam Hilal’in evi…

Ağaçlar arasında yaşıyorsunuz sanki pencereden baktığınızda. Bana nasıl iyi geldiğini, kendimi nasıl burada başka biri olarak hissetmeye başladığımı da anlatacağım aslında.

Evet gerçekten her şey orada başladı denebilir. Çünkü bütün geleceği neredeyse orada planladım. Bundan sonraki mücadelemin nasıl süreceğini tek tek sanki orada düşündüm.

*****

Çok düzenli, çok hesap yapıp planlayıp, ona göre hareket eden biri değilim. Zaten planlamalar da benim için çok şey ifade etmezler. Çünkü benim hayatım sorun çözmek üzerine kuruldu. Şans mı, şanssızlık mı bilmiyorum ama işime yaradı hep, hayatın ne getireceğini kimse bilmiyor. Hangisi doğru bilmiyorum ama ben her duruma uyum sağlamak üzerine kurulu bir hayat yaşadım. Hemen her şeye hazır olmak gibi bir fikrim vardır. Hiç plan yapmadım. Hep başladım. Başlamaya karar vermektir benim için plan.

Tabii kaba hatları çizilebilir, ben ince şeyler çizemem. Çünkü ben ince çizgilerde hiç yürüyemem. Çünkü ben planların değişmeye mahkum olduğuna inananlardanım…

*****

Bir sürü kitap edindim. Gün ağarmaya başlarken uyanıyor, bir müddet kitapları karıştırıyor ama hiçbir kitapta şimdi okumam gereken şeyin bu olduğuna dair hiçbir bilgiye rastlamadım. Zaten öyle bir ihtiyacım da yoktu. Yani çok açık söylemek gerekirse, benim dışarıdan alabilecek bir güce ihtiyacım yoktu.

 

Güç insanın içinde olabilir diye düşünüyordum ve bütün bunları da düşünmeden yaptım, çünkü düşünecek vakit var mıydı bilmiyorum.

“Eylem düşünceden daha değerlidir…” diye biliyorum. Hayatı hep böyle yaşadım.

Vücudumdaki kortizon miktarı çok artıyor ve geceleri beni uyutmuyor sabaha doğru günün ilk ışıklarıyla gözümü açıyordum.

İçim aydınlanıyordu.

Evet ışık içeri girmişti artık, bedenimin içinde dolaşıyordu.

Beynimdeki ödemle kortizonun mücadelesi beni titretiyordu…

Gözlerimin içinden girip ayak parmaklarıma kadar gidiyordu. İşte o zaman titreme ve iniltilerime uyanıyorlar, eklemlerime kolonya tarzı şeyler sürüp soğumasını sağlıyorlardı, bu beni biraz sakinleştiriyordu.

Bu bir hastalık belirtisiydi kuşkusuz ancak, gerçekten çok komik ama ben bunlardan inanılmaz bir zevk almaya başladım. Sanki o titremenin gelmesini bekliyordum, çünkü o gelirken duygularla giriyordu içime.

Düşünsenize duygu dolu, Işık dolu içiniz. Kanser mi olsam dedirtir insana. Öyle keyifli günler yaşadım ki kendi kendime, bunu anlatmam mümkün değil. Bakın parantez içinde söylüyorum; henüz beyin ameliyatı olmamışım. Ben bunları beynimdeki tümörle birlikteyken yaşadım. Sanki bu tümörü sevmeye başlamıştım.

Her taraf aydınlanıyor, ışıklar içinde yaşamaya başlıyordum.

*****

Elbette acı çektim ama acıyı reddetmeyi hiç düşünmedim. Acıdan kaçarsanız, coşku şansını da yitirirsiniz. Eve dönmenin ne olduğunu da bilemezsiniz.

Sonra onkolog kardeşim Prof. Dr. Şuayip Yalçın tedavi protokolümü yazıyor ve kemoterapi başlıyordu. Bu her 21 günde bir tekrarlandı. Kemoterapiyi alır almaz uçağa biniyordum. Çünkü ertesi gün elimi bile kaldıramıyordum.

Ankara’daki canım kardeşlerim!

Her seferinde yanımdaydılar. Akşamları Yağız sizlerden haber getiriyordu. Sağ olun hep gülümsettiniz beni. Ankara’da da sizinle yaşadım. Karşılıklı yardım ilkesi tamamiyle acıyı önlemek için tasarlanmış. Gerçek kardeşlik paylaşılan acıda başlıyor. O halde nerede bitiyor? Henüz bilmiyorum.

Hiç bitmemeli.

Umuyorum…

*****

“Elbette kırgınlıklarımız da oldu.

Ama vaktimiz daralıyor.

Küseriz kızarız.

Öpüşürüz seviniriz, üzülürüz yine de severiz birbirimizi.

Yapacak çok şey var, hepsi aynı anda olacak değil ya.

Biz hayata devam ederiz.  

Vaktimiz kalmadı aslında kızmaya, küsmeye.

Boş ver hadi tut elimi

Barış da arkadan koşup yetişir nasılsa…”

Mısralarını yazıyorum.

*****

Dört ay daha süren ikinci kemoterapi seansından sonra Rıza Hocam

“Şimdi sıra beyinde, bir siber knife daha yapalım” diyor. Ama biliyorsunuz ben Karadenizliyim, zaten beyin ile ilgili sorunlarımız var. Çok uğraşmayalım istiyorum ama beni dinleyen yok tabi.

Bu arada birkaç kez pet cihazına girip virüs kontrolü yapılıyor ve beyin ameliyatına karar veriliyor.

-“Bu da nerden çıktı? diyemiyorum. Teslim olmuşum bir kere yapacak bir şey yok. Galiba tam sonuç alamadılar, üstüne birde Radyoterapi yapılıyor. Bu radyoterapi beni çok hafifletiyor. Vücudumda kıl diye bir şey kalmıyor.

 

(Bu sırada kendimi yalnız hissetmeyeyim diye saçlarını kazıtan dostlarımdan söz etmeden geçemem…)

 

Hemşerim, radyasyon onkoloğu Pervin Hürmüz Hocam hastalığım boyunca benim her şeyimle ilgilendiği, bütün hayatımı kolaylaştırdığı gibi, zaten çalışmakta zorlanan beynimi sadece Melike Mut hocama emanet etmem gerektiğini söylüyor. Melike hocamı buluyoruz. O kadar çok arıyoruz ki bana

-“Ahmet bey sizin için beni o kadar çok kişi aradı ki büyük baskı altındayım. Aslında beyninizde tümör yok ama çöpü temizlememiz için ameliyat dedim, isterseniz takip edelim…” diyor.

-“Kardeşiniz veya eşiniz benim durumumda olsa ne yapardınız?” diyorum

Ve beyin ameliyatı…

Yoğun bakımda uyanıyorum. Bir süre sonra sıkılmaya başlıyorum ve hemşirelerle sohbet başlıyor. Bende vakit geçsin diye güzellik yarışması yapmayı teklif ediyorum. Kahkahalarla gülerken içeri Haluk Alagöl kardeşim geliyor. Ne yapıyorsun diye kızacakken kahkahalarımıza o da katılıp, Melike hocayı arıyor.

“Hocam bu adamı çıkarın buradan. Giderek tehlikeli işler yapacak” diyor. Beni normal odaya alıyorlar.

Ertesi gün de eve dönüyorum.

*****

Bu arada elimi hiç bırakmayan oğlumdan da bir çanta darbesi alıyorum. Bana tedavi protokolünü soranlara iki ameliyat, iki siber knife, bir radyo terapi, kırk iki kemoterapi ve bir darbe diyorum. Darbeyi anlatayım.

Beyin ameliyatı sonrası eve dönerken, arabayı neredeyse hastaneye girecekmiş kadar yanaştırmış kapıya, beni itinayla arabaya bindiriyor. Sonra koşup direksiyona geçiyor, sonra aramızda bulunan küçük çantayı rahat oturayım diye arka koltuğa atarken kafama vuruyor. Ben kahkahalar atarken o perişan halde.

Buna darbe demezseniz ne dersiniz…

*****

Çok da uzatmamak için;

Bu süreç böyle sürdü gitti. Kısa dönemli kontrollerin arası giderek açıldı. Şimdilerde altı ayda bir kontrole gidiyorum.

Her şey yolunda yani…

Ama çok kolaydı sanmayın. Hilalin evinde akciğer ameliyatından sonra herkes uyuduğunda tuvalete gitmek için uyanmıştım. Ama yatağımdan kalkamadım. Böyle süremez diyordum. Çok zorladım ama olamadı.

Ağladım…

Düşünsenize tuvalete gidemiyorsunuz.

Ya da kemoterapiden sonra karımı çağırmaya sesim yetmiyor. Bir şeye ihtiyacım olduğunda beni duymak için, Filiz bana çan alıyor.

Çok önemli bir hastalığı kolay atlattım diye düşünüyorum. Çünkü kötü şeyler çabuk unutuluyor. Kalıcı olan güzel şeyler…

İki şey bana yardım etti.

Birincisi doktorlarıma çok inandım. Onların söylediklerinin dışında hiçbir yoldan gitmedim.

İkincisi de durmadım, savaştım…

Ben zaten bütün krizlerle savaşmıştım. Hatırlarsınız bir deprem olmuştu. Ben depremi durdurabilir miyim diye düşündüm. Baktım durmuyor çocuklarıma ve karıma sarıldım, güvenli bir yer buldum. Bekledim.

-“Hiçbir sıkıntı sonsuza kadar sürmez…” dedim.

Deprem de bıktı sanırım.

O da inadını yendi ve durdu…

Belki de her şeyi hafife almakla başladı ama bu sonradan olacak bir şey değil. Hafife almak, bir yaşam biçimi ya da her şeyin altında ezilmek…

Tercihi siz yapıyorsunuz.

“Tutunacaksınız ya da düşeceksiniz,

Yoruldum mu sandınız tutunmaktan,

Olur mu?

Sana tutulanlar varken bırakılır mı?

Ben yorulmam hayat; eğmem başımı…”

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.