Bodrum Gündem

AHMET BİÇER – ŞOVALYE RUHLU ADAM – BG Dergi Söyleşileri

AHMET BİÇER – ŞOVALYE RUHLU ADAM – BG Dergi Söyleşileri

Tanıyanlar bilir, Ahmet Biçer beyefendiliği, mütevaziliği ve güler yüzü ile Bodrum’un 30 yıllık geçmişinden, bu güne kadar yaptıkları ile iz bırakmış özel insanlardan birisidir. Dostları onu “Erdemli olmayı yaşam ilkesi olarak benimsemiş, akıl ve bilime inanan, kültürlü, yufka yürekli, çalışkan, onurlu, adam gibi bir adamdır…” diye tarif ediyorlar. Ben ise onu “Şovalye ruhlu adam…” diye tarif ediyorum…

Söyleşi: Fatih Bozoğlu

“Ahmet Biçer 1959 yılında Ünye’de doğdum, 6 aylıkken de Ankara’ya gelmişiz. Çünkü Babam Hilmi Biçer hazine avukatıydı. Çankaya’da büyüdüm. O zaman beni Çankaya’sı enterasan bir yerdi.  Süleyman Demirel’in bilmem kaç rakımlı tepesi. Keyifli bir çocukluğum oldu, Çankaya İlkokulu’nu bitirdim. Atatürk Lisesi’nde başladığım lise eğitimimi, Yükseliş Koleji’nde bitirdim. Sonra da İktisat Fakültesinde Yüksek Öğrenimimi tamamladım.16 sene kesintisiz okumuşuz yani. Üniversite çağlarında başlayan bir girişimcilik hayatım oldu. Bunları da tek tek sayarsak; bütün bir gün burada otururuz…” diye başlıyor anlatmaya.

Buraya kadar anlattıkları gayet normal ve her insanın anlatabileceği kısa bir özgeçmişi niteliğinde. Ancak asıl ilginç bölüm şimdi başlıyor. Ailede, sülalede tüccar yok. Lakin o girişimci ruhu daldan dala atlamasına neden oluyor. Ağabeyi onun bu durumunu eleştirerek “Anne bu çocuk maymun iştahlı…” olarak tarif edince, anneciği de “O çala, çala bir gayda tutturacak…” şeklinde oldukça oturaklı bir laf ediyor.

Ahmet Biçer de “Gerçekten annemin dediği gibi çala çala bir gayda tutturmuş durumdayım. 30 senedir otelcilik yapıyorum, işte benim gaydam da buymuş demek. Bu müzikle de yaşıyorum…” diye konuşuyor.

Sanki Ahmet Biçer’in gençliğinde bir “Bıçkın delikanlılık” dönemi varmış. Dönemin Ankara’sını düşününce doğal olarak böyle bir soru akla geliyor.

“Ben 1981 mezunuyum. Bu tarih bu günün gençlerine ne ifade eder bilmiyorum, lakin o dönemde yaşayan herkes bunun çok kötü bir dönem olduğunu bilir. 12 Eylül 80 de Türkiye’de ihtilal oldu. Bir gün öncesinde, sadece Ankara’da değil ülkenin dört bir yanında insanlar ölüyordu. Üniversitelere gidemez olmuştuk. Okullarımıza çok az devam edebiliyorduk. Geriye baktığımda ben nasıl bitirmişim okulu diye merak ediyorum doğrusu…”

…diyerek çok enterasan ve dikkat çeken ticari serüvenini anlatmaya başlıyor;

“Çok zor bir dönemdi. Ticarette yapmak istiyordum. O koşullarda nasıl baş edeceğimi de bilmiyordum açıkçası. Ama bir dizi teşebbüs vardır. Buna tam anlamı ile teşebbüs demek çok doğru olur. Babamın Avukatlık bürosunun banyosundaki küvetinde şampuan yaptık. Tahtalar ile karıştıra karıştıra imal ettik. Sonra dolmuşlar ile sevkiyatı yaptık.  Eczanelere ve kuaförlere pazarladık o küvette imal ettiğimiz şampuanları. Bunlar sadece öğrencilik hevesi değildi. Para da kazandık. O gün boşluk vardı belki de. Bu gün olsa çok zor. Bu gün küvette ilkel şartlarda imal edilen şampuanı satmak mümkün olur mu bilmiyorum doğrusu. Maliyetlerimiz çok düşüktü tabi. Doğal olarak çok ucuza satabiliyorduk, ama iyi para kazanıyorduk. Yine aynı şekilde Aseton yapıyor ve satıyorduk eczanelere. Bir de markamız vardı. O dönemlerde her şey çok azdı. Bu bizim şansımızdı aslında. Markamız Hakan Aseton’du. Niye Hakan Aseton onu da söylemek lazım; çünkü bir arkadaşımızın elinde şişe kalmıştı ve üzerinde Hakan yazıyordu. O nedenle bizde markamızı “Hakan Aseton” olarak belirledik. (kahkahalar ile gülüyor) Öyle yol aldık, öyle vizyon-misyon düşündüğümüz yoktu…”

Bu arada kahvelerimiz geldi. Böyle bir sohbet kahvesiz olamazdı. Ahmet Biçer anlatmaya devam ediyor ticari serüvenlerini;

“Biz o dönemlerde sargı bezi işini de başlamıştık. Fabrikasından büyük sargı bezlerini alıp, makaslar ile keserek küçük parçalar haline getirirdik. Sonra onları küçük poşetlere koyarak paketler halinde eczanelere satıyorduk. Hijyen filan hak getire tabi. Bazen şans da bizden yana oldu doğrusu. Orkid çok eski bir markadır. Orada grev oldu. Bu gün anlatırken komik geliyor ama Orkidem diye bir marka yaratıp, hijyenik kadın bağı bile yaptık. Bu girişimlerimi bizi zengin etmedi ama hayatı öğretti bize…”

Aslında paraya ihtiyacı yokmuş Ahmet Biçer’in. Çünkü babası o dönemin iyi avukatlarından birisi. Zaman zaman “Neden böyle işlerle uğraşıyorsun? Ben sana harçlık mı vermiyorum? Niye beni mahcup ediyorsun…” dermiş. Ahmet Biçer “Ama bu üreticilik. Yada içsel bir şey miydi bilmiyorum. Hedefim para değildi.  O günün parası başka bir şeydi. Bu günün para anlayışı, yada tarifinden çok farklı bir şeydi. Sorumluluklarımız azdı. Parayı harcayabilecek bir yerimiz yoktu. Sadece kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak için para harcayabiliyorduk. Zaten para kazanmak hedefiyle yola çıkmamıştım. O anlayışı şimdi anlatmak çok zor…”

İşte şimdi en çok sormak istediğim sorunun yeri geldi. Ahmet Biçer babasından bahsetmeye başladığında, çok önceden sormayı planladığım o sorunun zamanı gelmişti. Önce bir şiir arası veriyoruz söyleşimize ve ben o şiiri okuyorum Ahmet Biçer’e;

Ben hayatta en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek
Nasıl koşarsa ardından bir devin

O çapkın babamı ben öyle sevdim
Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi de gidici – hep, hep acele işi
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi
Atlastan bakardım nereye gitti
Öyle öyle ezber ettim gurbeti

Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a
Bi helallaşmak ister elbet , diğ’mi oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu,

En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim…

Can Yücel’in bu çok bilinen ve çok sevilen şiirini gözleri dolu dolu dinledi. Can Yücel’in babası o koca dev Hasan Ali Yücel’de sizin babanız gibi milletvekili ve Eğitim Bakanı. Çok meşgul bir baba. Siz de meşgul bir babanın evladı olarak neler söyleyeceksiniz?

“Tabii ki çok hissettim, onu çok özledim. Bizim sevgi eksiğimiz olduğunu düşünmüyorum. Ama ben babamla sayılı akşam yemeği yedim. Hatta sayılı yemek yedim, sayılı kahvaltı ettim. Yani şimdi otursak kardeşlerimle toplansak, toplamda kaç defa yemek yediğimizi buluruz yani. Babamın disiplinsizliğinden mi, yoksa işinin çokluğundan mıydı bilemiyorum ama çok yalnız büyüdük. Bize karşı sevgisinin eksik olduğunu asla söyleyemem, ama doğru bizler babamızı özleyerek büyüdük…”

Sırası gelmişken Ahmet Biçer’den o çok özlediği, hala hayranlıkla anlattığı babasını da anlatmasını istedik;

“Babam çok onur duyduğum birisiydi. Onur duyduğum en önemli sebeplerinden birisi de; babamın köyünde hala arabalar çok zor gider. O köyden çıkıp Hukuk Fakültesini bitirip, parasız pulsuz. Sonra o köyü, o yöreyi orayı temsil etmek için meclise gidebilen bir adamdır. Hep Ahmet Muhip Dranas’ı anlatırdı. Çünkü harçlığını ve okul parasını o yatırırmış. Babamdan sonra o yörenin en önemli kişisi otobüs biletçisiydi İstanbul’da.  Yani başarı çizelgesi olarak bakarsanız.  Bu bir evlat için çok gurur verici bir şeydir. Bir asaletten de gelmiyorum açıkçası. Babam tam bir köylü çocuğuydu. O köylü çocuğu, o noktalara gelebilmiştir. Bu babamın gücünden ziyade Cumhuriyetin faziletlidir sevgili kardeşim. Bunu çok iyi anlamak lazım. Sınıflar diye bir şey yoktur Cumhuriyet’te. Cumhuriyet insanları istedikleri yere, istedikleri noktalara gelebilme özgürlüğünü veriyordu. Yeter ki çalış. Kavga çok azdı o dönemlerde, insanlar birbirlerini bu kadar hırsla bakmıyordu birbirine. Birisi çıkıp bir adamın üniversite parasını ödeyebiliyordu.  Babam Diyarbakır Lisesi’ni bitirmiş. Sinop’tan, Diyarbakır’a 21 günde gidip parasız yatılı olarak okuyor. Dolayısıyla bunlar benim ömrüm boyunca övündüğüm şeylerdir.  Para umurunda bile değildi.  Belki de onun bu anlayışına tepki olarak ticareti seçmiş olabilirim. Mesela ben daha somut şeyler elde etmeye çalıştım. Ama babamın hiç umurunda olmadı, bir şeyler alayım kenara koyayım, daha çok param olsun demedi. Babam üç dönem milletvekilliği yaptı. İlk milletvekilliği 69’da. Ben daha 10 yaşındaydım. İki dönem Adalet Partisi’nden bir dönemde Anavatan Partisi’nden milletvekilliği yaptı. Babam öldüğünde bize bıraktığı 46 bin lira çıktı hesabından. 46 bin lirayı 3 kardeş gururla bölüştük. Sonra da dedik ki kardeşlerimle; bu parayı harcamayalım. Bu çok değerli çok özel bir para…”

Öyle de yapmışlar. Bu 46 bin lira ile bir şey almışlar ve hatıra olsun diye babalarından el üstünde tutuyorlarmış. Bunları anlatırken öyle doluyor, öyle doluyor ki, gözpınarından bir damla yaş akıyor yanağına doğu. Bu söyleşiyi kameraya da çektik. Bir gün izleyenler babasına olan sevgisini nasıl bir gururla anlattığını ve o tek bir gözyaşını görecekler. Sonra devam ediyor anlatmaya;

 “Benim dedemin yanağının kenarında bir keser izi vardı. Ben bir gün bu izin nasıl olduğunu sordum dedeme. Dedem Kurtuluş Savaşı’na keserle gitmiş. Yani elde silah yok ve evdeki olanaklar bu. Sonra bu keserin üzerine düşmüş. Yanağındaki o iz savaşa giderken olmuş. O iz bizim gururumuzdu işte. Çünkü değer verdiğini şeyler, 46 bin liralarda 46 milyonlarda biter, lakin o keser izleri hep yüzünüzde kalır ve sizin o izler her daim sizin gurur kaynağınız olur…”

Ya annesi nasıl birisidir Ahmet Biçer’in?

“Annem daha kentli bir insandı. Annem Ordu’nun içindendi. kentli bir kimliği vardı. Üç kardeş peş peşe büyüdük…”

Artık Bodrum’u konuşmaya başlıyoruz. Daha önceleri çok kez tatil amaçlı Bodrum2a gelse de 87 yılında Bodrum’a iş için geliyor. O günlerin Bodrum’unu şöyle anlatıyor; 

“1987’nin sonu gibi Bodrum’a geldim. Daha önce tatil amaçlı birkaç kez gelmiştim Bodrum’a. Babamın burada bir müvekkili vardı. Mustafa Aras. Onun avukatıydı. Burası Köydü ben geldiğimde. Uçak yoktu, 2 No’lu sağlık ocağıda hastanemizdi. Hep söylenegelmiştir ama bende tekrar etmek istiyorum; Ege insanı çok sıcaktır beni adeta bağrına bastı. Yine tekrar etmek istiyorum; öğlen tatillerinde kimse kapısını kilitlemezdi. Dükkânın kapısına sandalye konulurdu, kilitlenmezdi asla. Bu çok önemli değerlerimizden biridir. Bu önemli bir simgedir. Tekrar tekrar söylense de asla bayatlamaz. Beni duygulandıran bir durumdur. Çok kalabalık bir grupla, buraya bu inşaatı yapmaya geldik. 88 yılıydı. O dönemler burası yani Gümbet dolgu alanına Sibirya denilirdi. Bataklık bir bölgeydi. Burayı doldurmaya başladılar. Burası tam anlamı ile abartısız söylüyorum bir bataklıktı. Sörf yapanlar yanlışlıkla bu bölgeye gelirler ise kurtarılmaya geliniyordu. Bilmem anlatabiliyor muyum burasının halini. Eğer başaramasaydık yok olup giderdik. Tanrı yardım etti. Koşullar bizim lehimizeydi. Çok bakirdi. Gerçekten o sene ne iş yaparsanız yapın, Bodrum’da tutuyordu. Acentelerin para verip, ‘Hadi bana inşaat yapın…’ dediği zamanlardı.  O gün yapılmış inşaatlar, aslında bugünün favorileridir. O günden bu güne geldiler. 30 senedir bu işi yapabildiler. Bu güne kadar taşıdılar. Ama burası zor bir coğrafyaydı…”

Gümbet dolgu alanını bilirsiniz. Değirmenlerin oradan baktığınızda hele birde akşamüzeri ise ışık ve manzara muhteşemdir. Oysa 80’li yılların sonunda bambaşka bir yermiş meğer. Bataklıkmış. İnanılır gibi değil. Gözlerimizi kapatsak ve o yılların Gümbet dolgu alanını Ahmet Biçer’den dinlesek. Bize nasıl bir fotoğraf sunarsınız?

“Yukarıdaki o yol yoktu bir kere. Değirmenlerin oradan aşağıya doğru inen bir yol yoktu. Buraya ancak jipler ile gelinebilirdi. O jipler de dışarıdan dolaşarak gelirdi. Sahil diye hiç düşünmeyin. Anayoldan gelinden yol üzerinden gelinirdi. Buraya normal otomobil ile gelmek neredeyse imkânsızdı. O dönemde bilen bilir, Willys jipler vardı. Arkasına koltuklar vardı. 6 kişi kadar arkaya binilir, birde öne 7 kişi. Bir de şoför tabi.  7+1 Willys jipler ile gelinebilirdi. Çok iyi hatırlıyorum o dönem her taraf yılıydı. Hiç kimsenin önünde bir toprak parçası yoktu. Sami Otel ve Ayaz Otel vardı. Bu yukarıdan aşağıya doğru inen yol, bizim tarihçemize göre yeni bir yoldur. Hatta Bardakçı koyunda Bir disko vardı adını hatırlayamıyorum şimdi.  Bodrum’dan oraya tekneye binip gelinirdi. Çünkü başka bir ulaşım ihtimali yoktu. Düşün Bardakçı’ya bile yürüme ihtimali yoksa Gümbet’e nasıl yürüyebilirsiniz? Aslında Gümbet çok gözden çıkarılmış bir yerdi. Galiba o dönemdeki rüzgarı bizde arkamıza alabildik. Bunu başarı diye ifade etmek ne kadar doğru olur bilmiyorum. Zamanlama demek daha doğru galiba.  Ama güzel günler geçirdik. Keyifli günler geçirdik. Dolu dolu günler geçirdik. Turizm’in başladığı yıllardı. Böyle bir başlangıca tanık olmak bile, kendi başına önemli bir değerdi diye düşünüyorum. Ben o değerleri yaşamış birisiyim ve onun için de çok mutluyum. Bu günkü rezaletleri göz önüne koyarsınız; mutluluğun üstüne, bir o kadar da üzüntüm var. Ama yapabileceğimiz bir şey yok. Biz gerçekten kaybettik. Çünkü biz taklit ettik Antalya’yı. Aslında Bodrum’un kendi doğası daha çok para ederdi. Nitekim şimdi, Orhaniye’de Selimiye’de bir otele gitseniz, buradaki 5 yıldızlı otelin iki katı ücret ödersiniz. Çünkü orada hala begonvilli 7 odalı oteller var. Onlar da haklı olarak odalarını daha pahalı satıyorlar. Ben yedi odalı kalsınlar demiyorum, ama şu beyazla begonvilli kaybettik ya en çok ona üzülüyorum. Hep de söylüyorum; niye başka renge boyamaya çalışırlar. Onları bir psikoloğa göndermek lazım. Böyle bir şey tarz yakalamışken niye bozarsın. Bu imajı niye bozmaya gayret ederler, çok merak ederim. Her neyse bu sorunlar tek başımıza çözebileceğimiz sorunlar değil. Ama şu gerçek Antalya’ya benzeyeyim mi benzemeyeyim mi diye çelişkiler içinde kaldığımız günler yaşıyoruz. Aslında ne kadar süreceğini bilemediğimiz kötü günler yaşıyoruz. O 80’li 90’lı yılları görmüş birisi olarak daha çok üzülüyorum…”

Siyasetçi bir babanın bir evladı olarak, Ahmet Biçer de siyaset ile uğraştı mı?

“Ben siyasete bulaşmak istemedim. Belki de yine tepkiydi diye düşünüyorum. Aslında siyaset yapmaya müsait birisiyim. Böyle bir enerjiye de sahibim aslında. Lakin istemedim. Çünkü siyaset dışarıdan göründüğü kadar havalı bir şey değil aslında. Özgürlüklerimizi kısıtlayan bir şey. Siz ne yaparsanız yapın, neyi başarırsanız başarın siyasete yorarlar. Ya da başkalarının emir ve kumandası altında çalışmak, siyaset yapmak diye değerlendiriyorum, özellikle bugünlerde. Çok merak ediyorum, bu milletvekillerinin ne iş yaptığını. Referandumda Evet çıktı ve şimdi milletvekili ne iş yapacak? çok merak ediyorum doğrusu. O zaman siyaseti niye yaparsınız? Siyaset birinin talimatını halka yaymak ise ben siyaset yapmak istemiyorum. Benim değerlendirilmediğim, kişisel olarak değerlerimin önemsiz olduğu yerlerde siyaset yapmayı kendime uygun bulmuyorum. Eskiden böyle değildi, siyasette çekişmeler vardı. Mesela ben şeyi hatırlıyorum. Önceden milletvekilini birileri değil halk seçerdi. Önseçimler olurdu. Şimdi milletvekilini kim seçiyor? Milletvekili olmak, halkın seçtiği biri olmaktan öte, birilerinin gözüne girmek anlamına geldi. Ben de birilerinin gözüne girmek için çabalamayı kendime uygun görmüyorum…”

Aslında ailede siyasetçi çok. Anne tarafından dedesi İzzettin Ağaoğlu da siyasetçi. O da Ordu milletvekili. Dayısı Ata Bodur’da siyasetin içinde yer almış, Ordu milletvekilliği yapmış. Yani hem anneden hem babadan genlerinde siyaset olmasına karşı o sivil toplum kuruluşlarında çalışmayı tercih etmiş. Aslını sorarsanız çok da iyi yapmış.

“Sivil toplum örgütlerinde çok çalıştım. Benim geldiğim yıllarda BODER kuruluyordu. BODER’in ilk Yönetim Kurulu’nda Bodrum Belediye Başkanımız Mehmet Kocadon kardeşim, Bitez Belediye Başkanlığı yapmış Remzi Güngör kardeşim ile beraber çalıştık. Onlar siyaseti tercih ettiler. Tabii daha sonra BOYTAV kuruldu. Orada da görev aldım. Daha sonra bildiğiniz gibi Sağlık Vakfı kuruldu. Orada da yer aldım. Dolayısıyla ben böyle bir enerjim varsa, onu sivil toplum örgütlerinde kullanmayı uygun gördüm…”

Ahmet Biçer tercihlerini bilinçli seçen ve o tercihleri ile mutluluğu yakalayan biri. Çok fazla keşkeleri olmamış. Bunu çok anlamlı bir şekilde şöyle ifade ediyor; “Tekrar dünyaya gelsem yine Bodrum’da yaşardım. 7 kere dünyaya gelsem, 7 kere Bodrum’da yaşarım. Mutlu bir hayatım oldu. Bütün bunları düşününce de siyaseti iyi ki de yapmamışım diyorum. Ankara’da evlendim. Yine Karadenizli Ordulu bir hanımefendi, orada tanınmış ailelerinden birinin kızı Filiz ile evlendim. Yeniden evlenecek olsam, yine karımla evlenirdim. Bana gerçekten bir tercih hakkı verseler; aynı adamın oğlu olmak, aynı kadının kocası olmak, aynı çocukların babası olmak, aynı işi yapmak aynı insanlarla dost olmak isterdim. Keşkesiz bir hayatım oldu. Hala keşkesiz yaşıyorum…”

Dilek Sabancı ile yaptığım bir röportajda, “Biz Sabancı olarak Türkiye’nin ekonomik ve sosyal hayatında söz sahibi olan bir güçken, Bodrum Sağlık Vakfı gibi sistem kuramadık ve böyle bir örgütlenme gerçekleştiremedik…” demişti. Bodrum Sağlık Vakfı sizin yaşamında çok farklı bir yerde biliyorum. Başlangıcından bugüne dostlarınız ile birlikte, ince ince, iğne oyası gibi işlediniz geliştirdiniz, güzelleştirdiniz. Bugün de o bayrağı gençlere emanet ettiniz. Görüyoruz ve şahidiz onlar da başlarının üzerinde taşımaya gayret ediyorlar bu emaneti. Bu süreci de bize bir anlatır mısınız?

“Bodrum Sağlık Vakfı kimsenin projesi değil. Bodrum Sağlık Vakfı Bodrum’da yaşayan iyi yürekli insanların projesi. İyi insanlar her yerde vardır ve var olacaktır. Ben sadece onlardan biriyim. Ben sadece bir piyonum diye düşünüyorum. Herkes bir parçasını, kalbini koydu. Benim koyduğum kalbim toplamın kaçı eder, bir diğerinin ki yüzde kaçtır diye düşünmemek lazım. Sen o dönemde haberin başlığına benim için “O Bir Şovalye…” başlığı attın, ama böyle dememek lazım. Orası gerçekten önce borçlarımızın ödendiği yer. Sevgili Fatih kardeşim senin de iki tane aslan gibi evladın var, benimde iki evladım var. Aslan gibiler. Hiçbir hastalıkları yada engelleri yok şükürler olsun. Bu bizim şansımız. “Engelli kardeşlerim ve çocuklarım için bir şeyler yapmaya uğraşıyorum, çünkü benim engelli çocuğum yok…” diye düşünmek lazım.
Sadece çocuk, sadece Sağlık Vakfı olarak değil, her şeye ve herkese borcumuz var. Ekonomik olarak şükürler olsun ki bir şeylere sahip olduk. O bile benim topluma borcumdur. Bizim topluma borcumuz var. Bunların hepsini ben başarmış olamam, bunların bir kısmını toplum bana verdi. Toplum şimdi bunun bir kısmı da geri alacak. Onlar almazsa ben vereceğim. Böyle bakmak lazım. Ben sağlıklı çocukların babası olarak borcumu ödemeye çalıştım. Bodrum Sağlık Vakfı Bodrum’un en mükemmel Projesi olarak hala dimdik ayakta ve her geçen gün performansını arttırarak büyüyor ve gelişiyor. Bodrum Sağlık Vakfı, rahatlıkla söyleyebilirim 300 sene sonra da Bodrum’un en büyük projesi olarak kalacaktır. Ama bu ben değil, ekip meselesi…”

Ahmet Biçer’in bir de kitabı var. Değerli ağabeyim Çetin Akant’ın yıllarca emek harcadığı Bodrum Haber 2000 adlı gazetede yer alan yazıları, evlatları Yağız ve Yeliz tarafından gizlice bir kitap haline getirilmiş. Doğum gününde de armağan edilmiş. Yaşamının en önemli o anını şöyle anlatıyor Ahmet Biçer; 

“Bazı şeylerden hoşlanmıyorum ben. Birkaç kez burada bana yaş günü yaptılar. Müşterilerin ortasında. Temmuz 25 doğumluyum ben, tam sezonun göbeği. Çok tedirgin ve rahatsız oldum. Bir de herkese hediye alacağım diye uğraşıyor. Ben de sonuç itibariyle hediye alınmasını yasakladım. Çocuklarıma da öpersiniz yeter diye tembihledim. 50 yaş gününe girerken, beraber yemek yiyorduk ailemle. Masanın üzerine kocaman bir koli geldi. Büyük bir koli, çamaşır makinesi kolisi kadar. Bana bu kadar büyük ne hediye alınabilir ki? Kızdım, lakin bir yandan da merak ediyorum. Bak yine kızacaksın ama beş dakika sonra kız dediler. Açınca gerçekten ağlamaklı oldum. Bodrum Haber 2000 gazetesinde amatörce bir köşe yazıyordum, oradaki yazıları, yarım bıraktığım yazıları olduğu gibi redakte etmeden koymuşlar. Kitap haline getirmişler.  Başına da oğlum Yağız ve kızım Yeliz birer önsöz hazırlamış. Müthiş bir şeydi. Ama yazar olmak başka bir şey. Yazar diye bir cümle atfetmeyelim. Bu yazılar son 15 sene kadar sürdü. Zaten adı da doğaçlama ile aklımdan geçeni yazdım ben. Gazeteci olma iddiasında da değilim Bunlar önemli işler…”

Söyleşinin sonuna geldiğimizde, genç nesillere bir mesajınız var mı? diye sordum; Ahmet Biçer “Bunun cevabını Millattan Önce 400 yılında Platon Devlet’te söylemiş zaten. Ne yapacaksan en iyisini yap…” yanıtını verdi. Şöyle devam etti sonra; “Öncelikle gençlerden iyi bir yurttaş olmalarını istiyorum. Namuslu, şerefli, kimsenin malında gözü olmayan yurttaşlar olmalarıdır dileğim. Kendi evlatlarımı da bu şekilde yetiştirmeye çalıştım. Ne yaparsan yap, yaptığın işi iyi yapacaksın başka diyecek bir söz yok…”

 

Yorumlar

  1. Nurdan Ayhan dedi ki:

    Ne kadar oldugu gibi .işte Ahmet Biçer bu 👏👏👏