Bodrum Gündem

“Allah kahretsin darbe oldu…” diyebilecek kadar darbeye karşı bir asker ; Çetin Doğan Paşa

12 sabahı “Allah kahretsin darbe oldu…” diyebilecek kadar darbeye karşı bir asker ; ÇETİN DOĞAN

“Attığım adımların, söylediğim sözlerin hepsinin hesabını veririm. Ünlü Boşnak Lideri İzzet Begoviç’in değişi ile; ‘Bizi toprağa gömmek istediler ama şunu hesaplayamadılar ki, bizler, her birimiz ayrı birer tohumduk.’ Karanlıktan aydınlığa çıkışta gerçekte öldü, toprağa gömüldü sandığınız Mustafa Kemal’in Askerleri çoğalarak Anadolu’nun bağrından fışkırır.

Röportaj – Fatih Bozoğlu Bodrum Gündem Genel Yayın Yönetmeni

Gazeteci-Yazar Soner Yalçın köşesinde, Çetin Doğan ile ilgili bilinmeyenleri ya da çok az kişi tarafından bilinenleri yazmıştı. “Allah kahretsin darbe oldu…” şeklindeki cümle beni çok ama çok etkilemişti.

“Tarih 12 Eylül 1980. Gece yarısı bir Albay üstünü değiştirmek için evine geldi. Eşi heyecanla yataktan fırladı, ne olduğunu sordu. Albay kızgındı: “Allah kahretsin darbe oldu…” dedi. Bu sözlerin sahibi Albay; darbe hazırlamak iddiasıyla aylarca tutuklu kalan ve Balyoz Davası’nın bir numaralı sanığı emekli Orgeneral Çetin Doğan’dı…”

O Nazım Hikmet şiirleri okuyan, Uğur Mumcu’nun ölümüne ağlayan bir general. Söyleşimiz sırasında da Nazım’ın iki şiirini okudu. Gençliğinden bu yana, 12 Eylül dönemi de dahil Cumhuriyet Gazetesi okuyan, Çetin Doğan Paşa özellikle Ege ve kahramanlık türkülerini dinliyor. Zeybek oynamayı da, vals yapmayı da seviyor…

Darbe hazırlama iddiası ile yıllarca tutsak kalan Çetin Paşa ile Dibeklihan’ın kurucusu Cenap Tezer ve Can Pulak tanıştırmıştı. Sevgili eşi Nilgül hanım ile çok daha önce Çetin paşa tutsakken verdiği mücadele sırasında Bodrum’da İmge kitabevinde tanışmıştık.

Çetin Paşa ile uzun bir süredir söyleşi yapmak için takipteydim. Sonunda ikna ettim ve bir araya geldik. (Bu söyleşinin yapılması için Nilgül ablam çok destek verdi) Beklediğimden çok daha fazla samimi bir söyleşi oldu. Bir gazetecinin sorabileceği tüm soruları sorduğumu, O’nun da sorduklarımı tüm samimiyeti ile yanıtladığını düşünüyorum…

Çok eski değil belki 20-25 yıl öncesine kadar, büyükler çocuklara “Büyüdüğünde Ne Olacaksın?” diye sorduğunda çocukların büyük bir bölümü ‘doktor, öğretmen ama en çok da subay olacağım…’ derlerdi. Benim gibi ilkokul sıralarında gazeteci olacağım diyen pek azdı ya da hiç yoktu. (bu söz üzerine kahkahayı patlatıyor)

Sizinle bir-iki yıldan bu yana tanışıyoruz, lakin mesleğim gereği özellikle 28 Şubat ve Balyoz Davaları sürecinde sizi takip etmiştim. Tarihe tanıklık edenler ile röportaj yapabilmek her gazetecinin hayalidir. Ben de bir gazeteci olarak Çetin Doğan gibi yakın tarihimizin en önemli isimlerinden birisi ile röportaj yapabilmenin tadını yaşıyorum şu an.

“Çok teşekkür ederim…”

Sorularıma sizinle değil de biraz daha gerilere giderek başlasak. Biraz geçmişe dönelim ve anne-babayla hatta dedeler ile başlayalım yaşam öykünüzü anlatmaya. Ne dersiniz?

“Annem ve babam, Kafkasya’dan göç etmiş dedelerimin torunları. 1865 yılında büyük dedem Zekeriya, çocuk yaşta anne ve babasını kaybetmiş. Fakat Türkiye’de 7-8 yaşlarında nüfusa kaydı var. Doğum tarihi olarak 1850’yi görüyoruz. Aslında sülale kaldıkları yörede bilinen bir sülale;  Mollahan ve İsfehan sülaleleri. Anne, baba hepsi savaşta katledildiği için tanıdıkları dedemi kurtarmışlar. Zekeriya dedem kız kardeşi ile gelmiş. Kız kardeşi başka bir aile tarafından Kayseri tarafına götürülmüş. Sultan Aziz dönemi. Kuzey Kafkasya’da birlikte yaşadıkları Nogoylarla Türkiye’ye beraber göç etmişler, Sultan Çayırı köyünü kurmuşlar. Baba tarafım da yine Kuzey Kafkasya’dan, onlar da  Sultançayır Köyüne kuş uçuşu 1 kilometre mesafede Aziziye Köyünü kurmuşlar, Sultan Aziz dönemi olduğu için ona atfen. Aslında Kafkasya’daki köyün ismi Kurtköy. Çerkezce kurt, Toğuş demektir. Kendi aralarında konuşurken diğer köye de ağırlıklı olarak Nogoy olduğu için Nogoy Köy derlerdi. Babam 1906, annem 1909 doğumlu. Eski adetlere göre babam annemi at üstünde kaçırıyor. Gerçek bir kaçırma değil tabi. Kafkas kültüründe gönül rızası olmadan kız kaçırma yok. Babam köyden ayrılarak, subay olan dayısının desteği ile Askeri Rüştiye’ye (ortaokul) girmiş ve 1936 yılında Jandarma astsubayı olarak mezun olmuş. İlk görev yeri Tarabzon-Maçka. Ağabeyim Metin 1938, ben 1940 yılında Maçka doğumluyuz. Karadenizli oluşum doğum yerden kaynaklanıyor. Babama başlangıçta cazip gelen meslek hayatı sonradan yaşadığı zor koşullardan olacak dokuz yıllık mecburi hizmetini tamamlar tamamlamaz 1945 yılında ordudan ayrılıyor.

Babanız zamanın okumuş ve modern insanlarından öyleyse. Onu anlatır mısınız biraz?

“Babam Arif Çavuş. Babamın köylüleri askerlik hayatı çok uzun sürmemesine rağmen onlar için ölünceye kadar hep Arif Çavuş kaldı.  Sultan Çayırı Köyü’nde dededen kalma topraklarla modern çiftçilik yapmaya kalkıyor. Tabi bu göreceli bir modern çiftçilik. Köyde herkes kara saban ve öküzle çiftçilik yaparken babam pulluk ve atlar satın alıyor, yardımcı adam da tutuyor. Sanırım filmlerden ya da bir yerlerden gördü ki, bize da hasır şapkalar almıştı. O dönemde başkalarını çalıştırarak yapmaya çalışılsa da çiftçilik zordu, traktörler, biçerdöverler yoktu. Birkaç sene denedi. Ben ilkokuldaki ilk üç sınıfı Sultan Çayır Köyü’nde okudum. O dönemde de okumuş, rüştiye mezunu az kimse var. Babam Kaymakamlığa bir dilekçe veriyor ve ‘Uygun göreceğiniz bir memuriyet almak istiyorum.’ diyor. Susurluk Kaymakamlığı Maliyede kendisine memuriyet veriyor. Tarlaları da başkalarına yarıcı usulü veriyor. Ağabeyim Metin 1938 Doğumlu. O dönemde Sultançayır Köyünde İlk Okul üç yıllık. Bu nedenle Ağabeyimi 5 yıllık ilkokul eğitimi veren Kasabaya (Kemalpaşa’ya) akrabaların yanına gönderiyor, ilk ve ortaokulu orada okuyor. Mühendis olma yolunda ilerliyor ve sonunda makine mühendisi oluyor…”

Siz bildiğim kadarı ile 1940 doğumlusunuz değil mi?

“Doğru ben 1940’lıyım. Ağabeyim ile aramızdaki yaş farkı fazla değil, 1.5-2 sene. Küçüklüğümde, ben asker olacağım, diyorum. İstememim sebebi şu; Küçüklüğümüzde büyüklerin ocak başında anlattıkları masallar, hikâyeler var. Söylenceler bana asker olmayı tutku haline getirmiş. Ortaokul son sınıfta idik, bir müfettiş sınıfımıza geldi, sorduğu sorulara doğru cevap vermem ilgisini çekti, bana ‘Ne olacaksın?’ diye sordu. Subay olacağımı söylediğimde yüzünde olumsuz bir ifade belirdiğini fark ettim. 1950’li yıllarda subaylık pek revaçta olan meslek değil. ‘Gazozcu’ diyorlardı.  Müfettişe “ama ben kurmay subay olacağım dediğimde, ‘bak o zaman çok iyi’ dediğini hiç unutmam.   Babam dokuz sene süren askeri meslek tecrübesi nedeniyle asker olmamı hiç istemedi. Bana ‘Bak oğlum, ben ağabeyini okutuyorum, seni de okuturum merak etme. Tarlamız falan var, gerekirse satarız, Balıkesir’de liseye gönderirim seni…’ dedi ama, ben asker olma kararımda ısrarcı oldum. Ortaokulu bitirir bitirmez de ilk işim askerlik şubesine gitmek oldu. Gel gör ki büyük bir hayal kırıklığına  uğradım. Askerlik şubesinde kilom ve boyum ölçüldü. Kilom 43. Boyum 1.53 olması gerekirken boyum 1.50 çıktı. ‘Olamazsın!’ dediler. Çok üzülmüştüm…”

İnanılır gibi değil. Peki ne oldu da askeri okula yazılabildiniz?

“Bundan sonraki gelişmeler çok daha enteresan. Okulların açılma zamanı. Balıkesir Lisesine kayıt yaptırmadan önce Babama, ‘Bursa Askeri Lisesine gidelim beni orada kabul ederler’ dedim. Annemi 12 yaşımdayken kaybettiğimiz için bizi kırmamaya özen gösterirdi. Hiç olmazsa Bursa’yı gezeriz diyerek   yola düştük. Sene 1955, Bursa Işıklar Askeri Lisesi kapısındayız. Kelli felli, üniformalı, heybetli bir adam tam nizamiyeden çıkmak üzereydi. Babam kenara çekilerek fötr şapkasını çıkartarak selam verdi.  Adam ‘Ne var beyim?’ diye sordu, babam da ‘Bu çocuk askerliğe hevesli, ancak gördüğünüz gibi cılız. Ne boyu ve ne de kilosu tutmuyor. Beni okula götür, kabul ederler deye ısrarlı olunca, gönlü olsun diye buraya getirdim’ dedi. Okulların açılmasına az bir şey kalmıştı. Meğer o adam Okul Müdürü Kurmay Albay Adnan Akan’mış. Bana baktı, ‘Beyim, bu cin gibi bir çocuk. Sen onu bize bırak, burada karavanı yiyecek ve göreceksin boyu da, kilosu da artar. Asker karavanası onu büyütür…’ dedi. Babam şaşırdı biraz da tereddüt etti sanıyorum. Okul Müdürü  ‘İstiyor mademki bırak. Ben onun her türlü muayenesini, her şeyini burada yaptırtırım…’ dedi. Beraberindeki subaylara gerekeni hemen yapın diye emir verdi. Ben babam yalnız başına Susurluğa döndü. Askeri liseye girişim böyle oldu…”

Çok enteresan, neredeyse asker olamayacaktınız. Hayat işte böyle bir şey. Şans gelir ya kullanırsınız, ya da kullanamazsınız. Sanıyorum siz şansınızı kullanmışsınız.

“Okul Müdürü Kurmay Albay Adnan Akan’ın orada olması çok büyük bir rastlantı. Belki de şans…”

Askeri lisede başarı durumunuz nasıldı?

“Aslında başarılı bir öğrenci idim, sınıfta kalmadım. Ortanın üstünde idim. Susurluk Ortaokulu benim ortaokula başladığımdan 1-2 sene önce açıldı. Yeni bir okuldu ve kadrosu eksik, fen ve matematik derslerine biyoloji ve tarih öğretmenleri giriyor. Bu nedenle birinci sınıfın başlangıcında biraz zorlandım. Sınıfta kalmadan Mayıs 1958’de Işıklar Askeri Lisesinden başarı belgesi ile mezun oldum.”

İngilizce mi Fransızca mı idi okul?

“Bizim zamanımızda İngilizce, Fransızca ve Rusça bölümü vardı. Ben hatta İngilizce bölümünden Rusça bölümüne transfer olmak istedim. Sebebi de geçmişimizle ilgili o hikâyeler. Rusya’yı en büyük düşman bellemişiz. Ama İngilizce bölümünden Rusça ‘ya geçiş yapılamıyor. Bu nedenle Rusça bölümüne geçme imkânım olmadı. 1958 senesinde askeri lise öğrenimini tamamlayarak Harp Okulu’na geçtim…”

Burada bir tırnak açmak isterim: Kuleli Askeri Lisesi, Işıklar Askeri Lisesi kapandı. Çok kısa birkaç cümle ile neler hissettiniz?

“Yüreğimiz yandı. Ciddi olarak şunu söyleyeyim; Kuleli ve Işıklar Askeri Liseleri benim gibi orta derecede ve mali durumu daha aşağıda olan ailelerin çocuklarına iyi eğitim alabilmeleri için bulunmaz bir fırsat veriyordu. En önemlisi de Askeri Liselerin Ordu ile halk arasında kopmaz bağlarım oluşmasını sağlayan çok iyi eğitim kurumlarıydı. Bu konuda bir örnek vermek isterim. Bursa Askeri Lisesini birincilikle bitiren devre arkadaşım E. Org. Tamer Akbaş çok küçükken babası vefat ettiği için okulda hademelik yapan annesi tarafından yetiştirilmiştir. Bu konuda çok örnekler mevcuttur. Bu nedenle de Türk Ordusunda ‘Aristokjrat’ bir subay kitlesi hiç oluşmamıştır.

Babanız size maddiyatı düşünme okuturum demişti oysa.

“Doğru babam ‘Sen merak etme ben seni okutacağım…’ diyor ama nereye kadar okutacak o da belli değil. Biliyorum ciddi zorluklar çekecek. Lise Balıkesir’de, her gün gidip gelme olanağı da yok. Sonra üniversite, nasıl olacak? Ben devre arkadaşlarıma baktığımda çoğunluğu köy ve kasaba çocuğu. Kaldı ki bizim dönemimizde aramıza astsubay okullarından başarılı olan öğrenciler de Askeri liseye transfer oluyordu. Tamamı köy çocuklarıydı onların. İçinde de general olanlar var. Askeri liseler ayrı bir ekoldü. Askeri liselerin en önemli özelliği şu; Yurdu sevmeyi, Atatürk Devrimlerini özümsemeyi öğretiyor. Ben dünya klasiklerini askeri lisede okumaya başladım. Yunan klasiklerini de yine lise de okudum. Tevfik Fikret’in sözünü ettiği ‘fikri hür vicdani hür’ gençler olarak yetiştiriliyor, sorgulamadan, körü körüne ön kabullerin çıkmaz sokaklarından kaçınmayı öğrettiler. Askeri lisede felsefe okuyorduk. Bu bakımdan askeri lisenin kapatılması büyük şanssızlık. Harp Okulu’na gelenlere iyi bir temel oluyordu…”

Gerekçe olarak 15 Temmuz darbesinde aktif olmaları gösterildi. Bu ne kadar doğru bir gerekçe?

“Şöyle ifade edeyim; darbeleri örnek gösterirler kapatılma sebebi olarak, lakin yanlış. Bu konuyu çok iyi incelesinler. 15 Temmuz’da darbeye teşebbüs eden generallerin önemli bir bölümü dışarıdan Harp Okulu’na özel olarak sokulmuş. İsterseniz bunu size rakamlarla vereyim. Rakamlar şöyle: Her sene bu rakam üç aşağı beş yukarı artar ya da eksilir. Harp Okullarına her yıl 800 civarında öğrenci alınır. Bunun % 5’i sivil liselerden gelir. Yani 40 kişi. Beş devreyi düşünün toplamda 200 kişi. Bu 200 kişinin neredeyse tamamı generalliğe terfi ettirilmiş kişilerdir. 80 darbesi olduğu zaman üzüldüm. O gece eşime ‘Tüh Allah kahretsin yine darbe oldu…’ demişimdir. Çünkü biliyorum askerlerin görevi ülkeyi korumaktır. Eğer siyasi bakımdan bir tarafa ağırlığınızı verirseniz, o zaman ülkenin birlik ve beraberliğinin simgesi, güvencesi olmaktan çıkarsınız. Orduya her kesimden insan geliyor. Siz orduya, o askerlere komuta edebilmeniz için siyasetin üstünde, ona müdahale etmeyen bir yapıda olmak zorundasınız…”

Lakin 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve diğerleri hepsinde halk desteği alınmış gibiydi. Sanki halk askeri göreve çağırmış algısı yaratıldı. Darbeler kaçınılmaz mıydı?

“Tabii o günkü şartları düşünmek lazım. Her gün 20-30 kişi ölüyor. Vatandaş rahatsız. Bu olayların bitmesi, ülkenin huzur ve güvenliğe kavuşması acil bir ihtiyaç. TSK İç Hizmet Kanunun o dönem yürürlükte olan 35. Maddesi Türk Silahlı kuvvetlerine, “Anayasada nitelikleri belirtilen Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak” hükmü ile açık bir görev vermiş. İnsanların en kutsal hakkı olan ‘Yaşama Hakkının’ bile yok olduğu bir ortamda, TSK’nın seyirci kalması elbette beklenemezdi. Ben sadece Türk Silahlı Kuvvetlerin duruma müdahalesinin demokrasiyi rafa kaldırmadan, demokrasinin temel dayanağı TBMM ve siyasi partilerin kapısına kilit vurmadan, zor olsa da onlara işlerlik kazandırarak bir çıkış yolu buluna bileneceğine inananlardanım. Kurtuluş Savaşımızda zafer, Yüce Atatürk’ün önderliğinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin kesintisiz varlığı ile sağlanan meşru bir zeminde kazanılmıştır.     İktidar ve muhalefeti demokratik düzeni, demokratik hak ve özgürlükleri, akan kanı durdurmak için asgari müştereklerde birleştirmek, ulusumuzu bu amaçla seferber etmekle en başta yapılması gereken olarak görürüm.    Uzun süre Genelkurmay Karargahı’nda görev yaptım. Ülke siyasi bakımdan kaotik bir ortama girdiğinde TSK dışından vatanı kurtamak (!) bahanesiyle bir kısım insanlar ellerinde dosyalarla Gnkur. Karargahının eşiğini aşındırmağa başlar. Dosyalarında kendinden menkul reçeteler vardır. Bu kimselerin demokratik ortam içerisinde hiçbir siyasi geleceği yoktur. Bulanık suda balık avlayan bu tipler ülke yönetiminde söz söyleyecek konuma gelmek için takla atarlar. O dönemde yaşananlardan bir örnek vere TSK’nin   rejime müdahale dönemlerinde yaşananlardan klasikleşmiş bir örnek vereyim. Bu örnek o dönemde demokrasiye aykırı olarak yapılan bütün düzenlemelerin nasıl tezgahlandığını da açıklar:

Maruf kişiler dosyalarının önce özetini sunarlar. “Sayın Paşam vatanımızı büyük bir badireden kurtardınız. Yüce Türk Milleti size ebediyen minnettardır. Bir daha kanlı bir iç savaşa sürüklenmemek için Milli Eğitimimizde bir reforma gidilmesini şart görüyoruz. Gençlerin sağcı ve solcu olarak ikiye ayrılmasını, kanlı bıçaklı olmasını önlemenin yegâne yolu gençlerin milli ve dini duyguların güçlendirilmesidir.” Bu arada Ankara Bahçelievler’den sosyal bir kesit sunulur.

“Bahçelievler falanca caddenin sağı cenahı solcu, sol cenahta oturanlar sağcı militanlardan oluşuyor. Aslına bakarsanız gençlerin hemen hepsi toplumun ayni sosyal kesitine mensup. Hepsinin ailelerine bakıyorsunuz esnaf ve işçi ve memur çocukları. Bunların her şeyden önce çocukluktan başlayarak Milli Eğitim müfredatına ‘milli ve dini eğitimi önem verilmesi lazım. Gençlere orta eğitimde kapsamlı din derslerinin verilmesini zaruri görüyoruz. Bu konuda detaylı bir dosyayı tensiplerinize sunuyoruz.” Hikâyenin sonucu bugün ulaştığımız noktada düğümlenmiş durumda. Millî Eğitim Bakanlığı adeta ‘Dini Eğitim Bakanlığına’ dönüşmüş durumda. 1982 Anayasasında yer alan demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı hükümler benzer iç ve dış ‘Maruf çevrelerce’ tezgahlanmıştır…”

Çetin Doğan profesyonel askerlik ve askerliğin kısaltması ile ilgili de oldukça dikkat çeken bir değerlendirme yaptı.

“Profesyonel askerlik ve son günlerde gerçekleştirilen askerlik yasası ile ilgili birkaç söz söyleme ihtiyacını duyuyorum. Profesyonel asker, orduda sadece belirli rütbelerde gerekli lider kadrolar ile ordudaki çok kıymetli modern harp araç ve gereçleri kullanmaları için oldukça uzun bir süre görev yapacak personel istihdamı amacıyla yetiştirilir. Bu miktar TSK’nın mensup birimlerin yapısı ve özelliğine göre değişmekle beraber Kara kuvvetlerinde (Özel kuvvetler hariç) yüzde 10-20 parametresi içerisindedir.

Ülkemizde Ordunun vatan savunması dışında üstlendiği diğer bir görevi olduğu da gözardı edilmemelidir. Birbirinden farklı alt yapı kültürlerine, etnik guruplara sahip yurttaşlarımızın ulus olma sürecinin pekiştirilmesi için ayni pota içerisinde birbirini tanıması, birbirine saygı duyması, arkadaşlık bağları kurmasında çok önemli işlevsel bir görevi de yerine getirmektedir. Ardahanlının Edirneliyle, Hakkarilinin Trabzonlu ya da Bodrumlu ile tanışması, yoğrulması, aynı ocakta aynı karavanaya kaşık sallamasını ve aynı kıyafetle bir süre beraber olması, arkadaşlıklar, dostluklar kurması çok önemlidir.  Ülkenin birliği için önemlidir. Adam olmaları için önemlidir. Eskiden askerliğini yapmayanlara ‘Daha adam olmadı’ derler ve evlenmek isteyenlere de kız vermezlerdi. Altı aylık süre bu anlattıklarımın oluşması için pek yeterli değil. Kaldı ki parası olan, parayı bastıran askerlikten sıyırtıyor. Bu da sosyal adalet ilkesine çok ters.   Ülkemizin kendisine özgü bir jeostratejik konuma sahip ve buna bağlı olarak da çok yönlü güvenlik gereksinimleri var. Eğri oturup, doğru konuşmak lazım; etrafımızda dostane ilişkiler içinde olduğumuzu söyleyebileceğimiz ülke nerdeyse kalmadı. Bütünüyle profesyonel yapıya sahip ordu ile halkın bağları zayıftır.

Diğer bir yandan da askerlik eğitiminde, sadece askeri bilgi ve beceri öğretilmez. Ordu askeri eğitime gelen gençlere aynı zamanda yurttaş olmanın bilinci de verilmeye çalışılır, kendi milli kültürümüzün zenginliği Orduda yaşanır. Batıdaki insan doğuda, doğudaki insan batıda hizmet ederek yurttaşların birbirini ve ülkeyi tanımaları ve bütünleşmeleri sağlanır. Türk toplumunun ümmetlikten ulus olma sürecine geçişte ‘Asker Ocağının’ çok önemli işlevi vardır..

Bir kısım aydın geçinen ikinci Cumhuriyetçiler, üniforma giyenleri önyargıyla faşist olarak nitelediklerini, üniformalıya mesafeli durmayı, her fırsatta kötü söz söylemeyi ‘demokrat’ olmanın raconu saydığını’ yaşayarak gördük ve görmeye devam ediyoruz.

Yahu, bir dakika dur beyim. Bu çocuk nereden gelmiş? Bunun kökenlerini, tanıyor musun? Biraz önce söyledim, askeri liselere halkın içinden gelen çocuklar alınır. Askeri eğitimin sonunda komutan olur. Komutanlık paylaşmayı bilmeden, öğrenmeden olunmaz. Komutan acıyı, sevgiyi, sevinci, tehlikeyi paylaşan kimsedir. Ülkesi için, milleti için canından bile vazgeçen bir adam nasıl faşist olur?”

Askeri liseden sonra Kara Harp Okulu’na girdiniz. 30 Ağustos 1960’da Kara Harp Okulu’ndan topçu asteğmen olarak da mezun oldunuz. Harbiye günlerini konuşalım mı biraz da?

“Harp Okulu Marşı aslında o yuvadan yetişenlerin temel misyonunu, görev tanımını betimler.  Başta Atatürk olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin ana kurucu kadrosu Harp Okulundan yetişmiştir. Doğal olarak bu gerçek, Harp Okulu öğrencileri için gurur kaynağı olduğu kadar, Cumhuriyete karşı derin sorumluluk duygusunun da kaynağıdır. Bu ayni zamanda Osmanlı hayranlarının bu ocağa karşı duydukları kin ve nefretin de kaynağıdır.

Askeri liseden gelirken derslerim çok iyiydi. Bana Harbiye’de ‘Derslerin iyi ama sen beden eğitiminde çok zorlanırsın.’ dediler. Bu laf bana çok koymuştu…”

Yine kısa ve zayıf mıydınız o dönemlerde?

“Yok değildim, okul komutanımın dediği gibi büyüyüp, serpildim. Hatta benim askeri lisede en büyük sıkıntım elbiselerin devamlı dar gelmesiydi. Kısa bir süre içinde 1.53’den 1.75’e kadar uzadım. Sene başında giydiğim elbise sene sonunda sıkmaya başlardı. Neyse ‘Orada beden eğitimi önemli. Sen beden eğitiminden kalırsın.’ dediler. Bu söyledikleri bana bir dokundu. Harp Okulu’na her sabah 6’da kalkıyorum. Ne istiyorlar? Bir saate yakın pentatlondan geçiş, barfiks ve şınav çalışıyorum. İyice terliyorum, sonra duşa girip hazırlanıp derse giriyorum. Sonuçta ne oldu? Beden eğitiminden en yüksek notu ben aldım. Ben okulda hiç bir futbol, voleybol jimnastik takımlarında değildim ama notlarım o takımlarda görev alanlardan daha yüksekti…”

Harbiye’yi birincilikle mi bitirdiniz?

“Hayır. Hatırımda kaldığı kadarı ile 1960 devresi 586 kişi. Harbiye ikinci sınıf notları dereceye girmek için çalıştığım için çok yüksek. Birinci sınıfta spor dışında pek çalışmadım diyebilirim. Hatta haylazlık yapıp Harbiye’nin meşhur kalorifer katındaki hapishanesinde bile yattım. Mezuniyet derecelendirmesi her iki sınıftaki başarı derecesine göre yapılıyormuş.   Bu nedenle birinci olamadım. Genel klasmanda 13, topçu sınıfında 2. Oldum. Harp Okulu’ndan sonra Topçu Okulu’nda biz 1959 ve1960 devresi beraber okuduk. Topçu Okulundan Eylül 1961’de birinci olarak mezun oldum.  1960 ihtilalinden sonra 30 Ağustos 1960 tarihinde asteğmen olan bizim devrenin Ankara’dan uzaklaştırılması uygun görüldüğünden Harp Okulu 3.sınıf öğrenimini mensup oldukları sınıf okullarında öğrenimlerini tamamladılar. Bu nedenle Topçu Okulu’nda 1959 ve 1960 devreleri Polatlı Topçu okulunda birlikte eğitim ve öğretim gördü…”

Aklıma takılan bir sorudur bu; bugüne kadar Genelkurmay Başkanları hep topçu sınıfından. Bu bir gelenek mi?

“Yok gelenek değil, ama eski Genelkurmay Başkanlarının oransal olarak önemli bölümünün topçu sınıfına mensup olduğu gerçek. Bunun nedenleri sınıfın özelliklerinde aramak doğru olur. Şimdiki dönemi bilmiyorum ama eskiden Harp Okulunda öğrencilerin Topçu sınıfına ayrılanların öncelikle matematik ve fen derslerindeki başarı durumu etkin olurdu. Diğer yandan, Topçu subaylarının Harp Akademileri giriş sınavlarına hazırlanmak için daha avantajlı olduklarını kabul etmek gerekir. Osmanlı döneminde Harp Akademileri öğrencileri Harp Okulu mezunları içerisinden dereceye giren öğrenci subaylardan seçilirdi.

30 Ağustos 1960’da Kara Harp Okulu’ndan topçu teğmen olarak da mezun oldunuz. Tam da 27 Mayıs 1960 darbesinin olduğu yıl.

“Biz 27 Mayıs’ta henüz teğmen olmamıştık, 30 Ağustos’ta olduk. 21 Mayıs’ta bir yürüyüş yapmıştık. O yürüyüşün ardından hareketlilik başladı zaten…”

O yürüyüşün içinde siz de var mıydınız?

“Evet vardım.”

Bir şey daha sormak isterim, kafama takılan ve yanıtı bulamadığım sorulardan birisidir. İsmet İnönü, evet Kurtuluş Savaşı’nın en önemli komutanı, Atatürk’ten sonra ikinci adam. Ege’de verdiği mücadele belli. İyi bir istihbaratçı, iktisatçı. Kuşkusuz Kuvayı Milliye mücadelesinin önde gelen kahramanlarından birisi. İnönü ve Bayar hep rekabet içindeler ve hep karşı karşıya geliyorlar. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

“CHP içerisinde İnönü ve Bayar arasında mesafeli bir ilişki var. Çünkü dünya görüşlerinde temel bir ayrışma var. Celal Bayar temelde liberal ekonomi yanlısı. İnönü ise daha planlı, daha devletçi. İnönü ve Bayar Cumhuriyet Halk Partisinde beraberdiler. Tek partili o dönemde parti içi rekabet ve görüş ayrılıkları vardı.  Fakat keskin ayrışma toprak reformu ile oldu. 07 Haziran 1945 tarihinde liberal ekonomiyi savunan CHP’li Celal Bayar, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü, Meclis Grubunda görüşmek üzere, sonradan ‘Dörtlü Takrir’ adıyla anılan bir önerge sundular. Bu Demokrat Partinin kurulma sürecinin başlangıcı olmuştur. İsmet İnönü’nün Başbakanlığı döneminde beş yıl Celal Bayar’ın ‘İktisat Vekili’ olarak görev yaptığı da unutulmamalıdır. Bayar, kesinlikle laik düşüncede olan, yurtsever birisiydi. Kurtuluş Savaşında Galip Hoca namıyla önemli görevler yapmış, Atatürk’e yürekten inanmış, Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşıydı. İnönü’nün istifasından sonra Atatürk tarafından Başbakanlık görevi verilmiştir. 27 Mayıs 1960 İhtilalinde Harp Okuluna getirilen dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Adnan Menderes’in dramatik bir karşılaşmaları olmuştur. Menderes’in ‘Kısmet bu kadarmış’ sözüne karşı, ‘Kısmet değil, İsmet’ sözü bir gerçeği ifadeden çok, aralarındaki rekabeti özetler.   Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra dünyanın değişen konjonktürel şartlarının da etkisiyle iki lideri siyaseten karşı karşıya getirmiştir.

27 Mayıs 1960 darbesinde idamla yargılandı. Yaşı nedeniyle belki de Milli Mücadeledeki katkılarından dolayı cezası ömür boyu hapse çevrildi. Nereden nereye…

“Bu çok tartışılan konu. ’60 darbesi’ deniyor. Ancak ben ‘Darbe’ demiyorum. ’60 İhtilali’ diyorum. Neden? Bu arada 27 Mayıs 1960 İhtilali haricindeki diğer müdahalelere, darbe derim. Çünkü 27 Mayıs 1960 İhtilali Türk demokrasisine ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yeni bir sosyal boyut kazandırmıştır. 61 Anayasası başlı başına bir devrim niteliğindedir. Daha önce ülkemizde iç politikaya ilişkin belli başlı tartışma konuları; Hakim Teminatı, Çift meclis, İspat Hakkı ve Basın Özgürlüğü konusundan ibaretti. Sendika, Grev, Sosyal Adalet, sosyalizm, Komünizm gibi kavramların tartışılması tabuydu. 1957 seçimlerine giderken, ben askeri lise talebesiydim. Mehmet Barlas’ın babası, Rahmetli Cemil Cahit Barlas; ilk defa ‘Ben sosyalistim.’ Dediği zaman ortalık ayağa kalkmıştı. İlk defa böyle bir şey duymuştuk. Nedir, ne değildir anlamaya çalışıyorduk. Sonra 61 Anayasası ile demokrasinin sosyal boyutunu ve değerini öğrendik. Öcü olarak gördüklerimizin, aslında öcü olmadığını öğrendik. İşte ben de o zaman Nazım’ı okumaya başladım. Hatta bir arkadaşıma da Kurtuluş Savaşı Destanı’nı hediye etmiştim. Yıl 1964…”

Bir subayın bir Generalin Nazım’ı okuması beni çok etkiledi doğrusu. Özellikle Kuvayi Milliye Destanı ki Kurtuluş Savaşını da Nazım’dan başka bir şair yazamazdı diye düşünüyorum…

“Bütün şiirlerini okudum. Hatta bir kısmını da kendi sesinden dinleme imkânım oldu. Evvela şuna inandım; Kuvayi Milliye Destanını ve diğer şiirleri okuyunca, Nazım Hikmet’in asla vatan haini olamayacağını, bu ülkeyi, bu insanları çok sevdiğini ve hasret içerisinde yaşadığını gördüm. Bu ülkeye bağlılığını birçok şiirinde ortaya koymakta. Mesela Varna’dan yazıyor şiirini.

“Yürek değilmiş be.

Çarıkmış bu manda gönünden

Teper ha babam teper

Teper taşlı yolları

Bir vapur geçen Varna önünden

Uy Karadeniz’in gümüş telleri

Bir vapur geçen boğaza doğru

Nazım usulcacık okşar vapuru

Yanar elleri…”

Bu dizeleri yazan biri asla vatan haini olamaz. Bu sözleri söyleyen birisinin vatanını sevmekten başka günahı yoktur. Bu kesindir…”

Çetin Doğan aynı Nazım gibi okuyor, Nazım’ın şiirlerini. Vurgular ve ses aynı Nazım Hikmet…

“Havada bulut yok

Söğütler yağmurlu

Tuna’ya vardım akıyor

Çamurlu çamurlu

Ey Hikmet’in oğlu Hikmet’in oğlu

Sen de Tuna olaydın

Karaormanlar’dan geleydin

Karadeniz’e döküleydin

Çarpaydın Kadıköy İskelesi’ne

Çarpaydın çarpınaydın

Vapur’a binerken Mehmet’le anası…”

“Bu şiiri okuduğum zaman ben teğmendim. Subay olarak İlk tayinim Maltepe-Kayışdağı  15. Füze üssü 4. Füze Bataryasıdır.  . Kadıköyde oturuyordum. Bilenler vardır, Kadıköy’de iskelesinin hemen yanında Evlendirme Dairesi vardı. Nazım’ın bu şiirini ilk okuduğumda, ‘tez elden Evlendirme Dairesini başka bir yere taşıyıp, buraya Nazım’ın kocaman bir heykelini dikme hayalini kurduğumu hatırlarım. Nikah dairesini başka yerde taşıdılar ama oraya Nazım’ın heykelini dikmek kimsenin aklına gelmemiş olmalı. Oraya Nazım’ın heykeli ve de okuduğum şiiri ne de güzel yakışırdı…”

Ben sorularımla söyleşiyi yönetmeye çalışsam da, o söyleşiyi kıvrak zekâsını kullanarak, beni de incitmeden kendi usulünce yönetiyor. Nazım Hikmet konusunu konuşurken bir anda başka bir noktaya getiriverdi konuyu. 28 Şubat sürecine…

“28 Şubat Sürecini aradan 20 yılı aşkın süre geçtikten sonra o dönemde neler yaşandığını bilmeden bazı çevrelerin ön yargı ile ahkam kesmelerine şaşırmamak elde değil. Konuya ilişkin gerçekte ne olduğunu anlamak isteyenler, sanıkların savunmalarını ve sözde mağdurların destansı şikayetleri okumalarına gerek olmadan da öğrenmeleri mümkün. Bu konuda birinci önerim; öncelikle dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’in ‘Dünkü Güneşle bugünün çamaşırı kurutulamaz’ sözüyle başlayan TBMM’nin darbeleri araştırma Komisyonuna yaptığı açıklamaların okunmasıdır. Açıklamalara internetten eşim sağlanabileceği gibi küçük bir broşür haline getirilen broşürden de okunabilir. İkinci önerim, dönemin Başbakanı Erbakan’ın 18 Haziran 1997 tarihinde Çankaya’ya istifasını sunmadan hemen önce üçlü basın toplantısında (Başbakan yardımcısı Çiller ve BBP Lideri M. Yazıcıoğlu ile birlikte) yaptığı konuşmanın dinlenmesidir. Üçüncü önerim başbakanlık görevinin Mesut Yılmaz’a verilmesini takiben 21 Haziran’da TBMM’sinde yaptığı uzun basın toplantısında konuşulanlara dikkatle kulak vermek gerekir. ne dediğine bakmak gerekir. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın konuya ilişkin yazığı üç ciltlik kitap (Öncesi ve sonrası ile 28 Şubat) ile 28 Şubat Gerçeği  adlı broşüre göz atmaları ve Sayın  Kazan’ın Mahkemeye gelerek Mahkeme Başkanının net sorularına karşı verdiği net cevapları tutanaklardan okumaları gerekir.

28 Şubat sürecinde Başbakanlığın direktifi ile ‘irtica ile mücadele için’ bir dizi tedbirler getirildi. Başta İçişleri Bakanlığı olmak üzere bakanlıklar ve ilgili kuruluşlar genelgeler yayınladılar, komisyonlar kurdular. Başbakanlıkta ‘Mücadeleyi İzleme Komisyonu’ bile kuruldu. O süreçte devletçe sürdürülen mücadeleye katkı sağlamak için Gnkur. Karargahında ‘Batı Çalışma Grubu’ kuruldu ve Gnkur. Harekât Başkanı kurulun başkanlığına ben getirildim. Geçmişten ders almış olarak O süreçte yani 28 Şubat’ta da irtica ile mücadele edeceğiz diye mütedeyyin insanları, kendi dinini yaşayanları incitmemeye özen gösterilmiştir. Gnkur. sadece kuruluş yönergesinde açıkça belirtildiği gibi yurt çapında TSK’nin tesbit ettiği irticai faaliyetler ilgililere ve yetkililere uygun ve yasal platformda bilgi verilmiştir. O süreçte kuşkusuz mağdur edilen kimseler vardır. Yaşanan mağduriyetler TSK’ya fatura edilmiştir. Oysa Gnkur. Karargahından hiçbir bakanlığa, kamu kurum ve kuruluşuna konuya ilişkin tek bir talimat verilmemiştir. Dava konusu olan sahteliği ispatlanmış uyduruk dijital belgelerdir. TSK’nın temel mülahazası siyasi İslam’a geçit vermemek, irticanın siyasi hayata şekil vermesini ve devlete nüfus etmesini önlemekti. Bu konudaki gayretler meşru bir zeminde sürdürülmüştür. Dinin ve dince kutsal sayılan kavram ve nesnelerin istismarının önlenmesi, demokratik hukuk devletinin varlığı ve idamesi için yaşamsal bir öneme sahiptir…”

Biz yaşam öykünüze geri dönelim isterseniz. Harbiye bitti. Sonra?

“Harbiye bitti teğmen olduk ve topçu okuluna gittik. Topçu okuluna gittiğimiz zaman, okulu dereceyle bitirenlerinden 10-12 kişiyi kurulmakta olan Hava Savunma Füze Sınıfına ayıracakları planlanmıştı.  Ayrıca yetenek sınavına da tabi tutulduk. 12 kişi vardık ve Amerika’ya gitmeye hak kazandık. Önce Maltepe Kayışdağı’daki 4. Füze bataryasına atandım. Kısa bir oryantasyon döneminden sonra Amerika Teksas-Elpaso’da  Hava Savunma Güdümlü Füze Okulunda 10 ay kurs gördük. . Amerika’dan döndüğümüzde, Bakanlar Kurulunun şu kararı ile Hava Kuvvetlerine geçtiniz mealinde beni şaşkınlığa uğratan bir tebligat ile elime mavi üniformalar tutuşturdular. O nedenle benim üst teğmenliğe terfiim Hava Kuvvetleri saflarında iken olmuştur.

Oradaki şaşkınlığınızın nedeni neydi? Hedefinizde Genel Kurmay Başkanlığı mı vardı?

“Amerika’da gördüğümüz kurs teknik bir kurstu. Füze Montaj ve Bakım Kursu. Sonuç itibariyle bir teknisyendim. Hava Kuvvetlerinde muharip sınıfa mensup olanlar sadece pilotlardır. Doğal olarak muharip olmayan subayların belli bir rütbeden sonra yükselme şansları yoktur. Dilekçe vererek gördüğüm dış kursun gereği olarak belli bir süre Hava Kuvvetlerinde hizmet görmem normal olmakla beraber, bu sürenin hitamında Kara kuvvetlerine iade edilmemi istedim. Dilekçeme resmi yanıt olumsuz geldi. Bunun üzerine kendi asli sınıfıma dönme gayretlerini sürdürmekle beraber, bu konuda başarısız olma ihtimaline karşı mecburi hizmet sonrası sivil hayata atılmak için hemen İstanbul İktisat fakültesine yazıldım…”

Ayrılabildiniz mi?

“Konuyu uzatmadan özetleyeyim.  Yaptığımız ısrarlar karşısında dönemin Hava kuvvetleri Komutanı, “Beni istemeyenleri ben hiç istemem. Derhal kurs gören bütün personelden Hava Kuvvetlerine gönüllü olarak geçmek istiyorum şeklinde dilekçe versinler” diye emir verdikten sonra Kara Kuvvetlerine dönüşümüz sağlandı. Hatırladığım kadarı ile dış kurs görenlerden ben dahil dört subay dilekçe vermedi. (Bu subaylar: Yzb. Hüseyin Kıvrıkoğlu, Tğm. Oktay Şen, Tğm. Hilmi Özkök…”

Hangi yıl?

“1968. İki seneye yakın Erzurum’da görev yaptıktan sonra akademiyi kazanıp Topçu Okuluna geldim. Orada da Nilgül ile tanıştık. Babası hocamızdı. Albay Mehmet…”

Ooo komutanın kızı.

“Çok muhterem bir kimseydi…”

Nilgül Hanım ile ilgili konuşalım mı?

“İnanır mısınız Nilgül beni asker olarak tanımadı…”

Nasıl yani? Tanıştığınızda subay olduğunuz bilmiyor muydu?

“Bilmiyordu. Ben dışarıda hiçbir zaman resmi elbise ile dolaşmadım…”

Çok enteresan. Aslında çok da havalıdır. Neden?

“Doğru. Üstelik havacıların ki daha da havalıdır. Resmi elbise giydiğim zaman onun bir ağırlığı ve sorumluluğu vardır. Sonuçta insanım. Dışarıda istemeden bile olsa o elbiseye yakışmayacak bir harekette bulanabilirim. O elbiseye kesinlikle bir halel getirmem…”

Nasıl tanıştınız Nilgül hanımla?

“Nilgül 1968 yılında üniversite sınavlarına girmiş ve aldığı puan istediği üniversiteye olmadığı için bir sene Şekerbank’a geçici memur olarak alınmış. Banka müdürü de bizim arkadaşın tanıdığı. Ona gittiğimizde dikkatimi çekti. Nilgül’e ilgim öyle başladı. Ama ben hep sivil geliyorum. Bir iki kelime etme dışında, o küçük alanda da konuşmanıza veya beraber dolaşmanıza olanak yok. Neyse sonra tanışmak için babasına ve annesine bir tanıdığımız aracı oluyorlar. Onlar da kıza ‘Seni tanıyan bir asker…’ diyorlar. Nilgül’de ‘Yo ben asker falan tanımıyorum…’ diyor. Kim olduğumu anlamak için heyecanla bekliyor. Ben karşısına çıkınca konu aydınlanıyor. Hani tanışıp bir niyet belli etme olur ya, ayrılırken annesine, ‘Ben annemi küçük yaşta kaybettim. Müsaade ederseniz annem olarak elinizi öpebilir miyim?’ dedim. O gülümseyerek elini uzattı, ben de öptüm…”

Kaleyi içten fethetmek diye buna derler…

Burada Nilgül hanım devreye giriyor ve Çetin Doğan gittikten sonra evde yaşananları şöyle anlatıyor;

“Çetin gittikten sonra annem, Çetin’in söylediklerini bizimle paylaştı. Babam da ‘Neden veriyorsun elini öpmesine…’ dedi. Annem ise oldukça kararlı ve net bir şekilde ‘Kızı verdim gitti bu çocuğa!’ dedi…”

Sonra neler oldu?

“Samimiyetle söylemiştim. Nilgül’ün annesiyle de, babasıyla da çok samimi, çok içten bir ilişki yaşadık. Annesini gerçekten de annem olarak gördüm, saydım ve çok bağlandığım bir kimsedir. Hastalıkları oldu, zor dönemleri oldu, hep beraberdik. Çok iyi insanlardı. Ben ara sıra babaya takılmaktan hoşlanırdım. Nilgül ile evlendiğimizde 19’una girmişti. Babasının çok muhafazakâr yapısı vardı, ‘Bak görüyor musun, bu kızın etekleri kısa…’ falan derdim. Babası da ‘O artık benden çıktı.’ derdi. Takılırdık birbirimize. Çeşitli görev yerlerimize beraber geldiler…”

Birlikte de görev yaptınız mı?

“Hayır. Ben 1971 senesinde akademiyi bitirdim, O’da 1972 senesinde emekli oldu. Sarıkamış’a tayin olmuştu. Sonuna kadar beklemedi albaylıktan emekli oldu…”

Evliliğiniz, düğününüz nasıl oldu?

“Akademiyi kazanmıştım. Nilgül’ün doğum günü 19 şubat tarihinde nişanlandık. Başlangıçta evlenmeyi akademiyi bitirdikten sonraya planlamıştım. Doğal olarak bir birikimim de pek yoktu. Zaman içerisinde Nilgül ile çok yakın olmamızdan Babasının biraz rahatsızlık duymağa başladığını sanırım. Bana özel olarak dedi ki ‘Şimdi aradan 2-3 sene geçecek. Bu arkadaşlığınız çevreden hoş görünmeyebilir…’ dedi. Ben de ‘O zaman hemen evlenelim,’ dedim. 6 ay nişanlı kaldık. Ben sınırlı birikimimi benim de gerçek anne olarak kabullendiğim Nilgül’ün Annesi Nilüfer hanıma verdim. Yeni eve ne gerekiyorsa her şeyi rahmeti Annesi karşıladığı gibi Nilgül’ün gelinliğini bile o dikti. 1 Eylül 1969’da da evlendik. Akademiyi bitirdikten sonra ilk tayin yerimiz yine İstanbul- Davutpaşa 66. Mekanize Tümen komutanlığına oldu…”

 

1971 ve 1980’deki darbe ya da muhtıralarla ilgili neler düşünüyorsunuz? Bir de Deniz Gezmiş ve 68 kuşağı ile ilgili düşünceleriniz merak ediyorum. Gemerek’te silahı olduğu halde çatışmıyor ve ‘Ben ancak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin onurlu subaylarına teslim olurum…’ diyor. Deniz Gezmiş ve arkadaşları sizin için ne ifade ediyor?

“Evvela şu söyleyeyim; 12 Mart 1971 muhtırasını hiç tasvip etmedim. Muhtıra verildiğinde Harp Akademileri son sınıftaydım. Detaylarına burada girmeme gerek yok. Benim Harp Akademisinde çok sevdiğim hocam Kurmay Albay İbrahim Artuç’du. İbrahim Artuç gerçekten de TSK içerisinde istikbali olan seçkin subaylardan biriydi. 12 Mart Muhtırası ile onu önce parmaklıklar ardına koydular, daha sonra da Ordudan ihraç ettiler. Bu tür olaylarda her zaman en büyük darbeyi ordu mensupları yer. 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında TSK içerisinde geniş çapta tasfiyeler oldu. Birçok güzide general ve subayın Ordudan ilişiği kesildi. Bu arada İbrahim Artuç’un Ordudan ayrıldıktan sonra da harp tarihimize unutulmaz eserler vermiştir. Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nın bütün safhaları onun tarafından özenle kitaplaştırılmıştır.

Ne kadar karşı olsanız da 12 Mart 1971’de siz de görev aldınız doğal olarak değil mi?

“1971’de Harp Akademi öğrencisi iken iki kere İstanbul çapında yapılan arama ve tarama faaliyetlerine polislerin başına tim komutanları olarak verildik. Yaptığımız şey aslında ‘konu mankenliği’ gibi bir şeydi. Asker görünürde oluyor, aslında operasyonu fiilen yürüten MİT ve Emniyet mensupları. 12 Mart Muhtırası sonrasında tutuklama ve sorgulamaların niteliği kamuoyunda derin yaralar açmıştır. İnsanın insana yaptığı her türlü işkenceyi nefretle kınarım. Size samimiyetle ifade edeyim, TSK mensuplarının o dönemde işkence ve sorgulamalara katıldığını hiç duymadım. Gözleri bağlı tutukluların işkencecilerin kendi aralarındaki konuşmalarında algı uyandırmak askeri sıfat, terim ve rütbeleri kullandıkları yolunda bilgiler alıyorduk.  Elbette TSK içerisinde de çok yaygın olmasa da halka karşı ‘Bekçi Murtaza Sendromundan’ mustarip olanlar da vardır. Bana göre Halkın Ordusu olan TSK silahını kimlere karşı kullanması gerektiği konusunda bilinçlidir.

Deniz Gezmişlerin asılması ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

“Deniz Gezmişlerin asılması büyük facia. Yazık ettiler. Genç fidanları böyle biçtiler. Ondan sonra 1980 darbesi sonrasında da de aynı şey tekrarlandı. Çok üzücü…”

12 Eylül için ne düşünüyor musunuz?

“Biliyorum ki başkasının oyuncağı oluyoruz. Biliyoruz ki Silahlı Kuvvetlerin siyasete el atma durumu oluyor, o zaman sağ bir iktidarın yapamayacağı işleri askerlere yaptırıyorlar. O zaman diyelim sağ bir iktidarın isteyip de rüyasında görse inanmayacağı şeyleri maalesef ‘beşibiryerdeler’ gerçekleştirdi…”

Süleyman Demirel ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

“Süleyman Demirel’in de hakkını yemeyelim. Süleyman Demirel’i birebir, çok yakından tanıma imkânım oldu. Onun son dönemde gösterdiği devlet adamlığı Türkiye’yi birçok badireden kurtarmıştır. Devlet adamlığıyla, tutumuyla, davranışıyla, olgunluğuyla. Asayiş Komutanı iken Milli Güvenlik Kurulu’na bir brifing vermem istendi. Kuzey Irak’ta Türkmenlerle Kürtler arasında olaylar olmuştu. Brifing, o konu ve Kuzey Irak politikaları hakkındaydı. 1998’den bahsediyorum. Demirel Cumhurbaşkanı, Mesut Yılmaz başbakan, Ecevit yardımcısı, Genel Kurmay Başkanı da Kıvrıkoğlu. Ben konuştuktan sonra ilk sözü Ecevit aldı ve ‘Ben tamamen farklı düşünüyor idim. Ama Çetin Doğan paşa çok detaylı bilgiler verdi. Kesinlikle Kuzey Irak politikamızı yeni baştan ele almamız gerekiyor bu şartlarda…’ dedi. Diğer üyeler de görüşlerini ifade ettiler. Süleyman Bey tam karşımda başı öne eğik oturuyor, uyuyor herhalde yaşlandı, diye düşünüyorum. En sonunda sıra Süleyman Bey’e geldi, toparlamak için. Ben ne dediysem en önemli kısımlarını aynen tekrarlıyor. Allah Allah nasıl yapar bu kadarı olamaz, dedim. Ben hepsine brifingle ilgili önlerine not bırakmıştım. Meğerse altını çizmiş, adım adım onu okuyormuş.

Sonra Ahmet Necdet Sezer beni Türk- Kazak Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı yapınca beni ilk tebrik eden o oldu. Beni evine de davet etti, Üniversitenin kuruluş hikayesini anlattı. Bende ona Üniversiteye ilişkin ilk gözlemlerimi ve vizyonumu anlattım. Tamamen bana katıldığını söyleyerek sorunların çözümünde Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbeyev üzerindeki nüfusunu kullanarak yardımcı olacağını vaat etti. Gerçekten de görev süremde büyük desteğini gördüm. Haziran 2014 tarihinde Silivri Cezaevinden tahliye olduğumda ‘bana geçmiş olsun’ telefonu açma nezaketini gösterdiğini hiç unutamam. Bu arada 26 Ekim 2014 Tarihinde İslamköy’de açılan Demokrasi ve Kalkınma Müzesinin’ açılışına davet ettiğ tek asker kökenli kişi olduğumu da belirtmeliyim.

TSK’dan emekli olduktan sora 2004 yılı başından itibaren Maya Dergisine yazılar yazıyordum. Merhum Demirel ile çeşitli vesileler le karşılaştığımızda beni cesaretlendirmek için ‘Özellikle yazını okuyorum yararlanıyorum’ diye iltifatlarını hiç eksik etmedi. Demirel’in verdiği cesaretle Maya dergisinde yayınlanan yazılarımı sonradan ‘Ateşi ve İhaneti Gördüm’ isimli kitapta birleştirdim. Hep hayıflanırım, Demirel keşke 1965’te siyasete atıldığı zaman son dönemdeki devlet adamlığı ve birikimleri olsaymış. Sanırım o zaman Türkiye iç politikanın amansız çatışmalı kısır döngüsüne girmeyerek, çağdaş ülke olma yolunda daha fazla mesafe kat ederdik.

1980’den sonraki dönemde kurmay subay olarak yaptığınız görevlerden 1. Ordu Komutanlığı’na kadar olan süreçte PKK, daha doğrusu Kuzey Irak konusunda en etkin, en sıkı mücadeleye veren komutansınız. O dönemle ilgili bize biraz bilgi verebilir misiniz?

“Jandarma Asayiş Komutanı olarak Ağustos 1997- Ağustos 1997 tarihleri arasında tam iki yıl görev yaptım. Asayiş Komutanlığına atanmadan önce birbiri ardından Gnkur. Karargahında İç Güvenlikten sorumlu Gnkur. Plan Harekât Daire Başkanı ve Gnkur. Harekât Başkanlığı görevlerinde bulunduğum için terörle yapılan mücadelenin bütün safahatını yakından takip etmiş ve terörle mücadelenin sürdürüldüğü bölgeye birçok defa görevli olarak ziyarette bulunmuştum.

Her şeyden önce şunu ifade etmek isterim: Benden önce görev alan J. Asayiş Komutanları ve onların emir komutasındaki subay, astsubay, er ve erbaşlar üstün bir görev anlayışı ile terörü yok etmek, bölge halkının huzur ve güvenliğini sağlamak amacıyla kahramanca her türlü özveride bulanarak, görevlerini başarı ile yerine getirmişlerdir. Benim görev sürem sonunda bölgede terör tamamen marjinal hale gelmesi de daha önce kesintisiz sürdürülen başarılı mücadelenin sonucudur.

Terörü yaşatan yurt içi ve yurt dışı desteği kesmeden onu marjinalleştirmenin olanağı yoktur. Ağustos 1997 tarihine geldiğimizde Terör örgütünün yurt içinden aldığı destek Güvenlik Güçlerinin aldığı tedbirlerle büyük ölçüde azalmıştı. Adeta “Terör Komandit Şirketine” dönüşen PKK’nın kan ve gözyaşından başka bir şey getiremeyeceği bölge halkı tarafından yaşanan çok acı tecrübe ile anlaşılmıştı.  Bunun sonucunda örgüt Bölge Halkına yabancılaşmış, terörist için yaşamsal öneme sahip yerel destek kontrol altına alınmış durumdaydı. PKK’nın aldığı dış destek önemli ölçüde Irak üzerinden yurtiçine yöneltiliyordu. Kuzey Irak’ın derinliklerinde Barzani güçleri ile birlikte yapılan operasyonlar sonucunda PKK’ya önemli darbeler indirilmiştir. Bunu takiben sınırlarımızın güvenliğini PKK’nın yaklaşma güzergahlarını kontrol altında tutmak için Kuzey Irak’ta Tank ve Topçu birlikleri takviyeli Özel Kuvvetlere mensup birliklerle üs bölgeleri tesis edilmiştir. Kuzey Irak’a gerektiğinde büyük çaplı operasyonların zırhlı birliklerle yapılabilmesi için Hakkari valiliği ve OHAL valiliğinin desteği ile Habur sınır kapısından takriben 200 Km. doğusunda Çukurca’da Zap Nehri üzerinde bir köprü inşa edilmiştir. Köprünün adı Hakkari valiliğince ‘Korgeneral Çetin Doğan köprüsü’ olarak tescil edilmiştir. Oysa ben anılan köprünün açılışında köprünün adının ‘Dosluk ve Kardeşlik Köprüsü’ olarak isimlendirilmesini önermiştim. Tam Irak sınırında inşa edilen köprüden Kuzey Irak’ta Kanimasi Köyüne kadar asfalt yol Barzani yönetimince yapılmıştır. Bu yol kullanılarak TSK Peşmerge güçlerinin destek ve kılavuzluğunda Kuzey Irak derinliklerinde aralıksız operasyonlar düzenlenmiştir.

Özel Kuvvetlerle takviyeli çevik birliklerle PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta yapılan operasyonlar sınırlarımızdan 300 Km. derinliğe kadar uzanmıştır. Takviyeli tabur çapında zırhlı birlikle Ekim 1997 tarihinde Erbil’in Güneydoğunda yer alan bölgelerde (Pirman-Soran-Köysancak üçgeninde) operasyonlar gerçekleştirilmiştir.

Alınan bu tedbirlerle kendi sınır karakollarımıza hiçbir terör saldırısı meydana gelmemiş, Türk-Irak sınırı Irak derinliklerinden itibaren güven altına alınmıştır. Bütün bu faaliyetlerde Kuzey Irak’ta yerel halk ve Barzani’ye bağlı Peşmerge güçleri TSK’nın yanında yer almıştır. Kuzey Irak’ta bölge halkı ile de sıcak ilişkiler tesis edilmiştir. Birliklerimiz bulundukları yerlerdeki halka mümkün olan her türlü yardımda bulunmuştur. Bölgeye gelen Birleşmiş Milletler gözlemcileri askerlerimizin köy halkı ile olumlu ilişkilerini tespit etmiş köy çocukları ile futbol oynamalarına şahit olmuşlardır. Bana intikal eden bilgilerden gözlemcilerin “TSK’nin işgal ordusuna hiç benzemediği ve halkın TSK’den hiç şikayetçi olmadığını” yolunda aralarında konuşmalar yaptıkları öğrendim.

Kuzey Irak halkı ve KDP yönetimi ile kurulan çok iyi ilişkiler sonucunda PKK’ya bölge desteğinin bütünüyle kesilmesi dışında en önemli sonucu bölgede başta ABD olmak üzere hiçbir yabancı gücün nüfus ve etkisinin kalmayışıdır. Bu konu ABD’nin açıkça Dışişleri bakanlığımıza yaptıkları bir taleple itiraf edilmiştir. Dışişleri Bakanlığı OHAL valiliği nezdindeki görevlisi aracılığı ile, bana Barzani üzerindeki nüfusumu kullanarak ABD tarafınca Barzani’nin yerine getirilmesi istedikleri talepleri iletilmiştir. Doğal olarak Ülkemizin çıkarına olmayan hiçbir talep yerine getirilmemiştir.

Türkiye-Suriye sınırı da alınan tedbirler ve özellikle 20 Ekim 1998 tarihinde imzalanan Adana Mutabakatı sonra PKK sızmalarına karşı tamamen güven altına alınmıştır. Örgütün İran üzerinden yurtiçine yönelik faaliyeti ağırlıklı olarak terör eylemlerinden çok, kaçakçılığın organizasyon unundan ibaretti. PKK’nın finans kaynağında önemli bir yer tutan kaçakçılık bölge halkının geçiminde önemli bir yer tuttuğu için maalesef bütünüyle önlenememiştir. Ancak örgütün güç kaybetmesi, PKK’nın kaçakçılıktan getirisine de önemli darbe vurmuştur.

Kuzey Irak’ta alan hakimiyetinin sağlanmasında kuşkusuz Barzani ile kurulan yakın işbirliği sayesinde Peşmerge güçlerinin fiilen yaptığımız planlar doğrultusunda kullanılabilmedir.

Barzani?

“Öncelikle yanlış anlaşılmaların önlenmesi için Kürt sorunu diye adlandırılan konuya ilişkin düşüncelerimi açıklayayım. Ben her şeyden önce sınırlarımızın ötesinde de olsa Türk-Kürt zıtlaşmasından değil, kardeşliğinden yanayım. Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Kürt kökenli yurttaşlarımızın Kuzey Irak’ta yaşayanlarla yakın bağları var. Her iki taraf ta moral bakımından etkileşim içindedir. Nasıl ki Bulgaristan’da yaşayan Türkler 1980’’li yıllarda Todor Jivkov’un yönetiminde mezalime uğradığında içimiz nasıl yanmışsa, Saddam’ın Halepçe katliamında ve de Irak’ın tamamında yaşayan bütün Kürt ve Türkmenlere karşı uyguladığı insanlık dışı canavarca operasyonlar kökeni ne olursa olsun bütün halkımızın yüreğini dağlamış olması gerekmez mi? Bu konuda çözümü demokraside aramak gerekir. Demokratik hak ve özlüklerin verilmesinde… Ama bu nereye kadar dendiğinde Kuzey Irak’ta Irak’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde, Türkiye’de üniter devlet yapısından asla ödün vermeden.”

Ben Barzani ile çok iyi bir diyalog kurdum. Bak dedim senin tabanını, sözüm ona Kürt milliyetçiliği diye çıkan bu adamlar bu eşkıyalar kandırıyorlar, kırdırıyorlar, götürüyor.  Bu senin düşmanın mı, düşmanın. Bizim de halkımıza yaptığı en fazla, Kürt kökenli Türk halkına verdiği zararlılık. Gelin burada iş birliği yapalım. Bu iş birliğimizin şartları ne? Şartlarımız; Benim Mehmetçiğimin karnı toksa, bana vereceğin Peşmergelerin de karnı tok olacak. Benim Mehmetçiğimin tüfeğinde kurşun varsa, seninkinde de olacak. Benim yaralımı, şehidimi helikopterle alıyorsam seninki de olacak. Kuvvetlerini bana vereceksin, bütün bölge içerisinde bunları temizleyeceğiz. Büyük bir operasyon. Tamam mı? Tamam. ‘Bir tek sorum var.’ dedi. ‘Kuvvetlerimi sana veriyorum, bana saldırılırsa ne yapacağız?’ dedi. ‘Seni yalnız bırakmayacağım,’ dedim. ‘Tamam, inanıyorum.’ dedi. Biz Peşmerge güçleriyle birlikte çok başarılı büyük bir operasyon yaptık. Operasyon sanırım PKK’nın tam kırılma noktası oldu….”

Bildiğim kadarı ile  Barzani’nin korktuğu başına geldi ve Talabani ile PKK saldırdı. Değil mi?

“Doğru. Operasyonun son günü Talabani’ye bağlı Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) Peşmergeleri ile Süleymaniye bölgesindeki PKK unsurları birlikte Ateşkes hattını geçerek Köysancak-Piram istikametinde saldırıya geçtiler.”

Ateşkes Hattı diyorsunuz biraz açıklar mısınız?

“O dönemde Kuzey Irak’ta Saddam’ın fiilen çekildiği bölgede birbirine hasım iki yerel yönetim kurulmuştu. Kuzey kesimde Barzani’nin başkanlığında Kürdistan Demokratik Partisi. Diğeri Talabani’nin Başkanlığında Kürdistan Yurtseverler Birliği. İki yönetim birbirine ezeli düşman. Bu düşmanlık 1994 yılında silahlı bir çatışmaya dönmüş, Saddam’ın desteğini alan Barzani, KYB kontrolündeki Erbil, Soran ve Hakurk bölgelerini tamamen ele geçirmiştir. Bu suretle KYB güçleri Türkiye-Irak sınır bölgesinden tamamen çekilmek zorunda kalmıştır. ABD, İngiltere ve Türkiye’nin duruma müdahalesi ile taraflar arsında ateşkes sağlanmıştı. Ateşkesin kontrolü de Türkmenlerden teşkil edilen özel bir ‘Barış Gücüne’ verilmiştir…”

Peki, KYB ve PKK ittifakı nasıl oluştu? Siz sözünüzde durarak Barzani’ye nasıl yardımda bulundunuz? Harekatınızın sonuçları?

“Ortak çıkar ve Ortak düşman olunca farklı iki unsurun ittifakı kolayca gerçekleşir. O dönemde Barzani PKK ile mücadelemizde TSK’ne destek olurken, Süleymaniye merkezli KYB yönetimi PKK’ya kendi bölgesinde her türlü hareket serbestisini vermekteydi. Barzani güçlerinin önemli bölümünün ateşkes hattından çekilerek kuzeye yönelmesini Talabani 1994 yılında kaybettiği alanların geri almak için bir fırsat olarak değerlendirdi.

Durum Barzani için olduğu kadar bizim için de ciddi sonuçlar doğurabilir, zamanında müdahale edilmez ise KYB-PKK ittifakı kuzey Irak’ın tamamında hakimiyet kurmasına yol açabilirdi. Çeşitli olasılıklara karşı elde bulundurduğum özel bir birliği bölgeye sevk ettim. KYB-PKK ortak gücü TSK’nın bölgeye gelip müdahalede bulunabileceği ihtimalini hesaba katmadıklarından klasik saldırı nizamında ilerlemeleri bizim için bulunmaz fırsat oldu.  Bölgedeki Peşmerge güçlerini de emir komutası alan Kurmay Albay Galip Mendi çok kısa sürede iki ayrı bölgede karşısındaki kuvvetlere çok ağır zayiatlar verdirerek operasyonu başarı ile tamamlamıştır. Barzani’nin verdiği bilgiye göre Talabani bu harekatta komuta lider kadrosundaki elamanlarının 2/3’ünü kaybetmiştir. Bu arada Kur. Alb. Galip Mendi’nin TSK kademelerinde hak ettiği rütbe ve makamlara kavuşarak, orgeneral rütbesi ile Ege Ordusu Komutanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı görevlerinde bulunduğunu belirtmeliyim.

Harekatın en önemli sonuçlarını, Barzani ile olan kişisel dosluk bağlarının güçlenmesi, Kuzey Irak’ta TSK ve KDP’ye bağlı peşmergelerle müşterek üs bölgelerinin teşkili ve Kuzey Irak’ta ABD dahil yabancı güçlerin varlık ve etkinliklerinin marjinalleşmesi olarak özetlenebilir…”

Yeniden Barzani diye sormak isterim. Zira Barzani ile ilgili benim gibi birçok kişinin kafasında soru işaretleri var…

“Her şeyden önce şunun altını çizerek belirtmek isterim. Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtlerin Irak merkezi yönetiminden ayrılıp kendi devletlerini kurma hayalinin öteden beri kurdukları bir gerçektir. Buna uygun fırsatlar ortaya çıktığında bu hayali gerçekleştirmek için adım atacaklarından kuşku duyulmasın. Gerçekte bugün Kuzey Irak’ta Kürtlerin özerkliğe giden yolun taşlarını bir koyup beş almak sevdasına düşen ülkemizin aklı evvel yöneticileri ile, yerli ve yabacı çevrelerce kullanılmağa elverişli zevatı olmuştur. Bu aşamadan sonra sadece Kuzeyde değil Irak’ın bütününde de 1990 öncesine duruma dönme olanağı bulunmadığı gerçeği kabul edilmelidir. Önemli olan Irak Politikasında eskiden yaptığımız yanlışları tekrarlamamak ve bu suretle Irak’ın parçalanmasını önlemektir.

Türkiye bölgedeki siyasi ve sosyal problemlerin bir parçası olamamağa özen göstermelidir. Kuzey Irak’taki Kürtlerin bu aşamadan sonra kendi özerk yönetimlerinden geriye dönüş olmasını beklemek gerçekçi olmaz. Esasen Mevcut Irak Anayasası ’da Irakı özerk yönetimlere bölmüştür. Önemli olan Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasıdır. Türkiye bu konuda arabulucu rolü oynayarak Merkezi Hükümet ile Kuzey Irak Bölgesel yönetimini arasındaki sorunların çözümünde yardımcı olabilir. Tarafların asgari müştereklerde anlaşmaya varmaları sağlanabilir. Ancak şu anda Türkiye böylesi bir arabuluculuk rolünü pozisyonda değildir. Öncelikle her iki tarafla mevcut pürüzlerin çözüme kavuşturması gerekir. Merkezi Hükümeti ile diyalogunu geliştireceksin, öbürleriyle de geleceksin asgari müştereklerde anlaştıracaksın. Ama orasını ayrı bir devlet olarak tahkim etmeye katkıda bulunmayacaksın.

“Jandarma Asayiş Komutanı olarak görev yaptığım dönemde Kuzey Irak’ta biri Erbil (KDP), diğeri Süleymaniye’de (KYB) olmak üzere olmak üzere birbirine düşman, Irak merkezi yönetiminin kontrolü dışında adeta ilan edilmemiş iki şehir devleti bulunuyordu. 2001 yılında Barzani Saddam ile bir anlaşma aşamasındayken ABD ve ABD yörüngesinden çıkmayan ülkemizin gayretleri ile bu anlaşma baltalanmış olduğunu sanırım çok kişi bilmez. Göreve başladığımın ikinci haftasında Selahattin’e giderek detaylı olarak Barzani ile yüz yüze konuştum. Söylediklerimi biraz önce özetlemiştim.

Barzani ile karşılıklı güvene dayanan ilişkilerin hangi noktaya geldiğini ortaya koymak için bir anımı paylaşmak isterim. Erbil’de Türkmenler ile Kürtler arasındaki gerginlik 1998 yılı başlarında küçük bir çatışmaya dönüştü. Derhal Barzani ile konuyu görüşmek için Selahattin’e gittim. Konu hakkında karşılıklı görüşme sonrasında bana ‘Çetin Paşa size güveniyorum, hakem olun. Bu olaya ilişkin ne öneriyorsanız aynen kabul edeceğim.’ dedi. Bana açık çek verdi…”

Ne oldu Erbil’de?

“Erbil’e gittim Türkmenlerle konuşuyorum. Bakın dedim, sizin ekonomik, sosyal ve kültürel varlığınızın Erbil’de varlığı bizim için çok önemli. Sizi maddi bakımdan destekliyoruz. Ama burası Kıbrıs değil. Türkiye buraya yönelik bir harekata girişemeyeceğini bilin. Burada çok azınlıktasınız. Siz hem Kürtlerle hem de Saddam’la çatışma içinde olursanız kaybedersiniz. Sizin için çıkar yolun Kuzey Irak’taki yerel yönetime ortak olmanızdır. Bu konuda şartlarınız, istekleriniz varsa karşılayabilirim. Yönetimde etkiniz olsun. Bana yerel yönetimin isminde Kürdistan olmasını kabul edemeyeceklerini belirttiler.Ben kendilerine Kürdistan kelimesinin coğrafi bir isim olduğunu, bu terimin Irak Anayasasında dahihi olduğunu söylesem de Kürtlerle işbirliğine yanaşmadılar. Bununla beraber basit bir kavgadan başlıyan çatışmada tarafları barıştırmayı başardık. Barzani silah kullanan peşmergeleri cezalandırdı.

Türkiye’nin Güney Doğusunda bir Kürdistan Devleti hayali gerçekleşebilir mi?

Bölgede hiçbir zaman bir Kürt devleti kurulmamış. Yani tarihte bir Kürt devleti yok. Kürtler var yaşayan. Ama orada kesinlikle kurulmuş bir Kürdistan diye bir devlet yok. Devletimizin her kademesinde hiçbir ayırım yapmadan en üst kademelerde görev yapmış ve halende yapmağa devam eden Kürt kökenli yurttaşlarımız var. Çünkü biz birlikte Türk Milletini oluşturmuşuz. Atatürk’ün ‘Türk Milleti’ tanımı çıkış noktamızdır. Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazdığı notta; ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkına Türk Milleti denir’ tarifini yapmıştır. Türk Kelimesi bir kan bağını değil, yurttaşlık bağını ifade eder. Bu mesele hoşgörü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi çerçevesinde çözülür. Başka türlü çözülmez. Türkiye bu sorunu ülkenin bütününde insan haklarına saygılı, herkesin mutlu olabildiği, kimsenin ezilmediği hakça bir düzeni kurmayı başararak çözeceğine inanıyorum. Silahla değil.”

Çözüm belli lakin bir türlü sona gelinemiyor. Neden?

“Bizim dönemizde terör neredeyse bitmişti. PKK’nın esamisi okunmuyordu. Fakat çözüm süreci denilerek eşkıya muhatap alındı, ona can suyu verildi. Devletine bağlı bölge halkının gerçekte ne istediği göz ardı edildi. Elinde silahla teröre karşı mücadele edenler dışlanarak sindirildi. Kahraman korucular adeta ‘İşbirlikçi Hain’ olarak yaftalındı. Güvenlik güçlerinin teröristlere operasyon düzenlemeleri yasaklandı, adeta kışlalara hapsedildiler. Kendi kendimizi ayrıştırdık, kendi elimizle terörü büyüttük, teröristlerin şehirlerde hendek kazmasına, şehirlerde silah depoları kurmalarına göz yumduk. Bütün bu yapılan yanlışlıkların bedeli çok ağır olmuştur. Ama şu var ki doğru iş yapmak için hiçbir zaman, henüz geçmiş değildir. Her zaman doğru işi yapma zamanıdır…”

2003’de emekli oldunuz. Her şey normal gidiyordu ve 2010’da bir şeyler oldu. Siz ve birçok Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu darbecilik ile suçlandınız. Camileri ve minareleri bombalayacaklardı denildi.

 

Türk toplumu içerisinde Cumhuriyeti ve onun getirdiği laik demokratik düzeni içine sindirememiş belli bir kesim varlığını korumaktadır.  Geçmişe, çağdışı düzene hasret olan bu kesim, elinden gelse zamanın çarkını geriye döndürüp orta çağ düzenini geri getirmek için tereddüt etmeyeceği bilinmelidir. Bu kesim içerisinde ‘keşke Kurtuluş Savaşı başarılı olmasaydı’ diyebilen mollaları içinde barındırmaktadır. Türk Ordusu bu kesimin her zaman ana hedefi olmuştur. Bunun nedeni Ordumuzun Cumhuriyetimizin ana kurucu unsuru olmasının yanı sıra, daha ifade ettiğim gibi Cumhuriyeti korumak ve kollamakla yükümlü olmasıdır.  Bu kesim 1990’lı yıllardan itibaren palazlanmaya başlamış, 2007 yılından itibaren de Türk Ordusunu çökertmek için kumpaslar kurmağa başlamıştır. İlk önce 2008 yılında Ergenekon Davası kotarılmış, daha sonra da 2010 yılından itibaren Balyoz ve türevi davalar başlamıştır.

Balyoz davasını bazı kesimler önce şahsıma yönelik bir intikam alma eylemi olarak algıladığı, işin vahametini kavramakta zorlandığı görülmüştür. Bazı kesimlerde özellikle basının yarattığı algı operasyonu nedeniyle iddiaların gerçek olduğu sanısı uyanmıştır. Özellikle bir kısın ikinci Cumhuriyetçi neo-liberal yazar ve çizerler bu durumu ‘Ordunun sözde vesayetine son verme’ bağlamında kurulan kumpasa destekçi olmuşlardır. Bu süreçte siyasi iktidar, Kumpası kotaran Cemaatin mensupları ile tam bir işbirliği ve koordinasyon içerisinde olduğu acı bir gerçektir. Bu noktada ABD’nde belli bir kesimin kurulan kumpasa dahli olduğu da bir gerçek…”

Sizi darbeci olarak niteleyen hükümetle bir araya geldiniz mi?

“Kumpas sonrası İktidar mensupları ile bugüne kadar bir araya gelmemiz hiç söz konusu olmadı, olamazdı da zaten. Doğal olarak hem Sayın Gül’ün ve hem de Sayın Erdoğan’ın başbakanlıkları döneminde Yüksek Askeri Şura çatısı altın birlikte olduk. Kendilerine şura gündeminde olan İrtica ve Kuzey Irak’taki gelişmeler hakkında görüşlerimi doğrudan iletme fırsatım oldu.  O zaman Askeri Şura’da yaptığım konuşmaların günümüzde yaşamak zorunda kaldığımız sorunların kehaneti niteliğinde olması  size enteresan gelebilir…”

O da emekli olduğu için Sayın Gül’e neler söylediğinizi merak ediyorum?

“03 Kasım 2002 seçimlerinden sonra Sayın A. Gül Başkanlığında 58. Hükümet 18 Kasımda Hükümet kurulmuştu. Sanırım Aralık 2002’in ikinci yarısında Yüksek Askeri  Şura toplanmıştı. Şura üyelerine irtica konusunda bir brifing verildi. Be Söz alarak kısa bir konuşma yaptım.  Kayıtlara geçen konuşmamda ifade ettiğim hususları esas itibari ile şu cümlelerden oluşuyordu: Sayın Başbakan, Halk sizi bildiği, tanığı için iktidara getirmedi. Yolsuzluklar batağında orta sağ çöktü, orta sol da aymazlıklar içerisinde kayboldu. Siz değiştik diye ortaya çıktınız. Ama tabanınızda biliyoruz aşırı dinci unsurlar da var. Şimdi orta sağda bir boşluk var. Gelin tabanınızdaki bu aşırı dinci unsurları tasfiye edin ve Partinizi orta sağda  meydana gelen boşluğa yerleştirin. Hem parti olarak siz kazanırsınız hem de Türkiye’de demokrasi kazanır. Ama görüyorum ki ilk adımlarınız tam cesaret verici değil. Ankara Türkiye’nin aydınlık başkenti. Buraya bir kasaba imamını İl Milli Eğitim Müdürü olarak atadınız. TBMM’nde Milli Eğitim Komisyonu’ndaki bütün adamlarınız ilahiyatçı ve İmam Hatip kökenli. Siz Milli Eğitim Bakanlığını, Dini Eğitim Bakanlığı haline mi getirmek istiyorsunuz?’ Ben bunları büyük bir samimiyetle söylemiştim…”

Biraz da Nilgün Hanım’la konuşalım.

“Askerlik hayatım boyunca Nilgül hep yanımda olmuş, beni hep desteklemiştir. Açıkça belirteyim. O olmasaydı Çetin Doğan olmazdı…”

Bu güzel sözler çok önemli tabii. Lakin Nilgül Doğan’ı benim için; yumruğunu sıkmış kocasının arkasında aslanlar gibi duran dimdik bir kadın olarak tanıdım. Çetin Doğan’ı Çetin Doğan yapan en önemli etken sizsiniz. 1969 yılında evlendiniz. Dile kolay tam 50 yıldan bu yana evlisiniz? Çetin Doğan nasıl birisidir?

“Eş olarak aslında çok iyi, çok iyi kalpli, evini çocuklarını çok seven fedakâr bir insandır. Ama bunun yanında da biraz asabi, çabuk parlar çabuk söner. Tabii ben onun bu huyunu alıncaya kadar evliliğimizin ilk yıllarında bayağı bir savaş verdim…”

Siz burada yokken konuştuk, İlk önce annenizin gönlünü fethetmiş.

“Herhalde orada zekâsını kullandı. Annem de çok zeki bir insandı. Onun için birbirlerini çok sevdiler. Ama şunu itiraf etmeliyim ki asker eşi olmak gerçekten zor zanaat. Çok büyük fedakârlık gerektiriyor. Çünkü -ben kendi adıma söyleyeyim- biz asker eşleri hiçbir zaman kendi hayatımızı yaşayamadık. Hiçbir zaman özgür olamadık. Hep eşlerimizin hayatını yaşadık. Biz de askerdik aslında. Her ne kadar biz üniforma giymediysek de ruhumuz gizliden gizliye bir üniformaya büründü. Yapacağımız her şeyi hep emeklilik yıllarına erteledik…”

Çetin Doğan hemen araya giriyor; “Yalnız ben şunu söyleyeyim; evlendik ama üniversiteyi ben okuttum…”

Nilgün Doğan: “Bak bir de ben okuttum diyor. Tahsiline devam edebileceksin, evlilik mani olmayacak diye, söz verdi…”

Çetin Doğan; “Bitirme imtihanlarına biz İngiltere’de iken girdi. Bir ay sürdü. Ben bir ay boyunca hem çocuklara baktım hem de Stratejik Etütler Kolejinde (RCDS) çalışmalarıma devam ettim…”

Nilgün Doğan: “Çok doğal değil mi? O çocuklar ikimizin de çocuklarıydı…”

Çetin Doğan; “Ben hakikaten her şeyi Nilgün’e borçluyum. İşin latifesi bir tarafa. Bunun ötesinde gayet tabii kusursuz insan olmaz derler. Bu konu açılmışken kişiliğimle ilgili bir noktayı açıklığa kavuşturmak isterim. Sevmediğim, beğenmediğim, kızdığım insanlar olmuştur ama içimde kimseye karşı kin ve nefret duygusu taşımadım. Gönlümde sevgi ve acıma duygusundan başka bir şeye yer yok. Buna bana karşı düşmanca duygular besleyenler dahil.”

Nilgün Doğan: “Çok doğru söylüyor. Gerçekten de öyle. Fakat ben Çetin gibi değilim açıkçası. Özellikle bu geçirdiğimiz son senelerdeki travmalardan sonra birçok insana kin ve nefret duyuyorum. Bu nefretimi de hala atamadım açıkçası. Bu orduya yapılan bir saldırıydı. Ben hem eşim hem de ordumuz adına hareket etmek gibi bir sorumluluk üstlendim. İlk tutuklandıkları zaman bir ay falan sürekli yattım, ağladım, sızladım. Baktım hiçbir faydası yok. Biz bu konuyu ne kadar önemseyip ne kadar çok üzülsek bile, bu yaşanan acılarla hiç ilgilenmeyen, uzaktan yakından bu konulara ilgi duymayan bir sürü insan gördük, izledik. Bu nasıl olur anlayamıyorum. En azından bu bir vatandaşlık görevidir diye düşünmek gerekirken, bir mücadele vermek ve susmak ve görmemek ve duymamak. Anlamadım, anlayamadım, anlayamayacağım…”

Yalnız hissettiniz mi kendinizi?

Bu soruya önce Çetin Doğan yanıt vermek istedi; “Ben bu konuda bir şey söyleyeyim; kesinlikle en büyük desteği çocuklarımızdan aldık. Oğlum Barış çalıştığı yerde çok sıkıntılar da çekti. Pınar ve eşi Dani yurt dışında idi. Onlar daha profesyonelce bu konunun içine girdiler ve bütün her şeyin bir kurmaca olduğunun somut delillerle ortaya çıkması için Nilgün’e ve bana çok büyük katkıda bulundular… Zamanla halkın bize desteğin yoğunlaştı. Siyasi partilerden Cezaevine özel ziyaretçilerim oldu. O dönemde Silivri Cezaevi yakınında bize destek için gelenlerin kurdukları Direniş Çadırında gecelere yaktıkları türküler, rüzgârın etkisiyle zaman zaman yattığımız koğuşa fısıltılar halinde ulaşılıyordu. Bize büyük moral kaynağı oldular…”

Nilgün Doğan: “Diğer arkadaşları da öyle. Kızım zaman zaman Amerika’dan telefon açıyordu ‘Şu amiralin ya da bu paşanın avukatı ile bir görüşeyim, temas kuralım. Onların iddianamesinde de sahtekârlıklar saptadık. Hiç olmazsa avukatlara yardımcı olalım bu konularda.’ dediler. Yalnızca babası için değil, gerçekten diğer silah arkadaşları için de önemli çalışmalar yaptılar, özveride bulundular ve katkı koydular…”

Siz de öyle. Çünkü siz de o mektupları bir araya getirdiniz, bir kitap haline getirdiniz. Bu çok önemliydi. Türkiye’de bir ilkti. Siz kadınlar bir ilki gerçekleştirdiniz. Hep hani söylerler; ‘Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’, eşlerini çok desteklerler. Ama siz bunu somut olarak sokağa taşıdınız. Neler söyleyeceksiniz bu konuda?

Nilgün Doğan: “Evet. Unutulmaz Boşnak Lideri İzzet Begoviç’in deyişi ile, ‘Bizi toprağa gömmek istediler ama şunu hesaplayamadılar ki, bizler, her birimiz ayrı birer tohumduk.’ Yani konunun özeti bu aslında. Ve ben şimdi ona inanıyorum, Türk ordusunu gömmek istediler ama göreceksiniz bence uzak değil çok yakında, çok daha güçlü olarak ortaya çıkacak. Hakikaten Atatürk’ün dediği gibi, bu ülke asla ve asla çökmeyecek, bölünmeyecek, cumhuriyet yıkılmayacak, diye düşünüyorum…”

İşte bir Türk kadının sözleriydi bu sözler. Gurur duydum…

Bodrum çok özel bir yer ve siz de Bodrumlusunuz. Yaşamınızın büyük bir kısmını Bodrum’da geçiriyorsunuz. Kalan bölümünü de İzmir’de geçiriyorsunuz, Bodrum’da sürekli olarak kalmaya ne zaman karar verdiniz?

Nilgün Doğan: “Biz emekli olurken Bodrum’a yerleşmek üzere karar almıştık. Fakat o zaman çocuklarımız İstanbul’daydı henüz yurt dışına gitmemişlerdi. O yüzden onlarla daha fazla vakit geçirmek adına bir süre İstanbul’da kaldık. Daha sonra onlar yurtdışına yerleştiler. Biz de İstanbul’da yalnız kaldık. Tabii ki eşimiz dostumuz vardı ama sonuçta çocuklarımızdan uzaktık. O arada da bu kumpas davaları araya girdi. İstanbul’da olmamızın bir tek faydası bu davalar oldu. Çünkü Bodrum’a yerleşmiş olsaydık Bodrum’dan Silivri’ye her hafta gidip gelmek son derece zor olurdu. O nedenle o dönemi İstanbul’da atlattığımız iyi oldu. Daha sonra İzmir’e taşındık. İzmir’e taşınmamız her ikimizin de ruh sağlığı açısından çok iyi oldu. Sonuçta Ege. Şimdilik böyle yumuşak geçiş yapıyoruz, çok yakında da yaz-kış oturmak kaydı ile Bodrum’a yerleşeceğimizi umuyorum…”

Çetin Doğan “Bodrum bana aynı zamanda son dönemlerde hüzün, üzüntü vermeye başladı. Çünkü ilk defa Bodrum’a 1979 senesinde gelmiştik. Hatta geldiğimizde pek otel yoktu, pansiyon da kaldık. Buradan teknelerle Bağla’ya giderdik. Plajlar tertemiz, açıktı. Şimdi ise her yer taş yığınına dönüyor. Nereye gitseniz taş yığını. Buna bir son vermek lazım. Bodrum gerçekten de elden avuçtan gidiyor. Eski resimlerine bakıyorum zaman zaman, üzülüyorum. Hala çok güzel, hala doğru bir şey yapmak için zaman ve fırsat var.”

Nilgün Doğan: “O zaman buraya yerleşip onun için de ayrıca mücadele verelim…”

Askeri Kamp’la ilgili bir çok kimsenin bilmediği bir öykü var. Siz Ordu Komutanı iken yaşanmış bu öykü. Bizimle paylaşır mısınız?

“Anlatayım. 1999-2001 arasında Ege Ordu Komutanlığı yaptım. Askeri Kamp ya da Bodrum Özel Eğitim Merkezi de Ege Ordu Komutanlığının sorumluluğunda ve buraya zaman zaman denetleme amacıyla geliyoruz. Eski Kara Kuvvetleri Komutanı, kısa bir süre Genel Kurmay Başkanlığı da yapan merhum Orgeneral Nurettin Ersin’le karşılaştık. Onunla beraber bir kahve içme imkânımız oldu. Kendisine burayı yaptırdığı için teşekkür ettim, ‘Efendim çok güçlü, kalıcı bir eser, istifade ediyoruz,’ dedim. Bana ‘Çetin Paşa bunun bilinmeyen bir tarafı var. Aslında bu eseri sadece bana mal etmek doğru değil. Ben buraya geldim ve gerçekten de kamp yapılmasını istedim. Bu doğru. Yanımızda İstihkâm Daire Başkanı ve diğerleri de vardı. Buraya bizim Antalya’daki eğitim merkezi gibi bir kamp yapın. Bakın burada yerimiz var, dedim. O zaman daha askeri yönetim iş başında buraya belediye başkanı olarak bir albay atamıştık. Ertuğrul Önüt. O hemen itiraz etti,

-‘Yok efendim buraya Antalya’daki gibi bir kamp yapamazsınız, ruhsat vermem,’ diyerek karşı çıktı.

–’Neden vermezmişsin,’ diye sordum.

-‘Buranın ayrı bir dokusu var, burası Bodrum. Burada çevreye rahatsızlık verecek, göze batan tarzda çirkinlik yaratacak bir şeye belediye başkanı olarak ben müsaade etmem,’ dedi.

–’Pekala, ne yapmamız lazım,’ diye sordum.

-‘Efendim çevreye uyum sağlayacak bir proje yapacaksınız,’ dedi.

Adamın dediklerine hak verdim. Biz bir yarışma açtık, ilkeleri koyduk, çevreye uyum sağlayacak, kapasite, şu bu falan. Burası, o yarışmada birinci olan projeye göre yapılmıştır. Bunun bu kadar güzel olmasında da Albay Belediye Başkanı Ertuğrul Önüt’ün hakkı vardır. Ben fikir olarak verdim ama nasıl yapılması gerektiği konusunda bize ışığı tutan o günün belediye başkanı Ertuğrul Önüt’tür…’ dedi. Bu vesile ile bunu belirtmek istedim…”

Çetin Doğan ve sevgili eşi Nilgül Doğan ile yaptığımız söyleşinin sonuna geldik.

Ben söyleşimizin en başına döneceğim. Bundan 20-25 yıl öncesine kadar ilkokulda ne olacaksın diye sorduklarında çoğunlukla öğretmen, doktor ve en çok da asker olacağım derlerdi çocuklar. Lakin son dönemde bakıyoruz ki asker olacağını söyleyen çok az çocuk ve genç var. Sizin mesajınız ne olacak?

“Ben şuna inanıyorum; Evvela günümüzde dar gelirlilerin çocuklarını okutmaları çok zor. Özellikle çok iyi okullarda… Bizim dönemimizde askeri liseler, çok iyi eğitim veren liselerdi. Bu liseler benim gibi orta halli olan veyahut köylü, işçi ve orta halli esnaf çocuğu olanlara okuma, yükselme imkânı oldu. Benimle beraber orgeneral olmuş olanların hepsi, bizim devreye ve bizden önceki devrelere bakıyorum, istisnasız hepsi orta ve düşük gelirli yurttaşlarımızın çocukları. İçimizde hiç zengin çocuğu yok. Halkın içinden gelmişiz. Halkla ordu arasındaki bağın kopmaması için, yeni bir sınıf oluşmaması, yeniçeri ordusu gibi bir ordu olmaması ve yabancılaşmaması için askeri liseler devam etmelidir. Belli bir miktarda profesyonel ordu lazım. Buna diyecek bir şey yok. Ulus olma sürecini hala daha yaşadığımız bu ülkede, birbirimize kaynaşmamızı sağlayan bu asker ocağında askerliğin biraz daha uzun olması ve halk çocuklarının da bu okullarda, askeri liselerde okuyarak ordunun çeşitli kademelerinde hizmet vermesi, yükselebilmesi gerekir. Halkın kendi içinden gelen çocukların askerlik hizmeti yapması hem bir hak hem de bir vazifedir. Ordu ile Türk Halkı arsında bağı güçlendirmek gerekir. Askerliğin, asker ocağının milletimizin özelliğinden kaynaklanan özel bir yeri vardır. Bunu korumak, muhafaza etmek lazım…”

O yaşanan tüm acılara, sıkıntılara karşın hala okuyor, düşünüyor ve yazıyor…

Nilgün Doğan biraz umutsuzca “Ümidin var mı?” diye soruyor. Çetin Doğan net bir şekilde yanıt veriyor:

“Var, evet var. Ümidim var…”

Bu konuda düşünceleriniz çok önemli. Siz bir anne olarak, acılar çekmiş asker eşi olarak neler söyleyeceksiniz? Gençlere o mesajı nasıl verirsiniz?

Nilgül Doğan; “Vallahi şimdi gençlere mesaj vermek o kadar zor ki. Çünkü bilinçli olarak Türkiye’de dünya vatandaşlığı kavramını yaydılar gençler arasında. Herkesin aldığı eğitimi yurt dışında daha iyi koşullarda pekiştirip, sonra tekrar ülkesinde daha yararlı şeyler yapmak için dönmesi ne kadar mümkündür? Ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik sorunları o kadar büyük ki giden ne yazık geri gelmiyor. O yüzden öncelikle ülkenin belli bir şekilde kalkınması gerekiyor. Eğitim ve kalkınma aynı anda paralel olacak ki gençlerimizi elimizde tutalım. Tabii ki gönül ister çocuklar yurt dışına kaçmasınlar, gitmesinler, beyin göçü olmasın ama zorunlu olarak oluyor. Çocuklara da hak vermemek mümkün değil…”

Ekonomik, sosyal ve siyasal olarak güvenli bir ülkede yaşamak istiyorlar…

Nilgül Doğan; “Çok doğal değil mi? Birçok anne çocuğunu askere yollamak istemiyor.”

Çetin Doğan; “Bugün geldiğimiz noktayı değiştirmek lazım. Bugün geldiğimiz nokta Askeri Okulları kapattık. ‘Işıklar’ diyor. Bursa’nın tek ışık yanan yerdi orası. Gerçekten bütün Bursa’yı o tepede meşale gibi aydınlatan yerdi. Çocuklar orada aydınlandılar ve aydınlığı ülke çapında yaymak için Ordu saflarında yerlerini aldılar. O çocuklar adam oldu, subay oldu yurt sevgisini bütün millete aşılama ve birlikte Kurtuluş Savaşında  o ruhla zafere ulaşıldı.  Bütün mesele budur…”

Söyleşimiz bitti. Bu söyleşinin içinde çok dikkat çeken ve sadece o cümle ile ilgili saatlerce konuşulabilir. Çetin Doğan ile Kozmik odayı da, 28 Şubat sürecini de kısaca konuştuk. Çetin Doğan hala yurtdışı yasaklı. 28 Şubat davası da hala sürüyor. O yaşanan tüm acılara, sıkıntılara karşın hala okuyor, düşünüyor ve yazıyor…

Not: Çetin Doğan ile bu söyleşimiz 2019 yılı Eylül ayında gerçekleştirmiştik ve BG DERGİ 14.Sayımızda da yayınlamıştık. 

Yorumlar

  1. Talat dedi ki:

    Abdullah Gül’e, yani ülkenin başbakanına , amirine-üstüne, direktif veriyor,, talimat veriyor, kulağını çekiyor, adeta fırça atıyor bir asker, olacak işmi dir, sonra kalkıp demokrasiden, cumhuriyetten, tarafsızlıktan bahsediyor , tamamen samimiyetsiz , çelişkili ve ülkenin gerçek duygularına ait olmayan , taraflı bir karakter