Bodrum Gündem

Dünya Filmleri ve Yerli Diziler !!!

Bu makalemde dünya sineması ve yerli diziler hakkında düşündüklerimi yazacağım.

Hepimizin bildiği gibi sessiz sinema kurulduktan sonra sinema gelişti, sesli sinemaya, sinemaskop filmlere geçildi, sinema daha da gelişti gelişti ve lakin sonunda teknolojinin esiri oldu. Yani artık ruhsal yapılar, romantik filmler yok olmak üzereler. Evet doğrudur yeni teknolojiler filmlerin yapımlarında büyük faydaları oldu. Greenbox ve Bluebox teknolojisi iki farklı görüntüyü birbirinin üstüne oturttu. Bu görüntüler imkansız, pahalı veya tehlikeli sahneleri kolayca çekme olanağını sunan bir çekim hilesidir, oyunudur. Böylelikle bu teknolojiyle sadece bir stüdyo içerisinde ya da tamamen hayal gücünün ürünü olan mekanlarda film çekme imkanı doğmuştur. Günümüze bakacak olursak dijital teknoloji (Greenbox, Bluebox, Canlandırma,vb.) sinema sanatına yeni bir soluk getirmiştir. Ama, insan film sanatını- kabiliyetini de yok etmeye başlamıştır.

Teknolojik olarak çok iyi bir şey olarak gözüken bu durum, bence maalesef film endüstrisini neredeyse bir savaş alanına dönüştürmüştür. Havada uçan adamlar, birbirlerini vurup geçen insan ve hayvanlar, savaş uçakları, kırıp dökmeler artık sadece filmlerde değil, 2-4 yaşlarından itibaren ellerinde tabletler bulunan çocukların gözlerinin önüne de serilmiştir.

Sonra basında okuyoruz, elinde iki tüfekle okullara saldıran gençler filan. Bu durumlar maalesef daha da çoğalacaktır. Her insan hem iyiliğe hem de kötülüğe meyilli bir canlıdır. Çocukken, onların ruhlarına ve beyinlerine kötü işlenirse kötüye kayar, iyilik ve sevgi işlenirse büyüdüğünde sevgiye ve iyiliğe meyilli olur.

Sinema emek ister, gelişmiş teknolojiyle bir aşk filmi yapın, sevgi dolu, insanlara barış çağrısı yapan, aileyi koruyan güzel filmler yapın. İlla da savaşmak mı lazım?

İlla da adam öldürmek mi lazım ?

İnsanların beynine kin doldurmayın, ruhlarına sevgi verin.

Çocuklar bebek denilen yaşta televizyonda çocuk filmlerinde bile tabanca ve kılıç görüyorlar, bu ne biçim mantıktır?

Sigaraların üstlerini, içki bardaklarının üstlerini gülünç bir şekilde örteceğinize bu filmlerin yapımına mani olun lütfen.

Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü ve Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan televizyon dizilerinin kişilerin davranışlarına ve psikolojilerine etkileri üzerine yaptığı değerlendirmede; medyadaki şiddet artışının dünyada psikolojik araştırmalarda da önemsenen bir konu olduğuna dikkat çekiyor. Televizyonda yayınlanan dizilerdeki karakterlerin özellikle çocukları negatif etkileyebildiğine dikkat çeken Prof. Dr. Tarhan şöyle devam ediyor:

“Çünkü bu tür artış çocuk ve gençlerde şiddete eğilimi artırıyor. Şiddetin giderek artması ruhsal bozukluklara ve çocukluk çağında görülen travmalara sebep oluyor. Medyadaki şiddetin kişiler üzerinde üç türlü etkisi vardır. İlki ‘şiddeti modelleme’. Babasından şiddet gören kendi kardeşine uyguluyor ya da işyerinde patronundan gören kendi memuruna uyguluyor. İkincisi ‘duyarsızlaşma’. Mesela iki kişi kavga ediyor ama daha sonra hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar. Sonuncusu ise ‘korku’dur.”

Medyada şiddet bir dünya sorunudur maalesef. Yeni teknolojiler sayesinde artık sinema salonları boşalmaya başladılar, herkes bırakın interneti, cep telefonlarından bile kaçak yayın olarak her türlü filmleri ve uygunsuz dokümanterleri izleyebiliyor. Herşey çığrından ve kontrolden çıkmış durumda.

Buna kimse, hiçbir hükümet mani olamıyor. Çünkü arkada büyük paralar dönüyor.

Herzaman ve her yerde olduğu gibi..

Kim takar halkı?

Halk tüketici bir koyun sürüsüdür.

BİRAZ SİNEMA TARİHİNE GÖZ ATALIM…

Dünya sinemasında ilk yıllarda gösterilen filmlerden başlayıp, bugünlere nasıl geldiğini anlatmaya çalışacağım. Ama yine de birkaç cümle ile ilk hareketli filmin ne zaman yapıldığını anlatayım. Lumiere kardeşlerden önce, 1888 yapımı ‘’Roundhay Garden Scene’’ filminden önceye gidelim.

1872 senesinde at yarışı meraklısı olan eski Kalifornia valisi Stanford, atların dört nala gittiklerinde atların toynaklarının dördünün da havada olduğunu iddia etti. Millet dalga geçti. Altı yıl sonra, 1878 yılında bir cinayet mahkumiyetinden kıl payı kurtulduktan sonra fotoğrafçı  Eadweard Muybridge a 25.000 dolar para verdi ve dört nala koşan atın kameralarla fotoğraflarını çekmesini istedi. İngiliz-Amerikan fotoğrafçısı olan Muybridge sırayla tetiklenen bir dizi 12 kamerayla hareket halindeki bir atı fotoğraflarını mükemmel olarak çekti.. Fotoğraflardan biri, atın toynaklarının dördünün de dörtnala yerden ayrıldığını açıkça gösteriyordu. Stanford bahsi kazandı ve Stanford Üniversitesi’ni kurmaya devam etti. Muybridge 25.000 doları cebe indirdi ve sinema filmlerine doğru kritik bir ilk adım olan seri fotoğrafçılığın icadıyla ünlendi.

İşte ilk hareketli fakat resmi olmayan hareketli resim böyle başladı.

Sonra hepimizin bildiği gibi dünyanın ilk sinema filmi, Fransız Lumiere kardeşler tarafından çekilmiştir diye kabul edilir. İlk sinema filmi tren istasyonlarıyla ilgili bir belgesel filmiymiş. Belgeselin ilk gösterimi Garden Cafe isimli bir yerde, 33 kişiden oluşan bir izleyici topluluğuna 28 Aralık 1895 yılında yapılmış.

1890 – 1940 yılları arasında dünya sinemasında neler oldu? Birkaç ülkeyi ele alıp inceleyelim. Şahsen beğendiğim İtalyan sinemasından başlayalım. 1896 senesinde Vittorio Calcina ilk filmini çevirdi, adı Pope Leo XIII. Bu film örnek alınarak 1900 yılların hemen başında sessiz film yapmaya başladılar. Otello dan sonra 1908 de Pompei’nin son günleri, 1913 de Quos Vadis filmlerini çektiler. 1930 larda sesli filmlere geçtiler. Avrupa nın en büyük stüdyosunu kurdular, ismi Cinecitta. Lakin faşist İtalya da o devirde sadece propaganda filmleri çektiler. Luchino Visconti, çok filmlerini gördüğümüz Vittorio de Sica (1917 – 1974) bu devirde önemli filmler çevirdi. Çevirdiği filmler tam II nci dünya savaşı esnasındaydı. Maddalena, Zero for Conduct, Do You Like Women, Doctor Beware, A Garibaldian in the Convent, The Children Are Watching Us, The Little Martyr, The Gate of Heaven, ve savaş bittiğinde çevirdiği Shoeshine, orijinal ismiyle Sciuscià, en iyi film, en iyi senaryo ödüllerini kazandı.

Aynı tarihlerde Fransız sinemasına gelince, 1895 senesinde çekilen  L’Arrivée d’un train en gare de La Ciotat, yani ‘Ciotat tren istasyonuna gelen tren’ ile birçok tarihçi Auguste ve Lumiere kardeşlerin gerçekleştirdikleri ilk sinematoğraf olarak kabul ettiler. 1896 – 1902 yılları arasında 4 büyük film şirketi kuruldu Fransa da. Pathé Frères, Gaumont Film şirketi,  Georges Méliès, ve Lumières. Bildiğiniz gibi bugün hala Pathé ve Gaumont devam ediyorlar.

1902 senesinde Aya Seyahat filmi çok itibar gördü. 1931 yılında Marcel Pagnol un  filmi olan Marius, Fanny ve Cezar, 1937 senesinde ressam Pierre-Auguste Renoir ın oğlu, Jean Renoir La Grande Illusion filmini yaptı.

Fransız sineması benim anladığım kadarıyla Iınci Dünya savaşında, İtalyanların aksine bir film yapmadı. Savaşın son senesinde Marcel Carné’ nin  Les Enfants du Paradis (Children of Paradise) yani Cennetin Çocukları filmi yayına girdi. Bu film 3 saat sürüyordu ve işgal altındaki Fransa da çekildi, ve 1990 yılında bu film yüzyılın en güzel filmi olarak 600 kişilik bir uzman gurubu tarafında değerlendirildi. Filmin ilk sahneleri 1928 yılında çilmeye başlanmış.

Acaba bu tarihlerde İngiliz sineması ne durumdaymış.

İngilizlere göre dünyanın ilk hareket eden filmi Leeds de yapılmış, yıl 1888, yapan kişi Louis Le Prince. 35 mm kamera ile ilk film 1895 senesinde Robert W Paul ve Birt Acres tarafından yapılmış, filmin ismi ‘’Incident at Clovelly Cottage.’’

Tekrar İtalya ya dönelim, 1903 ve 1909 yılları arasında, büyük bir fenomen olarak kabul edilen gezgin sinema, üç büyük organizasyonun önderlik ettiği otantik bir endüstrinin özelliklerini üstlenerek tutarlılık kazandı: Bunlar, Roma merkezli Cines, Torino merkezli şirketler Ambrosio Film ve Itala Film.

Kısa süre sonra Milano ve Napoli’de başka şirketler de onları takip etti ve bu ilk şirketler hızla saygın bir üretim kalitesine ulaştılar ve ürünlerini hem İtalya’da hem de yurtdışında pazarlayabildiler. İlk İtalyan filmleri tipik olarak, Mario Caserini’nin Otello (1906) ve Arturo Ambrosio’nun 1908 tarihli Pompeii’nin Son Günleri adlı romanı uyarlaması gibi kitapların veya tiyatro oyunlarının uyarlamalarından oluşuyordu. Bu dönemde ayrıca Caserini’nin Beatrice Cenci’si (1909) ve Ugo Falena’nın Lucrezia Borgia’sı (1910) gibi tarihi şahsiyetlerle ilgili filmler de popülerdi. Mühim olan bütün bu filmler çok az teknik kullanılarak halka yansıtılıyordu. Yani olağanüstü bir insan çalışması eserleriydi.

Fransa da, Les frères Lumière, Cinematograph ile ilk projeksiyonu 28 Aralık 1895’te Paris’te yayınladı. XIX yüzyılın sonlarında ve XX. yüzyılın başlarında Fransız film endüstrisi dünyanın en önemli endüstrisiydi. Auguste ve Louis Lumière cinématographe’ı icat ettiler ve 1895’te Paris’teki ‘’L’Arrivée d’un train en gare de La Ciotat’’ ları birçok tarihçi tarafından sinematografinin resmi doğuşu olarak kabul edilir. Bu dönemde Fransız filmleri büyüyen bir orta sınıfa hitap ediyordu ve çoğunlukla kafelerde ve gezici fuarlarda gösterildi. Yani kısacası gezici sinemalardı.

1896’dan 1902’ye kadar endüstrinin ilk günleri, dört firmanın egemenliğini gördü: Pathé Frères, Gaumont Film Şirketi, Georges Méliès şirketi ve Lumières. Méliès sinematik dilbilgisi tekniklerinin çoğunu icat etti ve fantastik, gerçeküstü kısa konuları arasında 1902’deki ilk bilim kurgu filmi Aya Yolculuk (Le Voyage dans la Lune) var.

1902’de Lumières, film stoğu dışında her şeyi terk etti ve Méliès’i kalan üçün en zayıf oyuncusu olarak bıraktı. (1914’te emekli olacaktı.) 1904’ten 1911’e kadar Pathé Frères şirketi film yapım ve dağıtımında dünyaya öncülük etti.

Gaumont’ta öncü Alice Guy-Blaché (M. Gaumont’un eski sekreteri) yapım başkanlığına getirildi ve 1896’da ilk filmi ‘’La Fée aux Choux’’’dan 1906’ya kadar yaklaşık 400 filmi yönetti. Daha sonra kariyerine Amerika Birleşik Devletleri’nde devam etti. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Maurice Tourneur ve Léonce Perret’in yaptığı gibi.

1907’de Gaumont, dünyanın en büyük film stüdyosuna sahip oldu ve işletti ve Gaumont-Palace ve Pathé-Palace (her ikisi de 1911) gibi “lüks sinemaların” inşasındaki patlama ile birlikte, sinema 1914’te tiyatro için ekonomik bir meydan okuyucu haline geldi.

İkinci dünya savaşına kadar yapılan filmleri bir tarafa bıraktıktan sonra, bugün televizyonlarımızda gösterilen dizi filmlerinin çoğunda şiddet uygulanmaktadır. Çığlık çığlığa bağıran mağdur kızlar ve kadınlar, ambülanslar, kazalar, şiddet gösteren erkekler, kan davaları, meydan kavgaları, ölümler ekranlarda cirit atmaktadırlar. Bu ekranların önünde kilitlenip dizileri seyredenler gayrı ihtiyarı negatif enerji almaktadırlar. Gerçekten çok üzücü ve alarm verici bir durmla karşı karşıyayız.

Ayrıca ağzı burnu düzgün herkes oyumcuyum diye dizilerde oynamaya başlamış. Dakikalarca süren uzun uzun bakışmalar, anlamsız mimikler, artık daha nasıl heyecan ketsınlar diye ne yapacaklarını şaşıran film yönetmenleri ve kameramanlar vb vb.

Şöyle bağlayalım, teknoloji ilerledikçe sanatçı emeği azalıyor, ruhsal filmler tamamen yok olmaya başlamış, şiddet içeren ABD filmleri başta olmak üzere, isteri ve seks içeren sahnelerle ayakta durmaya çalışan Fransız filmleri ile çizgi filmlerde şiddet ve savaş hikayeleri sunan uzak doğu filmleri dünyayı sarmaya devam ediyorlar.

Bizim yerli dizilere gelince, artık RTÜK ün bir karar alması lazım ve bu gidiş hata son vermesi lazım diye düşünüyorum.

Sağlıcakla kalınız

Ronald Karel 27 Şubat 2022

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.