Bodrum Gündem

Zeytin Günleri

Bu günler, yöremizin zeytin günleri. Her zeytinlikte insanlarımız zeytin topluyor. Traktörler, yollarda ya zeytin taşıyor, ya zeytinyağı. Yağhanelerin küresel krizi düşünecek vakti yok.

Nice yıldır, zeytin günlerinde buralarda olamadığımdan, ne zeytinliklerde köylülerle yarenlik edebilmiş, ne bir yağ fabrikasına zeytinin yağa dönüşümünün gizemli sürecini izleyebilmiştim.

***

Muammer Beyi, geçen hafta tanıdım. Doğrusu ilk anda kendisini fabrikayı teftişe gelmiş bir bürokrat sandım. Zeytin sahipleri ve işçileriyle iletişimi de hiç de işverene benzemiyordu.

Önce dolum kazanın başına gelen bir üreticiyi uyardı:

Yağınız kaplara dolarken göreceksiniz, lütfen meraklanmayın!

Fabrikanın içinde her an her yerdeydi sanki. Bir ara bir işçinin, kapların ağzını sildiği süngerle yerdeki birkaç yağ damlasını silmeye kalkıştığını gördü. Hemen koşup bir şeyler söyledi. İşçi, bir suçlu gibi ezildi. Süngeri sıcak su hortumunun ucunda dakikalarca ovalaya ovalaya yıkadı. Döndüğünde ona yine bir şeyler söyledi ve dolum pompasını eline tutuşturdu. Zeytin hamurunun sıcak suyla ilk buluştuğu karıştırma makinelerini kontrol etmeye geçti.

Ortağı Hüseyin Yufkacı’yı az çok tanıyordum. Babası bu yörenin en eski yağhane sahiplerinden biriydi.  Üreticilerin kendisine sonsuz bir güveni olduğunu duyardım.

Muammer Bey, Dert çok, heves de… diye söze başladı. Biraz devlet desteği olsa yağların el değmeden şişelendiği modern tesisler kurmak istediklerinden söz etti.

Ovada yeterli zeytin var mı, diye sordum.

Tahminim on iki bin ton zeytin olur bu yıl. Bundan yaklaşık üç bin ton yağ olur.

Keşke binlerce yıldır insanımıza şifa sunan bu yağ, bütün sofralarda yerini alabilse. Çiftçi daha çok zeytin üretse, daha çok daha büyük fabrikalar kurulsa.

Onu dinlemek, sorunları ilk ağızdan öğrenmek istiyordum.

Zeytinciyi bitirdiler. Bunca enflasyonun olduğu ülkede zeytinyağının fiyatı aynı kalır mı? Bu yağ 0,6- 0,7 asit. Bal, bu bal! İspanya’da  5-7 asit yağın fiyatı 3.8 Euro. Ne üretici ne biz karlıyız bu işten…

Yanıtını bile bile sordum:

Neden yapıyorsunuz bu işi öyleyse?

Buralarda iki çeşit yağcı vardır.  Bu işte para olduğunu sanıp fabrika kuranlar ve bizim gibi elinden başka iş gelmeyenler.

O an aklıma geldi.

İlkokul son sınıftaydım. Zeytinlerimizi Leyne’deki bir yağhaneye götürecektik. İki gün öncesinden babamın başının etini yemeye başlamıştım:

“Ben de gideceğim!”

Babam, ne dediyse isteğimden vazgeçiremedi.  Zeytin tanelerinin yağa dönüşümünü öğrenmeyi kafama koymuştum bir kere. Annem, onca ısrarıma dayanamadı:

Gitsin, görsün, öğrensin.  Gece, uykusu gelirse Kevser Ablalara götürür yatırırsın, diyecek oldu.

Kevser Teyze, annemin öz kardeşlerinden de çok sevdiği gerçek bir gönül insanıydı. Bizim Leyne’ye geldiğimizi ve kendisine uğramadığımızı duysa mutlaka üzülürdü. Ama babam, yük olurum endişesiyle kimseyi rahatsız etmek istemezdi. Bu yüzden öyle bir gürledi ki, annem:

–    Baban istemiyor işte! Yeter mızmızlandığın, diyerek bana yüklendi.

Böyle zamanlarda kapıyı çarpar çıkardım. Annem arkamdan gelir beni yatıştıracak bir şeyler söylerdi. Yine öyle oldu. Annem arkamdan geldi, saçlarımı okşadı.

Uygun bir zamanda ben götürürüm seni.

Ertesi akşamüstü traktör avluya yanaşınca zeytin küfelerinin yüklenişini bir köşeden seyrettim. İşte zeytinler gidiyordu. Küpleri açtığımda kokusu genzime dolan bu sarı sıvının gizini yine öğrenemeyecektim.

***

O yaz, en iyi arkadaşım Fettik ölmüştü. Bu yüzden Afike Ana; beni nerde görse bağrına basıyor, dakikalarca “Fettik!” diye ağlıyordu.

O gün, o da oradaydı. Onun zeytinleri römorka daha önce yüklendiği için römorktan hiç inmemişti. Nedense bana da sarılmamıştı. Traktör avlu kapıdan çıkarken birden onun el ettiğini gördüm. O an babamın kızacağını, düşünmedim bile. Koştum, römorktan uzatılan eli tuttum. Bir sıçrayışta küfelerin arasına girivermiştim.

Saklan, dedi, kaş göz işaretiyle.

Traktör, komşu köyün yanından geçerken:

Çık hadi, çık, dedi bağırarak.

Bir kaplumbağa tedirginliğiyle başımı küfelerini arasından çıkardım.

Küçük Ali, diye bağırdı traktör sürücüsünün yanında oturan babama. Bak, kim var burada?

Babam her konuda tavrını gerektiği kadar koymada çok usta biriydi. Ellerini iki yana açarak:

Orada ona sen bakarsın artık, dedi.

Afike Ana bir şey demedi, gülüştüler.

Fabrika köyün içinde, evlerin arasında bir yerdeydi. Daha avluya girmeden yoğun bir asit kokusu genzi yakıyordu. Koca avlu, zeytin çuvalları ve küfeleriyle tıklım tıklımdı. Bizim zeytinler için önceden gün alındığı için çok beklemeyecektik. Ancak içerdeki zeytinlerin sıkılması gece yarısından sonra biterdi.

Babam:

Geç olmadan seni Kevser Teyzenlere bırakayım, orada kal, dedi.

Ben oraya zeytinlerin yağa dönüşümünü izlemeye gelmiştim, konukluğa değil. Babamın sözlerini kabul etmediğimi anlatabilmek için oradan uzaklaştım. Babam da çaresiz seslendi:

Gece yarısı uykum geldi demeyeceksin ha!

Demeyecektim elbette. Bütün gece fabrikanın içindeki küçük camlı odasından, yağlı giysili, koca çizmeli işçileri seyrettim.

Kimileri avludan yüklendikleri koca küfeleri, çuvalları değirmen oluğuna bırakıyordu. Taneler, koca değirmen taşının büyük gürültüyle döndüğü büyük yalakta eziliyor, kahverengi bir balçık kıvamında,  kazanlara doluyordu.

Kazanların başında alınlarından akan terleri silmeye bile fırsat bulamayan kürekçi ve çuvalcılar vardı. Kendir çuvallara doldurulan zeytin hamuru hemen ötedeki baskı makinelerine özenle yerleştiriliyordu. Çuvallar orada hem sıkılıyor, hem de sıcak suyla buluşuyordu.

Gün ışırken gece boyunca çalışan işçiler bir anda kayboldular. Yeni işçilerden biri, küfelerimizden birini koca oluğa dökerken gözkapaklarımı tutsak almaya hazır uyku bir anda uçup gidiverdi. Zeytinin ezilme, çuvallara doldurulma preslenme sürecini bir bir denetleyen babamı dikkatle izledim. Az sonra oradaki pompadan akan yağ, babamın sıraladığı kaplara dolacaktı.

Afike Ana’nın geldiğini fark etmedim. Elimden tuttu:

Gel,  dedi.

Birlikte yağların bidonlara doldurulduğu yere doğru yürüdük. Elindeki küçük çinko tabağı dolum yapan işçiye uzattı. Tabak sarı mum gibi yağla doldu.

Gel, dedi yeniden.

Bıraksa gözümü kırpmadan saatlerce yağın akışını izlerdim. Ama buraya onun sayesinde gelmiştim. Onu üzmek istemediğim için arkasına takıldım. Gecelediğim o kulübeye girdik. İçi bazlama dolu bir çıkın açtı masanın üstüne:

Bu ekmek sıcak olsaydı, daha güzel olurdu, ama…  dedi.

Kopardığı bir parça bazlamayı çanağa batırdı.

Aç ağzını, dedi.

Tazecik zeytinyağıyla bazlama ekmek öyle lezzetliydi ki akan yağı izlemeye geldiğimi unuttum. Tadın ve kokunun uyumunu lokma lokma yuttum.

Ne zamandır o gecedeydim, ne zamandır bu gecede. Aradan geçen bunca yılda,  bu ovada, bu dağlarda neler değişmemişti ki?  Bunca hoyratlığımıza, değer bilmezliğimize karşın, bu kutsal ağaç,  kimselere gönül koymadan aşımız için tat, sağlığımız için ilaç olmayı sürdürüyor. Birçok yöremiz kar boran altındayken biz zeytin günlerinin sevincini, umudunu ve mutluluğunu yaşayabiliyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.