Bodrum Gündem

Sadun Boro gibi ‘Bir Hayalin Peşinde’ koşan CENGİZ ARSLANOĞLU

Yelkeni bilmeden ve hatta teknesi bile yokken, Sadun Boro gibi sadece bir pusula yardımı ile dünyanın etrafını dolaşmayı hayal eden Cengiz Arslanoğlu, hayalini gerçekleştirebilmek için “hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin, bir şarkı söyler gibi ölebilirdi…”

Meslek büyüğüm Can Pulak önermişti “Fatih bu adamı takibine al. Yaşamın boyunca tanıyabileceğin ender insanlardan birisidir bu adam…” demişti. Cengiz Arslanoğlu’nu takip etmeye başladım. Yaklaşık bir yıldan bu yana da takip ediyorum. Sonunda Bodrum’a geldiğini öğrendim ve Cengiz Arslanoğlu ile yüz yüze tanışıp konuşma fırsatını da yakalamış oldum.

Cengiz Arslanoğlu, Can Pulak ve ben Amerikalı iş insanı Cenk Tuncay’ın evinde buluştuk. Can Pulak nasıl tanıştıklarını, Sadun Boro ile onları nasıl bir araya getirdiğini anlatınca, neden ona “Çılgın bir adam!” dediğini anladım.

Cengiz Arslanoğlu konuşmaya başlayınca aklıma Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”ndaki şu dizeler geldi;

“dümende ve baş altlarında insanları vardı ki
bunlar
uzun eğri burunlu
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
zaferi için
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler…”

Aslında “Uzun eğri burunlu” değildi. Bilmiyorum neden, ben onu bu dizelerdeki “Arhavali İsmail” olarak yerleştirmişim kafama. Enteresan bir adamla karşı karşıyaydım. Sakarya’nın Karasu kasabasındanmış. Bolu ve Sakarya bölgesinde yaşayan birçok insanın denizle ilk kez tanıştığı, Karadeniz’in en batıdaki kıyı kasabalarından birisidir Karasu…

“Aslen Ofluyuz. Adapazarı Karasu sonra İstanbul’da tahsil hayatı…” diye başladı söyleşimize. Of ve Adapazarı yan yan gelince insanın aklına bin tane şey geliyor.

Tahsil hayatı derken, biraz detaya iner misiniz?

“İlk ve orta Karasu’da lise ise İstanbul’da. Üç sene Kabataş Erkek Lisesi. Üzerine de üç sene mastırı Haydarpaşa’da yaptım. Yani senin anlayacağın liseyi altı senede bitirdim. Dolayısıyla üniversiteye gerek kalmadı…”

Baştan dedim; Of ve Adapazarı yan yana gelince aklıma başka şeyler geliyor diye…  

Niye altı sene?

“O günlerde tek başına bir dünya seyahati hayalim vardı. Sadun Boro’nun gittiği aynı yoldan… Sonra sağ olsun Can Abi’yle bir vesile ile tanıştık. O beni Sadun Baba’ya çıkardı…”

Sadun Boro’yu konuşacağız ama önce sizi biraz tanıyalım, okurlarımızında bir fikri oluşsun. Evli misiniz, çoluk-çocuk var mı?

“Bu seyahate hazırlanmak için ayrıldım diyebilirim. Çünkü seyahat esnasında sorun olabilirdi. Onun için tek başına çıkmak daha rahat olur diye düşünmüştüm. Belki başkaları benim gibi düşünmeyebilir. Tek başına deniz seyahati en güzeli…”

Asıl mesleğiniz nedir?

“Serbest meslek diyelim. 30-40 sene Almanya Frankfurt’ta gıda, oto, inşaat üzerine işler yaptım…”

Hayalinizdeki seyahat için para mı biriktirdiniz onca yıl?

“Para biriktirdi değil de, ihtiyacımızı karşılayacak kadar ayırdık demek daha doğru olur. Yeteri kadar işte…”

Bu başlangıcın ardından Can Pulak araya giriyor; Cengiz Kaptan akla gelebilecek çılgınlığın en büyüğüne kalkışmış. Tekne yok, yelken bilgisi hiç yok. Sadun ağabeyin kitabını okumuş, okuduklarından da çok etkilenmiş ve ‘Aynı rotayı ben de yaparım’ diye bir karar almış. Bunu bana açıkladığı zaman dehşete düştüm. ‘Tekne yok, yelken bilgisi yok. Nasıl yapacaksın?’ diye sorduğumda ‘Yapacağım, kendimi buna göre ayarladım, iş hayatımı buna göre bitirdim. Güzel bir tekne alacağım, bu işi öğreneceğim ve çıkacağım. Sadun Boro hangi şartlarda çıktıysa ben de öyle çıkacağım, pusulayla yoluma devam edeceğim,’ dedi. ‘Şaka yapmıyorsun değil mi?’ dedim ‘Yok abi ne şakası,’ dedi. Bunu Sadun Abi’ye de kendisi anlattı. Sadun Abi önce vaz geçirmeye çalıştı, ‘Kardeşim şimdi Atlantik’i geçiyorlar ama her türlü imkânları var. Benim şartlarımla geçmek, hele bu devirde… Aklını peynir ekmekle mi yedin?’ dedi. O da ‘Ben kararlıyım efendim, bu işi yapacağım’ deyince ‘Git tekneni al, üzerinde çalış, iyice öğrendikten sonra çık.’ dedi…

Hangi seneydi anımsıyor musunuz Cengiz Kaptan?

“Ölümünden 2 sene önceydi. 2013 Eylül ayı…”

Yani Cengiz Kaptan ile Sadun Boro’yu siz mi tanıştırdınız Can ağabey?

“Evet, Cengiz Kaptan’ı ben de tanımıyordum. Bizim eski Futbol Federasyonu Başkanı Kemal Ulusu’yla konuşmuş, o da ‘Seni Can ağabeyin tanıştırır,’ demiş. Kemal Ulusu telefon açtı, durumu söyledi. Ben de tanıştırdım. Sadun ağabeyin elini öptü. Böylece kendisinden icazeti aldı ama ben de takip ediyorum. Sonuçta çıktı. Seyahat boyunca sürekli yazıştık. Her gün merakla haber bekliyordum…”

Kaptanlıkla ilgili hiçbir bilgi ve deneyimi olmadan, sadece hayalini gerçekleştirmek için azmetmiş demek…

“Çok doğru söyledin. Cengiz Kaptan azmetti ve bütün kademeleri aştı. Rüzgâr durumlarını, mevsimleri bekledi. Hiç lisanını bilmediği adalara gitti, orada yerlilerle yaşadı. Bence Sadun ağabeyin yaşadıklarından çok daha önemli bir yaşam. Çünkü Sadun ağabey İngilizce ve Almanca biliyordu. Bizim Cengiz Kaptan hâlâ ‘What is this? It is a pencil.’ Bu kadarcık yabancı dil bilgisi ile o adalara gidiyor ve adalardaki insanları etkiliyor. Etkilenmekle de kalmıyor adadakiler de ona sahip çıkıyorlar. Adadakiler neredeyse ‘Gitme, kal, yerleş buraya’ diyecekler. Tabii yaşadığı en dehşetli şey; Atlantik’in ortasında yelkenlisinin direğini kırmasıdır. Hepimiz onu sosyal medyadan heyecanla takip ediyorduk…”

Cengiz Kaptan, Sadun Boro ile karşılaşınca neler hissettin? Sanıyorum ilk karşılaşmanızda size çok soğuk davranmış.

“Sadun Baba idolümdü. Onu görünce çok heyecanlandım önce. Onu Can ağabeyin vasıtasıyla tanıdım ama Can ağabeyi de tanımıyordum. Kendisine telefon açtım, olayımı anlattım. Can ağabey de sağ olsun ‘Tamam’ dedi ve ortamı hazırladı. Beraber Hırsız Koyu’ndaki katamaranına çıktık. Önce projemi söyledim; ‘Sadun Boro 50. Yıl Anısına Aynı Rota…’

Sadun Boro bu projenizi nasıl karşıladı?

“Orada çok enteresan bir anı yaşadık. ‘Teknen var mı?’ dedi, ‘Yok,’ dedim. ‘Yelken bilgin var mı?’ dedi, ‘Yok,’ dedim. Şöyle bir durdu, ‘Nereden getirdin bu adamı?’ der gibi Can ağabeye baktı. ‘Hayır! Sana icazet vermem,’ dedi. O an ortalık bir elektriklendi, gerildi. Tabii ben de bir acayip oldum. ‘Pupa Yelken’ kitabı elimdeydi, imzalatmak için getirmiştim. Ona döndüm; “Baba bu kitabı okuduğum kadar Kur’an-ı Kerim’i okusaydım, bu memlekette Diyanet İşleri Başkanı olurdum. Kitapta diyorsun ki ‘Bu işi beyninde ve yüreğinde bitir ve yürü’. Ama şimdi olmaz diyorsun. Kararımı verdim ben gideceğim…’ dedim. Can ağabey de ‘Niye öyle diyorsun, yapar,’ falan deyince yumuşadı. Sonra daha samimi bir hava oluştu…”

Hazırlık çalışmasında neler yaptın?

“Almanya’dan bir tekne aldım. Onu kamyonla Karasu’ya getirdim. Sadece altını boyadım, denize koydum ve çıktım, yürüdüm…”

Yelken yapmayı nasıl öğrendin?

“Denizde yol alırken öğrendim. Yelkeni açtım, baktım gidiyor, sonra ana yelkeni açmaya başladım. Harala gürele diyelim, öyle gittim. Hani bir de ‘Kervan yolda düzülürmüş’ diye bir söz vardır. Ona göre gittim…”

Can ağabey, Cengiz kaptanın yelkeni kendi kendine öğrenmiş olması, önceden hiçbir hazırlık yapmaması çok ilginç değil mi?

“Bana göre de öyle. Zaten işin cazibe noktası da orası. Bizim yelkencilerden birisi ‘Çıkıyorum’ derse çıkar adam, yelkene alışkındır. Zorlanırsa bir yerden döner. Bu öyle değil, hem bilmiyor, hem kararlı, hem başına olmayacak belalar geliyor, hem de devam ediyor…”

Cengiz Kaptan ilk zorluk nereden çıktı?

“İyon Denizi’nde ilk defa bir fırtınaya yakalandım. Zorluk derken şimdi bana amiyane deyişle, çok basit geliyor. Yanımda kız arkadaşım da vardı. Tamam bitti bu iş,’ dedim içimden. Tekne bir sağa bir sola deli gibi sallanıyor. Ama Sadun babanın kitabında yazıyordu; bir fırtınaya yakalanmışlar, tekneye kapanıp fırtınanın geçmesini beklemişler. O an aklıma geldi, biz de öyle kapandık bekliyoruz ama dalga vuruyor falan yüzümüz bembeyaz. Çok korkmuştuk. Tabii sonraki fırtınalarda alıştık…”

Can ağabeyin söz ettiği yelken direği kırılmış ve bir adaya düşmüşsünüz. En önemli serüveniniz o mudur?

“Direğin kırılması Türkiye’yi aşar, bir Hollywood filmi olur…”

Nerede kırıldı?

“Atlantik’in tam ortasında Kabawer Adaları’ndan çıkmıştım 900 mil sonra sabaha karşı bir fırtına çıktı. Kavança diye bir olay var, giderken teknenin başı döner, rüzgâr terse döner. Bu arada tabii kasılıyorsun, yelken direği sarsıyor. Biraz acemilik biraz da yelkenin büyük olması nedeniyle yandaki tel koptu. Tekne önce sağa sonra sola yattı. Fırtına, yağmur var, tekne ceviz kabuğu gibi sallanıyor. ‘Allah’ım yandım!’ dedim. O telaşla, tekne batacak diye bota inmeyi düşünüp suları, çikolataları, köpeğin mamalarını havuzluğa atmaya başladım. Bir ara baktım direk kötü ama teknenin dengesi iyi. Hemen lambayı taktım bir-iki saat onları ayıkladım. Bu arada ellerim ayaklarım dizlerim kan içinde kaldı. Çok kötü bir sahneydi diyebilirim…”

Can Pulak “Orada baktın hayatın sonu, pişmanlık duydun mu hiç? Ya biz de nereden çıktık bu işe dedin mi?” diye sordu. Cengiz Kaptan da beklediğim o yanıtı verdi; “Hayır. O an onu düşünemiyorsun ki, kurtulmanın yollarını arıyorsun. Tekne batar, öleceğine yakın belki o zaman onu düşünürsün. Nasıl kurtarabilirim, ne yapmam lazım o mücadele ve telaş içindesin…”

 Can Pulak sormaya devam etti; “Onarım ne kadar sürdü?

“İki saat kadar sürdü. Arkaları söktüm, ana yelkeni suya attım fakat cenova asılı kaldı. Çünkü halkalı değil pimliydi, onu sökmek için bayağı uğraştım. Tabii o arada tekne sallanıyor, dalgalar vuruyor…”

O arada köpek ne yapıyordu?

“Köpek havuzlukta duruyordu. Bütün donanımı sıyırdım, sonra köpek geldi beni yalamaya başladı. Onu kucağıma aldım, ‘Yırttık Pupa!’ dedim…”

Batma tehlikesi geçirdiniz, sonra ne yaptınız?

“Üç gün öyle durduk. Rüzgâr ve dalga zaten seni bir yerlere doğru götürüyor…”

Nereye gittiğinizi bilmiyorsunuz öyle mi?

“Hayır bilmiyorum. Öylece sürükleniyoruz. Pupa ile birbirimize bakışıyoruz, oğlum gittik diyorum. Ölümü düşünüyorum. Bizi bulmaları umuduyla sağa sola bakıyorum. Telsizim falan da yok…”

Can Pulak anımsatıyor; “Sadece pusula var, Sadun ağabey de öyle çıkıyordu zaten. Onun zamanında telsiz nerede?”

Bu sözler üzerine Cengiz Kaptan; “Çok enteresandır hep Sadun Baba’yı yanımda olarak düşünüyorum. Onu hep yanımda hayal ediyorum. O da aynen öyle manuel çıkmış. Onun neler yaptığını düşünüyordum. Tabii onun yanında eşi vardı, bazen sigara içiyordu. Bunları kitabında yazmıştı…” sözleri ile Can Pulak’ın söylediklerini onaylıyor.  

İngiltere’den çıkan akıntı New York’u yalayarak aşağıya iniyor.

Devam edin, sonra ne yaptınız?

“Akıntı değil de alize rüzgârlarını arkana aldığın zaman gidiyorsun. Ben şöyle diyorum, hatta bazı Atlantik’i geçenler bana da kızıyor; bir pet şişeyi koy birkaç ay sonra Atlantik’i geçer. Siz hiçbir şey yapmasanız bile rüzgâr ve akıntılar sizi sürükler, kolayca Atlantik’i aşabilirsiniz. Atlantik’i geçmek o kadar zor bir şey değil. Ben sürükleneceğim ama nereye çıkacağım, işte hep bunu düşünüyordum…”

O sürüklenme ile nereye çıktınız?

“İki metrelik sörf çıtası ve balon yelken gönderinden bir şey kurdum. Ama kurana kadar da çok uğraştım. Çünkü ufacık bir tekne, devamlı oynuyor. Onu diktim, fırtına yelkenini biraz küçülttüm. O yelkenler yavaş ama bir rotada gitmemi sağladı…”

Can Pulak yine devreye giriyor, ustaca soruları ile söyleşiyi tatlandırıyor; “Atlantik’i geçmek zor değil diyorsun, nereyi geçmek zor?” “Bence Pasifik daha zor. Hint Okyanusu daha da zormuş. Sadun Baba da öyle söylüyor zaten…”

Cengiz kaptan senin teknenin boyu ne kadardı?

“8.90 metre…”

Adı?

“Bavaria…”

Onu daha sonra ne yapacaksınız?

“Sağ salim dönersem Adapazarı Karasu sahilde müze gibi sergilemeyi düşünüyorum…”

“Cengiz Arslanoğlu gerçekten kendine özgü, enteresan bir adam. Farklı bakış açıları ve farklı hayalleri var.”

Adalarda kaç ay kaldınız?

“Bir adada bir buçuk sene kaldım…”

O ada neredeydi?

“Panama Kanalı’nı geçtikten sonra Panama’nın büyük bir Coiba Adası var. Orta Amerika’nın en büyük adası. Onun dibinde bir koy var, o koyun içinde yarım saatte etrafını dönebileceğin bir ada var. İlkel, primitif bir yer…”

Can Pulak da bu ilginç adama, ilginç sorular sormaya devam ediyor;  “Orada bir buçuk sene kaldın, rüzgârı mı bekledin…”

“Pasifik sezonunu bekledim Can ağabey. Tabii bir de Pandemi de vardı…”

Can Pulak; Bu arada zorlukların içerisine hiç beklemediği, hesapta olmayan Pandemi de girdi. Orada çok zorlandı. İki tane zorluk kademesi yaşadığını fark ediyorum; birisi direğin kırılması ikincisi de Pandemi. Hesapta yokken bir yere geliyorsun ve seni durduruyorlar, alıkonuluyorsun…

“Alargada açıktaydım, karaya çıkmak istedim, çıkarmadılar. Polis ve doktorlar geldi, yabancı tekne olduğum için çıkarmadılar. Öleyim mi ne yapayım dedim. Oranın yerlileri ile konuştular ve orada bir yerli gibi yaşamaya başladım. Oradan bir yere gitmek için iki saatlik bir tekne yolculuğu gerekiyor. İlkel bir yer olduğu için Pandemi nedeniyle oraya yardım geliyordu. İçinde yağ, şeker, tuz, makarna gibi yiyecek maddeleri olan torbalar veriyorlardı. Sıraya girer ben de alırdım…”

O adanın adı neydi ve ne dili konuşuyorlar?

“Isla Colon Adası, İspanyolca konuşuyorlardı…”

İspanyolca bilmiyorsun. O adamlara ‘Ben öleyim mi?’ diye nasıl söyledin?

Muerto, no no’ dedim. Sonra adanın öğretmeni ile bir şeyler konuştular. Ben yine tekneye çıktım. Adada iki haftada bir değişen iki tane polis vardı…”

Sonra sana izin verdiler. Karaya çıktın, çocukların sevgilisi oldun. Peki oradaki adın neydi?

“Zingi. Çocuklara şeker, çikolata falan alırdım. Onlar da bana mango falan getiriyorlardı. Çok güzel bir yaşantım oldu…”

Adeta bir belgesel tadında yaşam…

“Bir buçuk senede çocuklara şeker ve çikolata almak için 800 dolarım gitti. Ama balığın en nefisini orada yedim…”

Alışveriş yapmak için dükkân falan var mıydı?

“Bizim 100 sene önceki köy bakkalları gibi bir yer vardı…”

Seni tanıdıkça evlerine yemeğe davet ettiler mi?

“Tabii…”

Senin memleketin nasıl bir memleket, nereden geldin?’ diye sormadılar mı?

“Anlatmaz olur muyum? Türkiye’yi bilmiyorlar ama ‘Hercai’, ‘Nefes’ ve birkaç Türk dizisini oturup bütün aile seyrediyordu. Televizyon akşamları var. Adada elektrik, internet yok. Elektriği güneş panellerinden alıyorlar, gayet primitif…”

Cengiz Kaptan adada haberleşme nasıl, telefon falan var mı?

“Adanın müşterek bir telefonu var o da arada bir çalışıyor. Polisler bile telsizle irtibat kuruyorlar…”

Anlattıklarınıza bakılırsa 1970’li yıllar bile değil.

“Daha öncesi, 50’li 40’lı yıllar. Evlerin doğru dürüst tuvaletleri falan yok…”

Can ağabey hepimizi gülümseten şu soruyu da soruyor; Seni orada evlendirmek falan istemediler mi?

“Olmaz mı, konuşulmuş ama ben o yönde çok ciddiydim, mesafeliydim. Yani kendimi o yöne vermedim…”

Hristiyan değil mi onlar?

“Evet. Minibüste ‘Önce Allah’ diyor. Dünyanın en çok konuşulan dillerinden bir tanesi İspanyolca ve ben bilmiyordum. 160 tane İspanyol beş-altı kalyonla Meksika’ya düşüyorlar. Önce yerlilerle bir kavga-dövüş falan oluyor sonra oranın ağasını kafaya alıyorlar İspanyolca öğretiyorlar. Sonra Guatemala, Nikaragua, Hondoras, Salvador, Kosta Rica, Panama, Kolombiya, Venezuela, Peru, Şili, Uruguay, Paraguay gibi 20’nin üstünde ülkeye de İspanyolcayı öğretiyorlar. Can ağabey biz de diyoruz ki; Barbaros Hayrettin filan. Hayır efendim bence sıfır. Filmini yapıyorlar, yazık yapmasınlar derim. Adamlar nerelere gitmişler? Biz de Barbaros Hayrettin diyoruz…”

Peki Atatürk’ü soran oldu mu?

“Yok. Türkiye’yi bilmeyen Atatürk’ü nereden bilsin?”

Nereye gidiyorlar?

“Genelde İspanya…”

Sana ne diyorlar mesela ‘Arap mısın?’ diyorlar mı?

“Doğrusu orada bile Müslüman’ı terörist olarak görüyorlardı…”

Ben Müslüman değilim mi dedin…

“Hayır hayır olur mu? Ben de Müslüman’ım ama onlar ayrı, biz Türk’üz, dedim. Bizim Türk Müslümanlığımız ayrı onlar gibi değiliz, dedim. Hakikaten de biz başkayız. Yıllardır yurt dışındayım, benim gördüğüm Frankfurt gibi bir yerde mozaik bir yaşam var. Frankfurt’ta 70-80 tane cami var. Arap camii, Pakistan camii… Onları görünce bizim Türk Müslümanlığı en güzeliymiş, diyorum…”

Oradan ayrılma zamanı gelince ne yaptın?

“100 dolara yakın bir bütçe ayırdım ve onlara bir veda partisi verdim. Büyüklere Coca Cola, bira, çocuklara çikolata… Sonra Pasifik’e doğru yola çıktım. Yine oralarda 23 gün Hollywood filmi yaşadım. Motorum bozuldu hatta SOS verdim, bir uçak alacaktı beni ama bir şeyler oldu almadan gitti. Rüzgâra bıraktım ve kendimi Kosta Rika’da buldum. Galapagos’a kadar yanaşmıştım ama akıntılar nedeniyle bir türlü gidemedim…”

Hiç karaya çıkmadan en uzun kaç gün denizde kaldın?

“34 gün Atlantik’te, 23 gün de Pasifik’te…”

Bu maliyetli bir iş olsa gerek, kaç para harcadın?

“Parayı tamire, yeni direk yapımına ve mecburiyetten marinalarda kalmalara harcadım. Acemi zamanımda hep marinalara gittim. Mesela Capri Adası’nda bir günlük 60 Avro idi ve on gün kaldım…”

Şu tarihe kadar seyahatin kaçta kaçını tamamladınız?

“Bence hepsini tamamladım diyebilirim. Çünkü tecrübe kazandım. Şimdiden sonrası tam profesyonelce ve çıkarsam on aylık bir yolum var. O da yalnız olduğum için, eğer yanımda birisi olsa nöbetleşe kullanarak gece de devam ederiz ve altı-yedi ayda varırız diye düşünüyorum…”

2017’den bu yana ne kadar para harcadınız?

“Direk yapımı, iki defa tamir masrafları falan 40 bin Avro civarında masrafım oldu…”

Çok bir rakam değil.

 Can ağabey sormaya devam ediyor; “Tamir masrafları olmasa bu seyahat 15 bin Avro’ya bitecekti” demek istiyor. Peki hiç korktuğun “Ya Cengiz nereden takıldın bu şeye?” dediğin oldu mu?

“Hayır hiç olmadı, hiç aklıma gelmedi. Bir hayalim vardı bunu hedefe koydum ve bu ya bitecek ya bitecekti. Ölümü dahi düşünmüyorum. Yani bunu bitireceğiz Can Abi. Yazıyorsun bir de manevi olarak en büyük desteği veriyorsun ya bunu başaracağım. Senin yazdıkların beni kamçılıyordu…”

Sadun ağabey seni bir genç olarak etkilemiş. Sen Türk çocuklarına ne söyleyeceksin ne mesajın olacak? Yani denizle arkadaş mı olsunlar, deniz sevgileri gelişsin mi, deniz hakikaten insanın en büyük dostu mudur, deniz Allah’ın insanlara verdiği en büyük nimetlerden biri midir?

“Can ağabey yüce Allah’ın verdiği en büyük lütuf diyebilirim. Deniz apayrı bir olay. Barbados’ta Saint Lucia Adası’nda direği yaptırmak için çekekteyim. Bir-iki ay orada kaldım. O arada iki çocuklu bir Fransız aile geldi. Anne öğretmen ve internet üzerinden çocuklarına liseyi bitirtiyor. Çocuklarla Facebook’tan paylaşımlarımız var. Bana çok büyük yardımları oldu, parçalar falan verdiler. Sonra Fransa’ya dönüyorlar ve çocuklar üniversite okuyacaklar. Bu çocukların ufuklarını düşünebiliyor musun abi? Reisicumhur da olabilirler, örnek bir dış işleri bakanı da olabilirler. Aldıkları bir kültür var; deniz kültürü… Yarın bir gün bir konuşma yaparsam hele de bir üniversitede, ilk önce çocuklara ‘Üçüncü sınıfa geldiğiniz zaman okulu donduruyorsunuz, iki-üç arkadaş tekneyle dünya denizlerine açılıyorsunuz. Dolaşmak önemli değil birkaç yere gidip ondan sonra gelip okulunuzu bitirin, hayatınıza devem edin…’ demek istiyorum. Çok enteresan, 2018’de istatistik yapıyorlar dünya denizlerinde dört bin tane Fransız yelkenli var. Biz de ise bir elin parmakları kadar. Bunun nedenini araştırmak lazım. Mesela marinaların pahalılığı. Sadun Baba’nın bana vermiş olduğu ‘Bir Hayalin Peşinde’ isimli kitabı var. Orada ‘Çokbilmiş tatlı su denizcileri’ diye yazıyor. Bu çokbilmiş tatlı su denizcileri sayesinde ve marinaların çok zenginler için yapıldığı lanse edildiği için bizde maalesef çok az. Ama öyle değil Can ağabey. Bu işte gençleri aşılamak, bir cesaretle çıkarabilmek. Ben bir cesaret örneğiyim. Ama maalesef o çokbilmiş bazı tatlı su denizcileri beni kötü örnek olarak lanse ediyor…”

Can Pulak net olarak tespitini ortaya koyuyor; “Yok onlara bakıp da ne sen fikrini değiştirebilirsin ne genel kanaatin değişebilir…”

“Ben çok iyi bir örnek olduğuma inanıyorum, korkmayın çıkın diyorum…”

Can Pulak; “Zaten oraya gelmek istiyorum. Sen eski dünyaya yelken açtın…”

“Aynen öyle. Macellan gibi, Kolomp gibi…”

Can Pulak;“Pandemiden sonra yepyeni bir dünyaya uyandık. Bu dergide de var okuyacaksın onu. Şimdi sen yepyeni bir dünyanın denizcisi Cengiz Arslanoğlu’sun. Yani girişteki şartlardan farklı şartlardasın. Geri kalan on ayda yepyeni bir dünyaya yelken açacaksın, onun için ne düşünüyorsun?”

“Profesyonel olarak ve iyi notlar tutarak, gençlere açılabilmesi için ne yapabilirizi düşünmek lazım…”

Can Pulak; “O on ay için ‘Eski dünyaya göre pusulayla geldik tamam da artık pusulayla filan değil, doğru düzgün aletlerle devam edeyim’ mi diyeceksin?”

“Hayır aynı şekilde devam…”

Can Pulak; “İkincisi, bu Pandemi’den sonra dünyada yavaş yavaş bir alışkanlık gelişmeye başladı; denizde yaşamak. Mesela tekne sahiplerinin çoğu bu sene İstanbul’a evlerine gitmediler, teknelerinde yaşadılar. Yaşayanlar da çok mutlu oldular ‘Yaa denizde yaşamak ne kadar güzelmiş’ dediler. Şimdi böyle bir dönem de başlıyor, buna ne diyorsun? Denizde yaşamak kolay mı, bunu yaşamak isteyen insanlara ne tavsiye edersin? Yoksa efendim romatizmaya yakalanırsınız, bunun tehlikeleri de vardır mı, dersin?”

“Ben tehlikesi olduğunu kabul edemem. Tekne müsaitse teknede yaşamasını söylerim. Ben teknede yaşamı çok seviyorum. Benim şöyle büyük güzel bir teknem olsa Bodrum’da evde değil teknede yaşarım…”

Can Pulak; “Temizlenme ve sıcak su problemi oluyor mu?”

“Hava zaten sıcak, sıcak suya gerek yok ki. Soğuk suyla yıkanıyorsun. Çünkü gittiğin iklim hep sıcak…”

Can Pulak; “Biraz önce şahane balıklar yedim dedin. Balık Türkiye’de sıkıntılı, çok az balık çıkıyor. O taraflarda balık durumları nasıl?

“Şöyle diyorum; bizim Türkler oralara yerleşse balık bırakmazlar. Muazzam bir balık var. Bir gece Pasifik’e açıldım. Bazı insanlar ay ışığının denize yansımasına yakamoz derler ama gökte ay yok fakat denizde yakamoz var. Deniz çarşaf gibi. O balıklar, yunuslar suyun yüzü bembeyaz. Hani cennet diyoruz ya, resmen deniz cennet…”

Can Pulak; “Hep balık mı yedin?”

“Evet hep balık yedim…”

Can Pulak; “Balıktan kaç çeşit yemek yapabiliyorsun?

“Köfte, çorba, sosis, isli balık ve daha birçok çeşit. Balığın bir sürü çeşidini yaptım, yani tek tarz yemedim…”

Can Pulak; “Hamsinin her şeyini hatta reçelini bile yaptılar. Sen o balıktan reçel yapabildin mi?”

“Yok ağabey o kadar da değil. Onu yemem, aklıma bile getiremiyorum…”

Can Pulak; “Mısır ekmeği yaptın mı?”

“Onlarda da mısır kültürü var, onların mısır unu ile yaptım ama bizimki gibi olmadı…”

Can Pulak; “Gittiğin yerlerde ‘Siz ne yersiniz, nasıl yemekleriniz var? Bir tanesini yap” diyen oldu mu?

“Tabii ki. Panama’da alargada kaldım. Pasifik’e açılmak için sezonu bekleyen tekneciler vardı. Onlarla herkesin kendi yöresine göre yemek yapıp getireceği bir gün yaptık. Ben de acılı bir bulgur pilavı yaptım, bayıldılar…”

Oralarda hamsi var mı?

“Var ama kimse hamsiye bakmıyor. Ufak balığa kimse bakmıyor. Fileto olacak, kılçıklı balıkla ilgilenmiyorlar…”

Can Pulak; “Gittiğin yerlerde birçok insanla karşılaştın. İnsan fikrini sende değiştiren veya pekiştiren ne oldu? İnsan her yerde insandır, iyisi de var kötüsü de… İnsanlar birbirinden farklı varlıklar değil. Eğer siz oralarda insana sevgi ile yaklaşırsanız onlar da size sevgiyle yaklaşıyorlar…”

“İnsan karakterlerini hep aynı gördüm. Mesela Colomb şehrinde halk pazarına çıkardım. Ananasın tanesini 50 sente satıyor. Üç tanesine bir dolar teklif ettim. Bana ‘Manyana, manyana’ yani ‘Yarın yarın’ dedi. Beni aldı bir gülme, aynı bizim pazarcılar gibi. Karakterleri aynı. Onlarla çok iç içe oldum. En büyük özelliğim hemen arkadaş olabilmek. Diller ayrı olsa bile karakterler birbirini tutuyor…”

Can Pulak; “Gittiğin her yerde fotoğraflar çektin. ‘Gel bir fotoğraf çektirelim’ diyen oldu mu?”

“Tabii ki. Mesela asker, jandarma, polis, onlar yakınlık duyuyor. Elit ve okumuş olanları daha çok ilgi duyuyor. Mesela Kosta Rika’da öyle. ‘Pura vida’ onlarda ‘Saf hayat’ demek. Onların ‘Merhaba’ları bile ‘Pura vida’…”

Cengiz Arslanoğlu’na ucu açık kritik bir soru yönelttim; 2017’den bu yana Türkiye’de birçok değişim oldu. Bıraktığınız Türkiye ile geri döndüğünüzde gördüğünüz Türkiye arasında nasıl bir fark gözlemlediniz?

“Dört sene pek uzun bir zaman değil. Zaten sosyal medyadan bakabiliyorsun. Politikayı pek sevmem ama bu güzel insanlara, canım memlekete her yönden yazık diyorum. Deniz ve koylar olarak dünyanın en güzel memleketiyiz…”

Can Pulak benim soruyu devam ettirdi; “Bıraktığından iyi mi buldun kötü mü?”

“Bırakırken de kötüydü yine kötü…”

 Can Pulak kahkahalar atarak; “Bu çok güzel bir yanıt oldu. Kötüye doğru iyi gidiyoruz…” dedi.

On aylık bir süre daha kaldığını söylediniz. O bittikten sonra yeni bir serüven var mı?

“Yok. Ama bence yelken Karadeniz’de yapılır, fakat Karadeniz’de marina yok. Karasu, Ereğli, Akçakoca, Samsun ve diğer yerlerde marinalar yapılırsa Karadeniz’de yelken yapılır ve insanlar da çıkar…”

Karadeniz hırçındır.

“Olsun, zaten yelken hırçın denizde olur, düzde olmaz ki. Şimdi burada kaç tane yelkenli görüyorsun? Hep su üstünde motorla geziyorlar. Elde veya masada kadehle yelken olmaz. Ben öyle yapanları saymıyorum. Ve onlar da maalesef Sadun Baba’nın dediği gibi, çokbilmiş tatlı su denizcileri oluyorlar…”

Son olarak gençlere nasıl bir mesaj verirsiniz? Biraz önce hayallerinin peşinden gitmek için korkmamalarını söylediniz. Yine de önce bir eğitim mi alıp çıkmaları daha doğru değil mi?

“Eğitimi yolda da alırlar. Bir çocuk yıllarca eğitim alıyor sonra üniversiteyi bitiriyor. Adam buradan Kos’a, Marmaris’e, İstanbul’a gidip geliyor ‘Ben bu kadar mil yaptım’ diyor. O kadar mili Yunan’dan çık Cebelitarık, Pasifik’e, Kanarya Adaları’na git gel aynı yol. Bence yolda her şeyi daha iyi öğrenebilirsin…”

Can Pulak; “Zaten şu dönemlerde üniversite tahsili de, askerlik de evde yapılıyor. Türkiye’de iki oda, bir salonu olan üniversite açılıyor…”

“Bence iki-üç arkadaş burada Kos’a Rodos’a gideceklerine, uzaklara gitsinler, korkmasınlar. Birçok ülke vize falan da istemiyor. Eğer almazlarsa dön geri başka tarafa git. Denizden gelene vize sorunu yok…”

Can Pulak; “Tam da onu soracaktım, denizde vize sorunu yok mu?”

“Yok abi. Benim ehliyetimi bile sormadılar. Bir tek Yunan sordu. Başka hiçbir ülke sormadı. Böyle bir palavra daha yeryüzünde yok. Demin dedik ya Türkiye iyi mi kötü mü diye…”

Can Pulak; “Bizde su kartı, mavi kart uygulaması var. Gittiğin yerlerde…”

“Orada hiç görmedim. Tankı nereye boşaltıyorsun falan diye hiç sormadılar…”

Sintine çok önemli ama.

“Benim sintineden ne olacak ki? Benimki ufacık bir şey, bir tekne değil ki leğen gibi bir şey…”

Yol güzergâhı nasıldı? Hawaii’yi merak ediyorum doğrusu…

“Hawaii kuzeyde kalıyor. Galapagos, Tahiti, Fiji Adaları, Avustralya’nın kuzeyi, Endonezya, Jakarta, Singapur, Sri Lanka, Maldivler, Hint Okyanusu ve Süveyş Kanalı…”

Can Pulak; “Hint Okyanusu-Süveyş Kanalı arasının çok tehlikeli olduğunu söylerler…”

“Bir zamanlar tehlikeliymiş. Şimdi de tehlikeli sayılır ama benim için değil. Oradaki bizim Türk askeri gemileriyle kontağa geçerek beni radarlarına almalarını ve onların nezdinde geçmem gerektiğini söylediler. Ama benim gibi tekneye bir şey yapmazlar ‘Bu da bizden’ derler…”

Can Pulak; “Korsanlar sana musallat oldu mu? diye sormuştum sana. Sen de ‘Korsan tabir edilen balıkçılar. Benim yanıma geldiklerinde ölüyorum, benzinim yok dedim, bana mazot verip gittiler’ demiştin. Bana göre Sadun Abi’nin zamanında olmayan büyük tehlikeler var. Onun için o da askeri gemilerle irtibat kurmayı öğrenmişsin…”

“Korsan dedikleriniz lüks tekneleri kolluyorlar. Ayrıca ben de korsanım…”

Can Pulak; “O sularda ben de geziyorum, ben de korsanım diyor. Hakikaten bence de korsan, çünkü normal bir adam çıkamaz. Deniz bilmiyorsun, tekne bilmiyorsun, yelken basmayı yolda öğreniyorsun. Düşünebiliyor musun?”

Meslek büyüğüm Can Pulak ile birlikte çılgın denizci Cengiz Arslanoğlu ile yaptığımız söyleşinin sonuna geldik. Bu söyleşiyi doğal akışına bıraktım. Sohbetimizi kayda alıp sizlerle paylaşmış oldum. Sanıyorum farklı bir röportaj oldu. Umarım sohbetimizi beğenmiş ve siz de benim gibi Cengiz Arslanoğlu’nun heyecanını yaşamışsınızdır.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.