Bodrum Gündem

Kubilay’ı minnetle, Derviş Mehmetleri lânetle anıyoruz ve anacağız

Kubilay’ı minnetle, Derviş Mehmetleri lânetle anıyoruz ve anacağız

Kubilay’ın Şehit Edilmesinin 92. Yılında, Laik Cumhuriyetin Gerçek Anlam Ve Önemi Ya Da Ortaçağ Artığı Sömürgeci Maşalarının Cinayetlerine Karşı Atatürk Yönetimi’nin Kararlılığı İle Çok Partili Dönem Politikacılarının İnançsızlığı Farkı!

91 yıl önce 23 Aralık 1930 günü, ulus olmamızı, bu sayede özgür ve onurlu insanlar olarak yaşamamızı sağlayan Cumhuriyet düzenine karşı, Menemen’de, adına ‘tarikat’ denilen, sömürgeci Batı devletleriyle bağlantılı, çağdışı bir örgütün silahlı saldırısı yaşanmış, Yedek-Subay Öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay canavarca katledilmişti.

Cumhuriyet’e yapılan bu korkunç sömürgeci ve cehalet saldırısı, Cumhuriyet’in değerini bilebilen yurttaşların büyük tepkisiyle karşılaştı.

O günün İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin sözlerini yineleyerek, diyoruz ki, “Kubilay’ı minnetle, Derviş Mehmetleri lânetle anıyoruz ve anacağız.”

Saldırı, Manisa’da yuvalanmış nakşi tarikatı mensuplarından Derviş Mehmet adında Girit göçmeni bir müridin, Menemen’de “Ben mehdiyim” diyerek cami önündeki meydanda gösteri yapıp, halkı Cumhuriyet’e karşı ayaklanmaya çağırmasıyla başlamıştı.

Bu çağrıya karşı ilk önlem olmak üzere, silahını bile almaya fırsat bulamadan olay yerine gönderilen Yedek-Subay Öğretmen Kubilay, göstericilerden dağılmalarını isterken, insanlıktan çıkmış Derviş Mehmet tarafından önce ateşli silahla vurulmuş, sonra da kendisi gibi canavarlaşmış birkaç avanesinin katılımıyla ve çok acıdır, oradaki halkın seyirci kalması, hatta birkaçının alkışları eşliğinde bağ testeresiyle başı kesilmiştir.

Cinayet yerine yetişen Cumhuriyet güçleri, teslim ol çağrısına silahla karşılık veren canilerden elebaşı Derviş Mehmed’i ve iki avanesini aynı yerde ölü ele geçirmiş, kaçanlar ve asıl önemlisi “azmettirenler”, yakalanarak suçlu olanlar hak ettikleri cezalara çarptırılmışlardır.

Menemen’de Ay-Yıldız Tepe’ye, halkın katkılarıyla yaptırılıp büyük bir törenle açılan ve her yıl önünde anma törenleri yapılan Cumhuriyet Şehitleri Anıtı’nda, “İnandılar, Dövüştüler, Öldüler – Bıraktıkları Emanetin Bekçisiyiz” yazılıdır.

Atatürk, bu vahşeti ve onu daha da korkunç kılan halk tepkisizliğini, kendini bilmez bir bölüm insanın ise canileri alkışlamasını, haklı olarak büyük üzüntüyle karşılamıştır. Kubilay’ın şehit edilişi üzerine ulusa seslenen demecinde, kuşaklar ve kuşaklar boyunca vicdan ve onur dersi çıkarılacak hususlara işaret ediyordu:

“Menemen’de geçen gün meydana gelen gerici kalkışma sırasında yedek-subay Kubilay Bey’in görev yaparken uğradığı sondan dolayı Cumhuriyet Ordusu’na başsağlığı dilerim.

“Kubilay Bey’in şehit edilmesinde gericilerin gösterdiği vahşilik karşısında, Menemen’deki halktan kimilerinin alkışla onaylar bulunması, bütün cumhuriyetçiler ve yurtseverler için utanılacak bir olaydır. Yurdu Savunmak İçin Yetiştirilen, Her Türlü İç Politika Ve Çekişmenin Dışında Ve Üstünde Saygın Bir Konumda Bulunan Türk Subayının Gericiler Karşısındaki Yüksek Görevinin, Yurttaşlar Tarafından Yalnız Saygıyla Karşılandığına Kuşku Yoktur.

“Menemen’de halktan kimilerinin yanlışları, bütün ulusa üzüntü vermiştir. Yabancı Saldırısının Acısını Çekmiş Bir Çevrede Genç Ve Kahraman Yedek-Subayın Uğradığı Saldırıyı, Ulusun Doğrudan Doğruya Cumhuriyet’e Karşı Bir Suikast Saydığı Ve Bu Saldırıyı Yüreklendirenlerle Özendirenleri Ona Göre Koğuşturacağı Kesindir. Hepimizin dikkatimiz, bu soruna ilişkin görevlerimizin gereklerini duyarlılıkla ve gerektiği biçimde yerine getirmeğe yöneliktir.

“Büyük ordunun kahraman genç subayı ve Cumhuriyet’in idealist öğretmenler topluluğunun değerli üyesi Kubilay’ın temiz kanı ile Cumhuriyet, yaşama gücünü tazelemiş ve güçlendirmiş olacaktır.”

Atatük, 1925’te Tekke ve Zaviye gibi gerek çocukları, gerekse genç ve yetişkin insanları demokrasi dışı, özgürlük karşıtı bir düşünce yapısına koşullandırıcı çağdışı kurum kalıntılarının kapatılması üzerine, ulusunu aydınlatmak üzere Cumhuriyet düzeninde bunların neden yeri olamayacağını anlatmaya özen göstermişti. 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’dan yaptığı uyarı herkesçe bilinmektedir:

“Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tümden çağdaş ve bütün anlam ve biçimleriyle uygar bir toplum durumuna ulaştırmaktır… Şimdiye değin ulusun kafasını paslandıran, uyuşturan… Düşüncede olanlar olmuştur. Herhâlde düşünüşlerdeki boş inançlar tümden kovulacaktır. Onlar çıkarılmadıkça, kafalara gerçek ışıklarını ulaştırmak olanaksızdır.

“Ölülerden yardım dilenmek, uygar bir toplum için utanç vericidir.

“Mevcut tarikatların amacı, kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevi ve manevi olan yaşamda mutluluğa ulaştırmaktan başka ne olabilir?

“Bugün bilimin, tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın saçtığı ışıklar karşısında, filan ya da falan şeyhin uyarılarıyla maddi ve manevi mutluluğu arayacak ölçüde ilkel insanların Türkiye uygar topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum.

“Efendiler ve ey ulus, iyice biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mansıplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğunu ve istediğini yapmak, insan olmak için yeterlidir.

“Tarikat başkanları, hemen, bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla kavrayacak ve kendiliklerinden, hemen, tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginliğe ulaşmış olduklarını elbette kabul edeceklerdir.”

Atatürk, Menemen vahşetinden birkaç ay önce, o yıl başlamış olan ikinci çok partili uygulamanın başarıyla yürümesine yardımcı olmak üzere yurt gezilerinde, bugünün siyaset adamlarının da ders alması gereken şu mesajı veriyordu:

“..bu deneyimlerden Türk ulusu, Cumhuriyetin yaşamı ve gelişmesi için yararlanmalıdır. Siyaset alanında karşılıklı etkinliklerin verimli gelişmesi, ancak yurttaşlar arasında düşmanlık yaratılmasına fırsat verilmemesiyle sağlanabilir. Bunun yolları, partilerin içine girebilecek içtenliksiz ve gizli amaçlı ögelerin, yasaların üstünde sonuç elde etmek isteyen emel sahiplerinin tüm ulusça tiksinç görülmesi ve cumhuriyet ilkesi üzerinde çalışan partilerin bu gibilerin etkinliklerinden hep uzak kalmasıdır… Özgürlüğün kötüye kullanılmasının yol açtığı birçok yıkımlara uğramış olan bu ülkede, bu dikkate özellikle gerek olduğu kanısındayım.”

İstanbul’da Türkocağı’nda toplanan gençlere seslenirken de:

“demokrasinin ne olduğunu halka anlatmak özellikle sizin görevinizdir… Cumhuriyeti, onun gereklerini yüksek sesle anlatınız. Cumhuriyet ilkelerini sevdiriniz. Bunu yüreklere yerleştirmek için hiç bir fırsatı kaçırmayınız.” diyordu.

Kendisi de demokrasinin kurum ve kurallarını, kültür ve bilincini gerek genel olarak yurttaşlara, gerekse yeni yetişen kuşaklara kazandıracak demokrasi eğitiminin ders kitabını da kendi eliyle yazarak okutulmasını sağlıyordu: Yurttaş İçin Medeni Bilgiler kitabı.

1946’ya değin, özgür düşünceye, bilime ve demokrasiye düşman olan tarikat, tekke, medreseler, siyasal erk desteğinden yoksun oldukları için, çözülüp gidiyor, yeni kuşaklar başta olmak üzere tüm yurttaşlar, bilim ve demokrasi ölçülerine dayalı örgün ve yaygın eğitim kurumlarında yetişip yaşama olanağına kavuşuyorlardı.

Yani, Kubilay Anıtı’nın üzerindeki “Bıraktıkları emanetin bekçisi olmak” andına bağlı kalınıyordu.

Atatürk Cumhuriyeti’ni Türk ulusuna çok gören yerli ve yabancı sömürücüler ise, el ele vererek, bugüne değin şu iki yoldan demokrasi kültürünün yerleşmesine de, demokratik cumhuriyet kurumlarının güçlenerek işlemesine de engel olmaya çalışa geldiler; din adına yaptıklarını söyledikleri bu sömürüyle, gerçekte İslam dinine de en büyük kötülüğü yaptılar:

A)Bir yandan demokrasiyi, yani laik cumhuriyeti “dinsizlik” olarak niteleyerek, bu Cumhuriyetin yıkılmasını İslam’ın gereği gibi suna geldiler.

Tüm uygar insanlığın demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerini, bilimsel düşünce yapısını, kısacası laik toplum düzenini baş tacı ettiği bir çağda, İslam dininin bu değerleri reddettiğini öne sürmenin bu yüce dine de, iki milyara yakın müslüman kitlesine de, tüm insanlığa da ne büyük yıkımlar getirdiği gözler önündedir.

Bilim ve siyaset insanlarımızın, tıpkı Atatürk önderliğinde yapıldığı gibi, bu yerli ve yabancı sömürgeci aldatmacasını etkisiz kılmak üzere, İslam dininin

-“peygamber”ine insanüstü (tanrımsı) nitelikler bağlamayan ve peygamberliğe son veren;

-Tanrının muradını bilme ayrıcalığına sahip bir din-adamı sınıfına ve kilise gibi gidilmesi zorunlu bir tapınağa yer vermeyen …”

Özellikleriyle laikliğe, yani insan hak ve özgürlükleri düzenine en açık din olduğu olgusunu bilinçlere ulaştırıp orada canlı tutmak ödevini yerine getirmemeleri, İslam dünyası ve tüm insanlık için çok acı olmuştur ve olmaktadır.

İbn-i Rüştlerin, Yunus Emre’lerin dile getirmiş oldukları bu gerçeklerin 13. Yüzyıldan sonra unutturulması İslam dünyasının Aydınlanma Çağı yaşamasına nasıl engel olduysa, Atatürk Cumhuriyetiyle yakaladığımız bu yeni altın olanağın değerinin bilinmemesi de tümüyle İslam dünyasının yeryüzünün en geri kesimi olmaktan kurtulmasını engellemiş, İslamın tüm insanlığın huzur ve gönencine tehdit ögesi imiş gibi sunulmasına yol açmıştır ve açmaktadır.

Bu yabancı destekli din sömürücüleri, açıkça demokrasiye karşı çıkamadıkları yer ve ortamlarda ise, “ulusal egemenlik” ilkesinin içini boşaltmak üzere, asıl kendilerinin “ulusal egemenlik” düzenini istediklerini söyleyegelmişlerdir; ama bunu yaparken ulusal egemenlik düzeninde meşru olmayan ne varsa hepsini, ulusal egemenlik adına istemişlerdir: örneğin “Halka soralım, bakalım, demektedirler: ulus çoğunluğu halifelik ve saltanat düzenini istiyorsa, ulusal egemenlik düzeni odur; oylayalım bakalım, çoğunluk kadınların erkeklerle eşit hakları olmamasını istiyorsa, işçilerin grev hakkı olmamasını istiyorsa, okulların bilim yöntemini değil, fıkıh yöntemini öğretmesini istiyorsa, yargıçların bağımsız olmamasını istiyorsa, şeriat hukuku istiyorsa …. ulusal egemenlik düzeni odur.” demektedirler.

Oysa böyle isteklerin oya sunulmasını önermenin bile demokrasiye aykırı olduğunu görmeyi de, bu gerçeğin anlaşılmasını da istememişlerdir. Böyle bir oylama isteğinin gerçek anlamı “Toplumu Özgürlükten Yoksun Kılmak Özgürlüğü”dür. Böyle bir özgürlük ise olamaz, böyle bir oylama yapmaya kalkışılmasının, ya faşist ya da komünist darbe anlamına geldiği açıktır.

Bilim ve siyaset insanlarımız bu temel gerçeği de ulusumuzun bilinç düzeyine çıkarıp orada canlı tutmak gereğini ne yazık ki yerine getir(e)memişlerdir.

Her iki tuzağın Batı sömürgeciliğinin akıl-hocalığı ve maddi desteği ile yürütüldüğü gerçeği de bilim ve siyaset insanlarımızca ulusumuzun bilincine kalıcı olacak biçimde ne yazık ki yerleştirilememiştir.

Oysa Atatürk, bu konuda da bir boşluk kalmamasına özen göstermişti:

“Efendiler, diyordu, yabancılar halifeliğe saldırmıyordu; ama Türk ulusu saldırıdan kurtulamıyordu. Türk ulusuna daha kolay saldırabilmek için halifeliğin sürmesini yeğliyorlardı.”

Uğur Mumcuların, Bahriye Üçokların, Cavit Orhan Tütenglilerin, Ahmet Taner Kışlalıların, Bedrettin Cömertlerin, Hablemitoğullarının ve daha nice Atatürkçü aydınların, hem de gerçek azmettirici katilleri bulunmamacasına katledilmesi, Kahraman Maraş, Çorum, Sivas katliamları, bu iç ve dış sömürgeci elbirliğinin gericiliğe siyasal, hukuksal, güvenliksel, eğitsel, ekonomik alanlarda verdikleri desteklerin ürünü olmuştur.

92.şehitlik yıldönümünde Mustafa Fehmi Kubilay’ın anısı önünde saygıyla eğiliyor; kendisinden sonraki “Kubilaylar”ın da anısını yüceltiyor ve siyaset, güvenlik ve yargı kuruluşlarını, bilim kurumlarını gerçek demokrasinin gereklerine uymaya çağırıyoruz.

Prof. Dr. Özer Ozankaya ADD Kurucu Üyesi, 4. GNL. BŞK.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.