Bodrum Gündem

Bahar Ülkesi  İçin Güz Güzellemesi

Giderek erken yatıp erken kalkmalarım sıklaşıyor. Yaşlandığımın en güzel göstergelerinden biri de bu olsa gerek.

Gün ışır ışımaz kendimi rıhtıma atıyorum. Kale’yle evimin arası 15 dakika; ama avarelik ediyorum. Bu bahar ülkesinin güzünde yaşamdan yana ne varsa duyumsamalıyım.

Bu sabah marinada durdum, dakikalarca çarmık tellerinin ve onlara eşlik eden bayrakların ezgilerini dinledim. Denizin yüzü çiçek bozuğu. Demek ki böyle havalarda  gerçekleşiyor bu konser.

Bir iki hafta öncesine dek bu saatlerde guletler, tirhandiller cıvıl cıvıl olurdu. Kimi yakıt depolarken, kimi erzak yükler, Mavi Yol yolcuları, neşe içinde ilk kahvaltılarını yaparlardı küpeştelerde. Şimdi yan yana, koyun koyuna derin bir uykuya dalmış gibiler.

Seferden yenice dönmüş bir balıkçıyı görünce duraklıyorum.

“ Günaydın, bereketli olsun!”

O,  alışkın ellerle ağ ayıklamayı sürdürüyor.  Belli ki bugünkü nasibinden mutlu değil. Oysa kıyıda rızkını bekleyen beş altı kedi bekliyor onu. Bir süre balıkçı ile kedilerin arasındaki bağı anlamaya çalışıyorum. Balıkçının attığı bir balığı kapan her kedi, fırlayıp ağaçların arasında kayboluyor. Yardım arabalarından bir paket makarna alabilmek için birbirini ezen, devletten bir torba daha fazla kömür almak için dokuz takla atan koca koca insanlar gelip bu kedilerden ders almalı.

Kimi yerlerin öne çıkarılan güzellikleri, başka güzelliklerinin öne çıkmasını engelliyor. Bodrum’un güzü, yakmayan güneşi, üşütmeyen rüzgârlarıyla yazından çok daha güzel.

Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.

Ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı.

Gürgenler ve kayınlar avdan dönüyor.

Sırtsız atmacalar çizerdim şimdi

Bir kayığın yelkeni geçseydi elime;

Unutmazdım, yelkenin bir köşesine

Tabut başlı bir avcı yerleştirirdim.

İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür.

        Varıp Ülkü Tamer’in Bruegel şiirini tekrar tekrar okumalıyım.

Biliyorum, bu güz için bir özlemden öte bir şey değil; ama şimdi yaz boyu gürültüden iki söz edemediğimiz restoranlarda, kafelerde doya doya söyleşmek, Gümbet ya da Bitez sahilinde kimselere toslamadan saatlerce çıplak ayak yürümek zamanı.

Yahya Kemal, “Eylül Sonu” şiirinde:

     “Günler kısaldı. Kanlıca’ nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa…
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa
…”
derken, ölüm duygusunun sarmalına düşmüş bir sonbaharı dile getirir. Divan Edebiyatımızda da Halk Edebiyatımızda da güz, ölüm ve ayrılık mevsimidir.  Oysa bu mevsim sıcacık renkleriyle bizi yaşama daha sıkı bağlayan hasat mevsimi. Olgunluğun adı güz. Rintlik yakışıyor ona.

       “Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç

        Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç”

 

dizeleri güzün iç sesi.

Mutluluklarımız da kederlerimiz de kendi yaşadıklarımızla sınırlı. Bulunduğunuz sosyal çevreyle uyum içinde misiniz, sağlığınız yerinde, karnınız tok mu? Siz de Tarancı gibi bulutların ipek gölgesinin çocukların yüzünde hışırdadığını, çocuklarla birlikte çember çevirdiğinizi düşünür;

     Bütün insanları kardeş biliyorum,
Cümlenin sağlığına duacıyım.
diyebilirsiniz. Ya yaşamın gelgitleri arasında bunalan insan, böylesine gönül zengini olabilir mi?

Yaşam giderek karmaşıklaşıyor. Sürekli eleştirdiğimiz “fast food” beslenme, yaşam için de geçerli, “ayak üstü” yaşıyoruz. Ne sevinçlerimizi, ne acılarımızı sindirme fırsatımız var. Günübirlik aşkların yaygınlaşmasının nedenleri de burada saklı olmalı.

“İnsan aklı, iyi ki unutma özürlü” diyesim geliyor.  Gerilerde takılıp kalsak kaçımız bu günlerin sorunlarını omuzlayabiliriz. Çok değil, on yıl önce bu dünyadan göçen bir dostumuz, bir an aramıza dönmüş olsa acaba özellikle de bugünlerde yaşadıklarımızı kolayca anlayabilir mi? Uyum sağlayabilir mi yaşadıklarımıza?

Güz, kuşların mevsimi. Bir ağaç kümesinden ötekine sürü sürü, çığlık çığlık uçan kuşları izlemek için apartmanlardan uzaklaşmalı, bir tepede ya da yamaçta almalı soluğu.

Dağlarını hoyratça yaksak da buralar, hâlâ bir kuş yarımadası. Ne zaman Güney’e Gökova’ya insem ardı arkası kesilmeyen silah sesleriyle irkiliyorum. Hangi köylüye sorsam “Bıldırcın indirmişler” diyor umursamaz. Kuş sürülerini gördükçe Sait Faik’in Son Kuşlar’ını anımsıyorum:

“ Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz, günün birinde yol kenarında toprak anamızın yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil; ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları, yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.”

Birkaç gün önce Gümüşlük sırtlarında yürürken, dostlarımdan biri:

“Ömründe tarla kuşu görmeyen biri için tarla kuşunun ne değeri olabilir .” demişti. “O halde leylekleri yok eden köylü, emeğini tarla fareleriyle paylaşmaya

katlanmalıdır” diye karışmıştı söze bir başkası.

Gün oldu, yaşamımızın leyleklerini yok edenlere ses çıkarmadık, gün oldu yazılarımızla, eylemlerimizle onlar için ön saflarda yer tuttuk. Şimdi tarla farelerinin işgalindeyiz.

Ege’ye serpiştirilmiş adalara bakarken Halikarnas Balıkçısı’nın Tünek Ahmet’ini düşünüyorum. Bu toplumda kaç Tünek Ahmet vardır acaba?

“ Kuşlar dünyası, ışık ve türkü dünyasıdır. Hepsi güneşle yaşar ve güneşi arar. Birçokları güneş ışınlarını kanatlarına takınırlar. Işığı içlerine alarak onu türküye çevirirler. Güneşi şafakta türkülerle karşılarlar. Öğleyi türkülerle selamlarlar, akşamları türküleriyle uğurlarlar. Kendileri mavi özgürlüklerde uçan birer türküdürler.”

Koca Balıkçı, öyküde böyle şiirliyordu kuşları.

Kuzey Afrika’dan kalkan bütün Akdeniz’i aşıp Adalara ulaşan kuşlar, buralarda soluklandıktan sonra Anadolu’ya geçiyorlardı. Ancak;

“Leyleklere eşlik eden kırlangıç gibi küçük kuşlar, yoruldukça, her ne kadar leyleklerin ve turnaların üzerine konuyorlarsa da fazla yorgun olanları, gece karanlığında, gözleri karararak, denize düşüp boğuluyorlardı.”

Böyle zamanlarda Ahmet, tirhandiliyle denizin ortasında açılır, yakar feneri. Tirhandil gece boyu baştan başa kuş dolar.

Ahmet’i eli kolu kuş dolu uyurken bulan denizci:

“Adamı uyandırdık, Utandı. Fakat ne bileyim; o bizden utandığı için biz daha beter utandık” der.

Utanmak, insana özgü bir duygu. Acaba bu yurda, bu dünyaya neler ettiklerinin farkına varmayanların “utanma” diye bir duyguları olabilir mi?

Onu bunu bilmem, bugün bu Bahar Ülkesi için Güz Güzellemesi yazabiliyorsak bunu, Tünek Ahmetlere,  onları bize anlatan Halikarnas Balıkçısı’na borçlu olduğumuzu asla unutmamalıyız…

 

Hamdi Topçuoğlu – Bodrum/Ekim/2020

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.