Bodrum Gündem

Ruhun Şad Olsun; Şadan Gökovalı

Eskiler, şubat ayına “güdük” derlermiş. Şubat, güdük olmasına güdük; ama marifeti çok. Baharı çağırması ne kadar sevindiriciyse sevdiklerimizi alıp gitmesi de o denli acı. Şubat’a bu kez, Anadolu bilgesi Prof. Dr. Şadan Gökovalı’yı yitirerek girdik.

Prof. Dr. Şadan Gökovalı, 15 Mart 1939’da soyadını aldığı Ula Gökova’da doğmuş; ilk ve ortaokul eğitimlerini köyünde, Ula ve Muğla’da tamamladıktan sonra liseyi Aydın Ticaret Lisesinde, üniversiteyi de İzmir Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulunda tamamlamıştı.

Henüz öğrenciyken 1958’de Ege Ekspres Gazetesinde muhabirlik yaparak basın hayatına adım atmış; kendi ifadesiyle 1958 Ekim’inde tanıştığı ve derinden etkilendiği Halikarnas Balıkçısı’nın ve onun sayesinde tanıyıp manevi anam dediği Azra Erhat’ın iz süreni, kültür taşıyıcısı olmuştu.

O, Balıkçı’nın “Şadan Gökovalı’ya arkadaşım, oğlum desem azdır. Çünkü mevcut insanlar arasında beni temadi (devam) ettirecek, daha doğrusu temadi ettirmeye en müsait insan odur. Ölsem ölüm bana galebe çalmamış olacak, çünkü Şadan var!” sözünün sorumluluğunu yaşamının her anında kalbinde hissetmiş; Balıkçı’nın “Düşün Yazıları-6” dışındaki tüm kitaplarını yayına hazırlamıştı.

Olağanüstü bir belleği vardı. Balıkçı’nın tüm yazılarının hangi kitapta; hatta kaçıncı sayfada olduğunu ezbere bilirdi.

Gerçek bir sevgi ustasıydı. Balıkçı’nın; “Her insan bir işlevi yerine getirmek için dünyaya gelir. Bu işlevi yerine getirmek için çalışmak yaratılışa karşı en geçerli duadır.” sözü onun da yaşam düsturlarındandı.

“Ben sevmeyi severim. Meraklıyım. Hatta bazı insanlar nasıl meraksız olur onu da merak ederim.” , “Ben en çok da öğrenmeyi sevdim.” demeleri bundandı.

Ona göre sevmenin kaynağı bilmekti.

“İnsan bilmediği bir şeyi, tanımadığı bir şeyi sevemez.”; “Vatanımı seviyorum demekle olmaz. Vatanını bilmiyorsan, tanımıyorsan nasıl sevebilirsin?” demesi de bundandı.

Anadolu’nun her karışında yaratılan her değeri bilir; yorumlar ve günümüzün bir sorunsalıyla ya da durumuyla ilişkilendirirdi.

Sıkça söylediği “Ben üç üniversite bitirdim: Ege Ekspres Gazetesi, İzmir İTİA ve Balıkçı Üniversitesi…” sözü bilge kişiliğinin anahtarı gibiydi.

Şadan Gökovalı, öğretmeyi de çok seven biriydi.

Bu yüzden anlatmanın tüm yollarını kullandı.

O, öğrencilerinin “Sadece mitoloji hocası değil, hayat hocasıdır.” diye andığı bir eğitimci; Türk turizminin gelişmesi için tezler yazmış bir akademisyen; gezdirdiği grupla geldiğinde diğer grupların rehberlerinin Şadan Hoca anlatsın diye sustuğu rehberler rehberi; TRT’nin arkeoloji belgesellerinin danışmanı; Yılmaz Özdil gibi usta gazetecilerin ustası; Sunay Akın’ın deyişiyle her tarafından şiir fışkıran ozan’dı.

Onu dinlerken övgüyle anlattığı nice söz ustasından çok daha coşkulu bir anlatıcı olduğu fark ederdiniz. Sizi bir anda Arşipel’in ak köpüklü dalgalarının sırtından alır İda’nın, Tomolos’un doruklarında bir akça bulutun kanatlarına bindirirdi. O herhangi bir şairden şiirler okurken kendinizi bir antik tiyatroda bir şölen izliyormuş gibi hissederdiniz.

O bir yazma ustasıydı.

Cebinde dolaştırdığı kağıt parçalarında, mutlaka hayatınıza dokunacak bir metin olurdu. Onları tıpkı bir çiçek dağıtıcısı gibi dostlarına dağıtırdı.

Bakarsınız koca bir kitapla çıkar gelirdi. Ne zaman yazardı onca şeyi şaşardınız.

Son yıllarda yaşadığı bir sağlık sorunu yüzünden sözlü anlatım güçlüğü çekiyordu. İletişimimizi, telefondan yazışarak gerçekleştiriyorduk. Son yazışmamızda Attila İlhan’ın bir nezarethane duvarında görüp çok beğendiği;

“Kişi kendi arzusuyla terk-i diyar etmez

Sebepsiz gurbetin kahrını kimse ihtiyar etmez.”

beyitini göndermiş ve Kirpinin Dansı kitabımdaki “Son Ders” yazısında anlatılan profesörün kim olduğunu sormuştu. Onca yazı içinde neden bunu seçtiğini hiç anlamlandıramamıştım.

Bence Yunus’un “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” deyişi evrensel bir doğrunun ifadesi.

Bedenin sevgilerini, acılarını, kaygılarını, umutlarını terk etmesi bir gerçek gibi dursa da aklımızın ve bilincimizin ürettikleriyle canı yaşatmak mümkün.  İnsan, hayata dair ürettiği ne varsa kendi ölümüyle birlikte dağılıp gitmesini önlemeli.

Yazmak, yedek belleğimizi oluşturmanın en etkili yolu. Can ömrümüz, geride bıraktığımız eserlerin erimine bağlı.

Onu bugün, “Toprağından oldum. Yine toprağına karışmak isterim.” dediği Gökova’ya emanet ettik. Yanı başında Oktay Akbal, Nail Çakırhan, Halet Çambel… Ulu çamların gölgesinde Deli Memed ezgileriyle uyumak her ölümlüye nasip olmaz diye düşünmedim dersem yalan olur.

Akyaka dönüşü Sakar’da soluklanmak istedim. Asıl amacım o genç denizlerin en naifini selamlamaktı. Neden bilmem; aklıma son günlerde Gökova’ya iyice göz diken talancılar geldi.

“Hani Azra ana, hani Eyüboğlu,

Balıkçı desen ses vermez

Çekip gitmiş bunca sorun varken herkes”

dizeleri döküldü dilimden. Kalbim, bu siteme onu da mı eklemişti ne?

Yaşadığım derin acıyı sevgili kardeşlerimiz Sadettin’e (Özbek) ve Turgay’a (Mutlu)

göstermek istemedim. Yönümü Köyceğiz Gölü’ne döndüm.

Üç beş tümceye sığdırılan koca hikâyeler uçuştu belleğimde.

“Ah şimdi yanımızda olsaydı neler anlatmazdı ki bize?” diye mırıldandım.

Ayaküstü Köyceğiz’den başlar; Dalyan, Kaunos, Döğüşbelen, Abhazlar, mütesellimler… derken Sandras’a Çiçek Baba’ya çıkarıverirdi bizi.

Gözlerim daha ötelerde. Dorukları her dem ak Kragoslar’a takılı kalıyor bir süre. Beynimin derinlerinde onun sesi. Duru belleğinden Homeros’un ölümsüz dizeleri süzülüyor.

“Ben ta uzaklardan geldim yardıma,

Anaforlu Ksanthos’tan geldim, uzak Likya’dan.

Sevgili karımı, yavrumu koydum orada,

Yoksulların göz dikeceği bir sürü mal mülk koydum.

Savaşa sürüyorum Likyalıları gene de,

Kendim de en öndeyim işte bak.

Oysa Akhaların alıp götüreceği bir şeyim de yok.”

Bu, onun  Likya’lı Sarpedon’dan, Troyalı Hektor’dan Mustafa Kemal’e uzanan bağımsızlık ve özgürlük pınarından tas tas alıp bizlere sunduğu sudan başka ne olabilirdi ki?

Bu kez, sanki onun ardılıymışım gibi sesimi Gökova uçurumlarına salarak kendim söyleniyorum;

“Sevgili Phoibos, hadi git şimdi,

Al götür oğlum Sarpedon’u kargı yağmurunun altından!

Sil gövdesinden kara kanı,

Götür uzaklara; ırmağın sularında yıka onu.

Tanrı merhemleri sür bedenine, tanrısal rubalar giydir.

Ver ikiz tanrılara, Uyku’yla Ölüm’ün eline,

Çabuk götürüp bıraksınlar onu semiz Likya toprağına.

Kardeşleri, akrabaları onu orada gömer,

Bir mezara, yazılı bir taşın altına.”

Biliyorum, Apollon’un Sarpedon’u semiz Likya topraklarına getirip getirmediği bir muamadır. Gerçek olan bizim eşi, çocukları, kardeşleri ve dostlarıyla hep birlikte onu tam da dilediği gibi güneşli yağmurlar ülkesi Karya topraklarına bırakmış olduğumuz.

Oğlu Can’a yazdığı bir dörtlükte:

“Öldü desinler

Çok çekti desinler

Gülmedi desinler

Sevmedi demesinler.”

demişti. Biz dostları da onun ardından;

“Bu dünyadan bir Şadan geçti;

İşi gücü sevmekti

Sevdi sevildi; sevdi sevildi

Bize hem sevmeyi hem sevilmeyi öğretti.” dedik.

Ruhun şad, otağın uçmag olsun, Şadan ağabeyim…

 

Hamdi Topçuoğlu – Bodrum-Şubat 2021

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar