Bodrum Gündem

Balıkçı’daki Doğa, Doğadaki Balıkçı – Mehmet Atilla BG Dergi yazıları…

              Halikarnas Balıkçısı doğayı, kıyı insanlarını ve uygarlık zincirini anlatmayı önceleyen tavrıyla Türk edebiyatındaki yerini uzun yıllardır koruyor, korumaya da devam edecek. Bulunduğu düzlemin harcında hem yazınsal hem de kültürel bir özgünlük var çünkü. Dizginlenemeyen coşkusu ve içtenliği de cabası. Kendisinden ne zaman söz açsak, birbirini besleyen farklı birikimlerin kaynaşma noktası olduğunu vurgulamadan edemiyor, birini es geçsek diğerleri incinir diye düşünüyoruz. Zihnimizdeki Balıkçı imgesi, bu prizmatik kimliğin tüm yüzeylerinden yansıyan ışınlarla aydınlandıktan sonra gerçek değerini kazanıyor.

Ayrıca şunu da biliyoruz; Balıkçı’nın yaşam çizgisi keskin dönemeçlerle dolu. Bu çizgiyi üç bölüme ayırmakta yarar var diye düşünüyorum: Bodrum öncesi, Bodrum yılları ve Bodrum sonrası. Sürgüne gönderildiği yıl 35 yaşında olduğuna göre, Bodrum’a gelen kişinin artık kendini bulmuş bir kültür adamı olduğundan söz edebiliriz. Gelgelelim, o dönemin Bodrum’u haber ve bilgi kaynaklarına ulaşmanın son derece kısıtlı olduğu ıssız bir bölge. Kültürel beslenme yok denecek kadar az. Bu yüzden Bodrum’daki ilk yılları, tam anlamıyla “geçmiş” üzerine kurulu ve bu geçmişte yalnızca mutlu sayfalar değil, insanı derinden sarsan olaylar da var. Yedi yıllık hapishane çöküntüsünün üzerine dönemin siyasal baskıları da çullanınca Bodrum’un o eşsiz doğasıyla buluşmak, yorgun Cevat Şakir’e temiz soluklar alıp verme olanağı sağlıyor. İstanbul-İngiltere-İtalya görmüş bir başkası için 1920’li yılların Bodrum’u bir karabasan olarak algılanabilecekken Cevat Şakir’de tam tersi oluyor ve kasabanın dört bir yanı onun için yepyeni pencerelere dönüşüyor.

Bu açıdan bakıldığında Mavi Sürgün’deki özyaşam ögeleri, yaralı ve küskün bir insanın yaşama tutunmaya çalışmasını yansıtmaktadır aynı zamanda. Çekilen acıların küllenmesi için tüm benliğiyle doğaya (bir bakıma yeniden doğmaya) yönelen bir kültür adamının her şeye sıfırdan başlama çabası, sayfa aralarında kendini açıkça belli etmektedir.

“Tek başına engin deniz ortasında kalan insan, kendi kendisiyle hesaplaşır. Açık denizde her şey gerilerde kalır da, yalnız insan kendisini kuşbakışı görür,” deyişi biraz da bu ruh hâlinin dile getirilişidir. Kaldı ki Mavi Sürgün, yazarın kendisiyle hesaplaşmasını büyük ölçüde tamamladıktan sonra kaleme aldığı bir yapıttır. Ege Kıyılarından adlı ilk öykü kitabı 1939 yılında yayımlanmış olmasına karşın Mavi Sürgün yıllar sonra,  yazarın 70. yaşında ve ancak 10. kitabı olarak yayımlanmıştır. Bu tavrında bile, olayları sıcağı sıcağına aktarmanın sakıncalarından kurtulmak isteyişi gizlidir. Buna karşın bazı olaylara neredeyse hiç değinmemesi, o sayfaları yaşamından çıkarıp atma isteğinin bir dışavurumu olarak görülebilir. Böylelikle Mavi Sürgün’ü, otobiyografik disiplinden uzaklaştırmış, anlatının doğaya ve iyi insanlara sığınma boyutunu öne çıkarmak istemiştir.

Bodrum’a gelir gelmez doğayla iyice bütünleşen Cevat Şakir, artık yapıtlarına Halikarnas Balıkçısı olarak imza atmaya başlamıştır. Tıpkı kendisi gibi yazdıkları da artık karadan denize uzanan bir yaşantının yansımalarıdır. Olaylar ve insanlar Akdeniz’in, Ege’nin kucağından fışkıran gerçekliklerdir. Edebiyatın “tasarlanmış kurmaca” boyutuyla hiç ilgilenmez, onun için her şey “yaşamın içindeki kurmaca”da gizlidir. Dolayısıyla yapıtlarında anılar, gözlemler, öğrenilmiş bilgiler, deneyimler başat öge olarak kendini gösterir. Bu ögeleri birbirine birleştirecek olan güç ise şiirsel biçemidir. Bu şiirsellik kimi metinlerde Balıkçı’nın kendisine bile karşı çıkan lirizme ulaşır.

“Ey okuyucum, bunları yazarken kendimi tutuyorum, yoksa duygu şiddetiyle kendimi kapıp koyuversem, yapmak zorunda kalacağım aşırı davranışlar dolayısıyle Türkçemizi de, gramerimizi de, kemikleri yerine gelsin diye götürüp hastahaneye yatırmak gerekir. Ne aşırılık?!.. Suyu fazla ıslak diye aşırı mı saymalı?” (Mavi Sürgün, s. 243)

Doğayla kurduğu yakın ilişki, bir bakıma onu doğanın sözcüsü yapar. Özellikle de çılgın doğanın… Fırtınanın, yağmurun, dalgaların, yakan güneşin, baştan çıkaran ay ışığının… Doğanın düzeni ne kadarsa, Balıkçı’nın yazdıklarındaki düzen de o kadardır. Bu özelliğine sık sık vurgu yapan Selim İleri de Balıkçı’nın anlatımındaki dalgalanmayı bir aksaklık olarak değil, doğanın ritmi ve yansıması olarak gördüğünü belirtmekte ve metinlerindeki o iç sesi “… denizlerin, rüzgârların, ağaçların sesi” olarak niteleyip “Halikarnas Balıkçısı’nın cümlelerindeki iniş çıkışlarda oldum bittim kendini doğaya bırakışı hissettim ben,” demektedir. (Radikal Kitap, 28.09.2012, Sa: 602)

Doğayı bir bütün olarak edebiyatımıza sokan Balıkçı, asıl emeğini ekmeğini denizden çıkaranlara yöneltse de kıyıları da pek küstürmez. Mavi dalgaların üzerinden gördüğü uzak ya da yakın doğa parçalarına yer yer göndermeler yapar, özellikle güneşin ve ayın gönlünü almasını bilir, kıyı bitkilerine olan sevgisini sıkça haykırır:

“Mandalin ve portakal ağaçları ay ışığında, tepelerinden tırnaklarına kadar parlıyordu. Çiçekleri dolayısıyla, ağaçların üzerine karlar yağmış gibiydi. Fakat mis gibi kokan serin ve ılık bir kar. Çiçekler gerçekten, karlar gibi yere yağıyordu. Yeryüzünü ışıklarla örtüyorlardı. Rüzgârın her esintisi, çiçeklerin kokularını açık denizlere, millerce uzaklara götürüyordu. Kıyı boyunca evlerinin beyaz badanalarıyla ağaran kent, derin uykusuna varmıştı.” (Parmak Damgası, s. 73)

Sonuç olarak Balıkçı’nın edebiyatımızdaki ayrıksı yerini belirlemede şu özelliklerinin altının çizilmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum: Doğayla bütünleşen coşkulu biçemi, deniz insanlarını yücelten bakış açısı, kadın bireyselliğine saygılı yaklaşımı, kirli paraya karşı takındığı eleştirel tavır, aykırı karakterleri anlama çabası… Bu kadar mı? Hayır! Anadolu uygarlıklarının önemini savunma savaşımı, Mavi Yolculuk’ların düşünsel altyapısı, çeviriler de madalyonun diğer yüzü.

Azra Erhat’a yazdığı son mektupta “Yahu ben bu dünyaya bir daha gelmeyeceğim. Dağları, suların nasıl aktığını görsünler ki, gözlerim açık kalmasın,” diyordu.

Doğaya çağrıydı bu bir bakıma. Yani kendisine…

Bize de yaklaşmak düşer öyleyse.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

  1. Refik Baskın dedi ki:

    Eline sağlık Mehmet Atila, çok güzel ve keyifli bir yazıydı. Yeni kuşakların pek tanımadığı bir büyük düşünür bence Balıkçı. Bodrum’a ilk geldiğimde 1981’de (balayımızdı) Ayla’yla mezarını ziyaret etmiştik. Daha henüz anıt mezar yapılmamıştı. Bir çok kitabını okumuş ve ondan etkilenmiştim. Karadeniz’le ilgili yazmalarımda onun etkisi olmuştur. Ben de kendi çapımda Karadeniz’i yazamam mı diye. Onun enerjisine erişmek olanaksız tabi, ama ben de kendi halimce Karadeniz’le ilgili bir şeyler çiziktirdim.
    Selam olsun Balıkçıya ve onu yaşatan M Atila gibi güzel yüreklere

    1. Mehmet Atilla dedi ki:

      Teşekkürler Refikçim. Bu dünyada benzer çabalarla yol almanın da bir keyfi var. Ne kadar becerebilirsek… Sevgiler, selamlar.

  2. Müjgan Kırca dedi ki:

    Muhteşem bir anlatım ancak alkışlanır.. Yüreğine,eline sağlı sevgili arkadaşım,meslekdaşım Mehmet Atilla

    1. Mehmet Atilla dedi ki:

      Çok teşekkürler sevgili Müjgân Kırca. Senin güzel yarınlara yönelik çabaların da aklımda. İyi dileklerimi gönderiyorum.