Bodrum Gündem

Görevlendiremediklerimizden misiniz?

Görevlendiremediklerimizden misiniz?

 

 

Aman, sözün aydın olsun öz olsun,

Işık saçsın, bakan köre göz olsun.                Yusuf Has Hacib ( Kutad gu Bilig 11. y.y)

 

Dünyadaki tüm bebekler konuşma yetisiyle doğar, ne ki konuşamaz. Yani Dünyada hiçbir bebek, doğar doğmaz, “merhaba anneciğim, babacığım ben deldim” diyemez; ancak ağlar  gülümser, bazı sesler çıkarır. Zamanla kalıplı sesleri daha sonra da bu sesleri tekrar ederek içinde bulunduğu toplumun ve kültürün dilini konuşmaya başlar. Çinli bir bebeği bir Türk aile büyütse anadili Türkçe olur, Çince konuşmaz; ya da bir Türk bebeği bir Alman aile büyütse anadili Türkçe değil Almanca olacaktır.  Dilbilimciler buradan yola çıkarak ilk insanın konuşma bilmediğini, konuşamadığını varsayarlar. İlk insanın nasıl konuşmaya başladığı konusunda birtakım varsayımlar olsa da bu konu artık dilbilimcilerin araştırma konusu değildir. Buna karşın M.Ö 3500’de Sümerlilerin çivi yazısını icat ettiği bilinmektedir. Burada ilginç olan ,tüm insanlar aynı konuşma yetisine sahipse neden toplumlar farklı farklı dilleri konuşuyor? Tahminlere göre şu anda Dünyada konuşulmakta olan 7 binden fazla dil vardır. Yazı dili olmayan sadece konuşmada yaşayan diller de olduğu için bu sayı tam olarak saptanamaz. Üstelik günümüzde artık konuşulmayan Sümerce, Elamca, Hititçe, Hunca gibi pek çok ölü dil de bulmaktadır. Zira diller canı varlıklardır. Doğar, onu kullanan toplum ve kültür o dili geliştirip zenginleştirir ve tarihi süreçte diğer dillerin egemenliğinde ise asimile olur,  zamanla yok olur ve “ölü dil” diye adlandırılır.

Her toplum farklı coğrafi bölgelerde, farklı şekillerde yaşar. Toplumların yaşam şekli, bireylerin birbirleriyle ilişkisi, dünyaya ve olaylara bakış açısı, gelenek ve görenekleri hatta giyimi kuşamı, yemek alışkanlıkları, beğenisi farklıdır ki tüm bunların bileşkesi kültürü oluşturur. Kültür, o toplumu diğerlerinden farklı kıldığı gibi dilleri de şekillendirir, farklı kılar. Örneğin Eskimo dilinde; devekuşu, vaha, hurma, kum fırtınası gibi sözcüklerin olması beklenemez. Buna karşın dilimizde; lapa lapa, tipi, sulu sepken diye adlandırdığımız kar için kullandığımız bu sözcüklerden çok fazlası Eskimo Dilinde vardır. Ayrıca akla takılan bir soru da şudur: Neden dillerdeki sesler ve sözcükler farklı. Örneğin neden dilimizde Arapça ve Fransızcada olduğu gibi gırtlak sesleri yok; ya da neden dilimizde sekiz ünlü harf var ve her hecede bir sesli harf kullanıyoruz da öbür dillerde bu kadar çok ünlü yok. Üstelik sözcüklerin seslendirilişleri de farklı. Sadece düşüncede oluşturduğumuz yani elle tutulup gözle görülmeyen  sevinç, üzüntü, başarı, kazanç gibi sözcükler hadi farklı seslendirilebilir diyelim; ama Dünyanın her yerinde tüm insanlar, aynı şekilde gördüğü halde  “ deniz, dağ, yıldız” gibi sözcükleri dillerinde neden farklı seslerle adlandırmaktadır. Bizim  “deniz” dediğimiz doğa parçasına başka diller “ sea, bahr, derya” diyor. Tüm Türk dillerinde  “yıldız, ıldız” diye adlandırılan gök cismine başkaları “star, stern, necm, sitare”   diyor. Tıpkı dağ, maunt; taş, stone gibi.  Üstelik her dilde sözcüklerin cümle içinde kullanılışı da farklı; çoğu dil,  yüklemi ortada kullanıyor. Biz yüklemi sonda kullanıyor üstelik ona kişi belirten bir ek veriyoruz. “ Geldim” diyoruz.  Biz eğer vurgulamak istersek , “ben geldim” diyoruz yoksa  “geldim “ demek yeterli oluyor. Yüklemin sonuna “m” eklediğimizde ben ,”n” eklediğimizde “sen” oluyor bu diğer kişileri belirtmek istediğimizde de böyle. Çoğu dilde böyle bir şey yok; çünkü dilimiz yapısına göre eklemeli bir dil .Biz sözcüklerin sonuna ek getiriyoruz başta ek kullanmıyoruz. Dilimizde demokratik, antidemokratik; septik, antiseptik; normal, anormal; çare, biçare; vefa, bivefa gibi bir kullanım yani önek yok.  Fakat 102 yapım, 32 çekim ekimiz var ve bir köke, elde etmek istediğimiz anlamı bulana kadar görev, işlev ve anlam veren ekler getirip yeni sözcük türetebiliyoruz: Görevlendiremediklerimizden misiniz? İlginç bir örnek değil mi? İşte yeni sözcükler yapabilmek için bu denli işlek bir dilimiz var. Ama bu zenginliğin farkında olup onu kullanmak, geliştirmek ve işlemek gerekiyor. Muhteva yerine içerik, lansman yerine tanıtım, data yerine veri, manivela yerine kaldıraç, ifrazat yerine salgı, solüsyon yerine eriyik, konsensus yerine uzlaşma, meteor yerine göktaşı yapabiliyoruz. Eğer istersek ve emek verirsek dilimize giren binlerce sözcüğe karşılık bulabiliriz yeter ki üretilen bu sözcükler, toplum tarafından kullanılsın. Kullanmak bir yana bir zamanlar,  bu çalışmalara sekte vurmak için  karşı devrimciler, TDK tarafından hiçbir zaman türetilmemiş olan  oturgaçlı götürgeç,  hava konuk avrat, ulusal düttürü gibi uyduruk sözcükler yapıp bu çalışmaları alay konusu etmiş, toplumu da buna inandırmıştı. Ne yazık ki artık dil konusunda bu tür  çalışmalar yapan ve bunu topluma ulaştırmak için çabalayan bir kurumumuz da yok. İpin ucu kaçmış durumda.

Renk adlarımız da o denli zengindir ki o adlar, doğayı çağrıştırır ve düşüncemizi somutlaştırır: Ördek başı yeşili, fıstık içi  yeşili, çimen yeşili, vişne çürüğü rengi, kavun içi rengi , limon küfü rengi, nar çiçeği rengi, cam göbeği rengi, gök mavisi, duman rengi (gri) şu anda aklıma geliverenler ama biz bunların çoğunu kullanmıyoruz. Yavru ağzı yerine somon; çingene pembesi yerine fuşya; gece mavisi yerine de bir zamanlar parlament mavisi diyorduk, böyle konuşmak kibar oluyor, banal kaçmıyor. Yabancıların çinilerimizdeki mavi renkten esinlenerek kullandığı “ turkuaz”  sözcüğünü pek sevdik. Türk mavisi değil turkuaz diyoruz.  Türk mavisi demek alaturka oluyor. Çoğumuz turkuaz sözcüğünün Türk mavisi demek olduğunu bilmiyor bile.  Bir de Fransızcadan aldığımız alaturka sözcüğü var. Ne demeye geldiğini bilmeden, özellikle bir durumu, bir bireyi beğenmeyip basit bulduğumuzu ifade etmek için kullanıyoruz.  “Alaturka” Türk tarzı, Türk usulü demek . “Alaturka adam, alaturka kadın, alaturka davranış”   diyerek kendimizi nasıl da aşağılıyoruz.  Acaba toplum, bunun anlamını bilse alaturka sözcüğünü böyle ulu orta kullanır mıydı?

Türk Dillerinin hepsinde akrabalık adları çok zengin, her bir akraba farklı adlandırılıyor. Çünkü her kültür önem verdiği kavramları adlandırır. Bu zenginlik bizim toplumumuzun aile bağlarına ve akrabalık ilişkilerine verdiği önemi gösterir:  Hala, teyze, görümce, elti ; amca, dayı, enişte, bacanak, kayınbirader gibi. Hatta dilimizin uzak akrabası olan Fince ve Macarcada da bazılarının karşılığı vardır. Oysaki şu anda etkileşim içinde olduğumuz çoğu dilde özellikle Batı Dillerinde bunların hepsinin karşılığı yoktur; çoğu sözcük için “uncle” ve auntie “ ve onların çocukları için de “cousın” sözcüğü kullanılır. Dilimizde bu denli çok akraba adı varken,  bazılarımız nedense “eltimin oğlu, görümcemin kızı” demiyor da kibar kibar “ kuzen” diyor. Çünkü böyle konuşmayı şık buluyor, diğerini basit ve alaturka buluyoruz. Yakında “first kuzen” diyen çıkarsa şaşırmam.

Hiçbir dil, zengin bir dil olarak doğmamıştır. Her dil, zamanla değişir ve her dilde ağızlar, şiveler, ve lehçeler vardır. Bazen lehçeler öylesine farklılaşır ki, o dilden yeni bir dil doğar; tıpkı 5. Y.y’da Orta Almancadan İngilizcenin ortaya çıkması gibi. Ayrıca hiçbir dil, saf bir dil değildir. Her dil, birbirinden sözcük alır, yalnız bunun bir sınırı olmalıdır. Kültür de tıpkı dil gibi,  gelişen teknoloji ve uluslararası ilişkiler sonucu gelişir ve değişir. Ne ki bu değişim, dilin ve kültürün yapısını bozmadan, düşünce yapısında bir daralma ve iletişimde bir aksaklık yaratmadan, onun özüne aykırı olmadan gerçekleşmelidir. Aksi takdirde o dil de kültür de yozlaşır ve yok olur.  Zaten başka toplumlara öykünerek dilini ve kültürünü geliştirmeden aynen alınan kavramlar ve olgular,  o toplum tarafından özümsenemez; bilim ve teknoloji topluma indirgenemez . Başkalarına öykünerek kullanılan nesneler gibi eğreti olur. Hiçbir dil ve kültür, uygarlaşmak ve teknolojide gelişmek isteyen toplumun önünde engel oluşturmaz. Japon toplumu bunun en güzel örneğidir. Uygarlık, bir toplumun kendi gereksinimleri için yarattığı yüksek kapsamlı bir kültürdür; Doğu Uygarlığı, Batı Uygarlığı gibi. Uygarlık onu üreten toplumda kalmaz, onu tüm toplumlar kullanır. Ancak alınması gereken uygarlığın ürettikleri, sonuçlarıdır; yabancı diller, sesler, sözcükler ve kültürler değil. Uygarlık düzeyine erişmek bilim ve teknoloji üretmek için, bir toplumun dilinden ve kültüründen ödün vermesi gerekmez. Tarihsel süreçte izlediğimiz uygarlıkların örneğin bir zamanlar Arapların ve Farsların sonra Fransız ve Almanların günümüzde de İngilizlerin dilini almak, hele hele eğitim dilini bu dillerle dayandırmak bizi üretken ve çağdaş yapamaz.  Gelecekte acaba hangi topluma öyküneceğiz.  Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve daha üretken olmak için bilim ve eğitim dilini geliştirip zenginleştirmek gerekir. Bunun için bu alanlarda çalışan bilim adamlarına ve onlarla birlikte çalışacak dil uzmanlarına ve dil kurumlarına büyük bir ulusal görev düşer. Bu, çok emek ve devlet desteği isteyen uzun soluklu, süreklilik gerektiren bir çalışmadır. Bu aşamada toplumu yönetenlere, bilim adamlarına, aydınlara, yazılı ve görsel basına büyük sorumluluk düşer. Ama bu sorumluluğu üstlenmek için de bu işin önemini kavramak, kendi dilini, kültürünü ve öz değerlerini bilmek ve benimseyip sevmek gerekir ki, Batılı pek çok ulus, özellikle Fransızlar bunu gerçekleştirip sürekli dil çalışması yapıyor. Almanlar Metro demiyor, “U Bahn “ diyorlar. Biz de “alt ulaşım” diyemez miydik? Telefon, televizyon için de Almanca karşılıklar bulmuşlar. Dil Kurumu böyle sözcükler üretse kıyamet kopardı. Sınırlarımızdaki denetimsiz girişler hepimizi endişelendiriyor; ama dilimizdeki bu istilaya dur diyecek ve bu tür çalışmaları yapacak bir Dil Kurumunun varlığından da ne yazık ki söz edemiyoruz. Hatta çoğumuz bu istilanın farkında bile değiliz. Dilimizi ve kültürümüzü geliştirip zenginleştirecek olan bizleriz. Bunu hiçbir toplum bizim için yapamaz. Çünkü bu dilin ve kültürün sahibi bizleriz. Üstelik toplumdaki bu aymazlık, başkalarının  işlerine bile gelir. Çünkü  uzun zaman da alsa, bir topluma  egemen olmanın yolu, diline, kültürüne ve eğitim diline  egemen olmakla sağlanır; bu en kalıcı ve kesin bir sonuçtur.

Ulusal olmayan hiçbir şey evrensel olamaz. Ne Batı’nın yoz kültürü ne Doğu’nun bağnaz kültürü. Toplumumuz bu gerçeğin farkına varıp Atatürk Devrimleri ile uyanmıştı, aklın ve bilimin ışığında o yolda gitmek gerekmiyor mu? Hatırlatmak isterim, bir siyasetçi, özellikle Milli Eğitimle ilgili bir siyasetçi  “ Türkçe artık öldü “ diyebiliyorsa ve bu söylem basında yayımlanıp topluma ulaşıyorsa, bu, ya “ kabullenilmiş bir çaresizlik” ya da “ gönüllü bir teslimiyet” demektir.  İşte bu aşamada toplumdaki her bireye büyük sorumluluklar düşer. Çünkü dilimiz. Kültürümüz; kültürümüz dilimizdir ve dil, kültürümüzün aynasıdır. Dilimiz ve kültürümüz, bizi biz yapan,  bizi ulus yapan, tarihten günümüze bizi taşıyan en önemli etmendir. Dilimiz, Osmanlı döneminde Arapça ve Farsçanın baskısına karşın halkın yaşattığı ses bayrağımızdır. Kültürümüz de dilimiz de çok değerlidir ve bizim uluslararası onurumuzdur. M. Kemal Atatürk’ün, “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür” ve “Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil, bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Ulusu dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtaracaktır”  sözlerini bir kez daha anımsatmak istedim.

Görevlendiremediklerimizden misiniz?

Nadiye Sarıtosun

İTÜ Dil ve İnkılap Tarihi Bölümü Emekli Öğretim Görevlisi

Yorumlar

  1. Cevat Salih Sevinç dedi ki:

    Nadiye hanım bu güzel yazınız ve dilimize verdiğiniz önem için teşekkür ederim. Yazınızda vurguladığınız dilimize karşı olan tehlikenin bu denli kötü sonuçlar doğuracağını düşünmüyoru. Kültür ve içindeki tüm unsurlar karlı ve sğuk bir havada dışarı çıkan insanın giydiği koruyucu kıyafetlerdir. Bunları kullanmayan yok olmaya kaybolmaya mahkumdur. Türk/Anadolu kültür ve medeniyetine sımsıkı sarılanlarda binlerce yıl daha medeniyetini yaşayacak ve yaşatacaktır. Biz ve Japonlar aynı tatih çizgisinde farklı yaşam kültürü derecelerindeyiz. Fakat Japon kültürü ve bizim kültürümüz gelişme cizgisinin aynı noktasında değiliz. Farklı coğrafi etkileri yüzünden biz çok öndeyiz. Japınların aynı sınavları başarıyla vere bileceklerini düşünmüyorum. Atom bombasından 10 sene sonra “ABD ve Nato bizim büyüğümüzdür” diye bilen kitleden bir şey beklemiyorum. Velhasıl ülkemizdeki bu dejenere/soysuzlaşmanın doğal seleksiyon/ayıklama işlemi olduğunu düşünüyorum. Bilgilerim, okumam ve düşünmem bu yönde. Şurda şunu da vurgulamadan geçemiyeceğim. Yaşadığımız dejenerasyonun/soysuzlaşmanın başlaması ve hızlanmasını Adnan Menderes ve onunla başlayan natonun ülkemize girmesidir. Teşekkürler tekrar yazınız için.

    1. Nadiye Sarıtosun dedi ki:

      Sayın Cevat Salih Sevinç , yazı göndermeye başladığımda “ benim yazılarımı kim okur ki” diye düşünmüştüm . Çünkü toplumumuz bu konularda öylesine duyarsızlaştı ki . Ama görüyorum ki hala duyarlı bireyler var . “ Olanın olmayana , bilenin bilmeyene borcu var” deyişinden yola çıkarak yazmaya devam edeceğim .Beni yüreklendirdiniz .Görüşleriniz için teşekkür ederim . Sağlıcakla kalın , esen kalın .