Bodrum Gündem

Şinasi Altıner – E.Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı

Şinasi Altıner ile 2017 yılında BESİAD’ın bir toplantısına konuşmacı olarak gelen Gazeteci Altan Öymen’i uğurlamak üzere gittiğim Milas-Bodrum Havalimanında VİP Salonunda karşılaşmıştık ve orada kısa bir sohbetimiz olmuştu. Daha sonraları da Bodrum’da gerçekleşen çeşitli etkinliklerde karşılaştık ve dostluğumuzu daha da pekiştirdik.

Aslında Şinasi Altıner ile yaptığımız bu geniş söyleşiyi çok uzun zaman önce planlamıştım. Lakin araya bütün dünyayı sarsan salgın hastalık girince, ertelemek durumunda kaldık. Kısmet bu güneymiş.  

90’lı yıllarda Çiller’in azınlık hükümetinde ve Doğru Yol Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi arasında kurulan koalisyon hükümetinde Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı yapan Siyaset ve Devlet Adamı Şinasi Altıner ile Bodrum Gümbet’te neredeyse altı ay yaşadığı yazlık evinde bir araya geldik.

Şinasi Altıner’i 90’lı yıllarda siyaseti izleyenlerin çok iyi tanıdığını biliyorum. Siyasetin dışında çok iyi bir bürokrat olduğunu ve en önemlisi de Kıbrıs ve Doğu Akdeniz ile ilgili olarak çok özel analizlerini de bu söyleşi sonunda öğrenmiş olacaksınız.

İşte 32 kısım tekmili birden siyasetçi ve devlet adamı Şinasi Altıner…

Sayın Bakanım merhaba. Röportajımızı kabul ettiğiniz ve konukseverliğiniz için çok teşekkür ediyorum…

“Evimize kadar gelmekle çok şeref verdiniz…”

O şeref bize ait. Kısaca özgeçmişinizden başlayalım mı?  

“1942 Karabük Safranbolu’da doğumluyum. Benim doğduğum yıllarda Türkiye demir-çelik fabrikaları daha yeni kuruluyordu. Karabük’ün nüfusu o kadar küçüktü ki, ilçe bile değildi. O dönem Karabük nahiyeydi. Şimdi ise il oldu. Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın gelişimi ile Karabük’ün nüfusu artınca önce ilçe yaptılar, sonra da il. O dönem Safranbolu ilçesine bağlı olan Bürnük Köyü doğumluyum. Karabük ilçe olunca çevrede yeniden düzenleme yapıldı. Bürnük Köyü de Karabük’e daha yakın olduğu için Safranbolu’dan koparılarak Karabük’e bağlandı. Dolayısıyla hem Safranbolulu, hem de Karabüklüyüm…”

Safranbolu deyince akla evleri geliyor. Aynı Mudurnu’nun evleri gibi… Osmanlı mimarisini kaybetmemek için mücadele eden önemli kasabalar…

“Safranbolu iki bin yıllık tarihi olan bir şehir. Korunuyordu ama birkaç gün önce oranın da imar statüsünü değiştirecekler gibi bir haber duydum, inşallah aslı yoktur…”

Aslı olma olasılığı yüksek ne yazık ki. Anlamsız bir turizm anlayışı ile aynı Mudurnu’da da o tarihi yapıyı yok edip ranta teslim ediyorlar.

“Çok haklısınız değerlerimizi korumayı beceremiyoruz. Şu an Safranbolu’yu hala çok çok turist geliyor. Cumartesi günlere pazarı vardı, o gün gidildiği takdirde Uzak Doğu’dan gelenleri rahatlıkla görebilirsiniz…”

Doğum yerini ve tarihi öğrendik. Gelelim aile büyüklerine, bizim oraların deyişiyle kimlerdensiniz?

“Ben ancak dedemi tanıyorum. Dedem 1947’de vefat etti. Askerde çavuş yaptıkları için dedeme ‘Ahmet Çavuş’ derlerdi. Babam o yıllarda askerden dönünce Demir Çelik Fabrikaları’na girmiş. O zamanlar bir kıtlık varmış, dedem ‘Bu topraklar bize zor bakıyor oğlum. İleri de sıkıntı çekeceksiniz, fabrika diye bir yer var, git orada çalış’ demiş. Çünkü o yıllarda büyükler çocuklarıyla 30 yaşlarına kadar aynı evde yaşarlarmış. Dedem ileriyi görmüş…”

Babanız Demir Çelik Fabrikasında mı çalışıyordu?

“Evet. Saygın birisiydi ve ustabaşı olmuştu. Onun ustabaşı olduğu yıllarda da ben mühendis olmuştum. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde okudum, babam sayesinde Karabük Demir Çelik Fabrikaları’ndan burs aldım. Fabrika çok güzel burslar verirdi. Başka burslar 200 lira verirken onlar 250 lira verirdi. Ayrıca mühendislikte kullanılan T cetveli ve hesap makinelerinin paralarını da verirlerdi. O yıllar kalkınma ağırlıklı yıllar olduğu için fabrika da gelişiyor ve sadece yurt içinde değil yurt dışında da elemanlar okutuyordu. Bu okutma aşamasında orada çalışan personelinin çocuklarını da okuturdu. Babamın arkadaşlarının arasında Almanya’da Amerika’da okutulmuş sonra Karabük Demir Çelik’te çalışan çok kişi vardı…”

Babanızın ve annenizin adı?

“Nuri Altıner, Emine Altıner…”

Kaç kardeşsiniz?

“Dört. En büyükleri benim. Benden sonra iki kız küçüğüm var. Onların bir Ankara, diğer İstanbul’da yaşıyor. En küçük yani tekne kazıntısı da erkek…”

Eğitimleri nedir?

“Kız kardeşlerim ilkokul mezunu olarak kaldılar. Evlendiler yeğenlerimiz oldu. Erkek kardeşim Karabük Koleji mezunudur. O da fabrikadan emekli oldu…”

Hangi bölüm mezunusunuz? Başarılı bir öğrenci miydiniz?

“Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik. Her yerde söylüyorum çok başarılı bir öğrenci değildim. Hep ikmale kalarak, ite kaka okudum, eylülde sınıfı geçtim ama dört senede bitirdim. Karabük Demir Çelik’e döndüm orada çalışmaya başladım…”

Hangi yıl?

“1963. Fabrikada iyi bir performans sergiledim. Birçok fırsat doğdu ve ben de çok iyi değerlendirdim bu fırsatları. O yıllar demir-çelik fabrikaları özelleştirilmemişti. Atatürk zamanında Sümerbank’a bağlı olarak kurulmuş bir fabrikaydı. Üst görevlere gelmek için yüksek mühendis olma şartı vardı. Ben de yüksek mühendis değildim. Yüksek mühendis olmak için de o yıllarda Yıldız Teknik Üniversitesi’nde bir fırsat doğdu. Not seviyesi 10 üzerinden 7 alan öğrenciler master sınavına girebiliyordu. İte kaka geçtiğim için benim notlarım 6.6 tutuyordu. Ama bir defaya mahsus olmak üzere bir şans tanındı. 6 sene mesleği ile alakalı tecrübeli bir iş yapmışsa, yani mühendis olarak çalışmışsa onu Yıldız Teknik Üniversitesi’ne ispat ederse, bir defaya mahsus yabancı dil ve matematikten sınava girebiliyordunuz. Ben bunu 1969-70 yılında denedim. İngilizceden girdiğim sınav basitti. Bir tercüme verdiler, bir saatlik süre tanımışlardı ben yarım saatte çıktım. ‘Tamam’ dediler. Ertesi gün de matematikten sınava girdim. Akşama ilan ettiler. Sınavda 18 kişi başarılı olmuştu. Biri de bendim… Ben o yıllarda sınıf birincisi oldum. Yüksek Lisans Eğitimimi sürdürebilmek için Demir Çelik Fabrikası’ndan izin istedim. O zaman ki genel müdürü muavinlerinden birisi ‘İstersen sana ilave burs verelim’ demişti.  Ben de gerek yok diyerek kabul etmemiştim. Sonunda Yüksel Lisans Eğitimimi tamamlayarak geri döndüm. Böylelikle önüm açıldı. Önce müdür, sonra genel müdür muavini oldum. Sonra İskenderun Demir Çelik Fabrikaları’na Müessese Müdürü olarak tayin edildim… Bu arada iki sene askerlik var. Askerlikte de mesleğimle ilgili idim. O yıllarda Gülhane Tıp Akademisi yapılıyordu. Beni oranın kontrol mühendisi olarak gönderdiler. Torpil falan değil, şans, kurada çıktı…”

Üniversitedesiniz ve 60 ihtilali. Kimi devrim, kimi ihtilal, kimi darbe der. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

“İhtilalden önce öğrenci olayları vardı ve okul kapandı. Otobüse binip Karabük’e geldik. O yıllarda burunlu otobüsler vardı üç buçuk dört saatlik yolu biz sekiz-dokuz saatte tamamlayabilirdik…”

Baba Demokrat Partili mi?

“Babam hep Demokrat Partili idi. Fabrikada çalışıyordu. İhtilalden sonra babam ve babam gibi o pozisyonda olanlara bir şey yapmadılar, dokunmadılar. Yani gelen idarenin onlarla bir işi olmadı…”

Bir genç olarak siz nasıl bakıyordunuz?

“Doğal olarak ben de babamın etkisindeydim. Öğrencilik yıllarımda da o öğrenci olayları, sonra bu olay ve daha sonra Adnan Menderes’in asılmasına çok üzüldüm. Sanırım ikinci sınıfa geçtiğim yıldı, bir sabah çok çok erken kalkarak Yassıada’daki duruşmaya da gittim. Herhangi bir siyasi eğilimden dolayı ne babam ne de ben bir sıkıntı çekmedik…”

Aynı zamanda 68 kuşağının da içindesiniz. O dönemde ne yaşadınız?

“O dönem Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nda Baş Mühendis olarak çalışıyordum. 68 kuşağının o hareketini destekleyen birkaç arkadaştan biriydim. Solcu ve sağcı mühendisler vardı, babamdan dolayı ben sağcı olarak bilinirdim…”

Adnan Menderes’e üzüldüğünüz kadar Deniz Gezmişlere de üzüldünüz mü?

“Gayet tabii ki…”

Denizler sizin için ne ifade ediyor?

“Geriye dönüp aynaya bakmamız lazım. Ben o günlerde gençlerin bu hareketlerini, mesela ODTÜ’de Amerikan Büyükelçisi’nin makam aracının yakılması gibi olayları tasvip etmiyordum. Bunlar yanlış olaylardı diye düşünüyorum. Ama idam aşamasına gelince benim kabul etmem mümkün değildi. Şöyle düşünün rahmetli anam köyde tavuk kestirirdi, çünkü ben kesemezdim. Babam kurban keserdi ama ben bırakın kesmeyi, kesilirken izleyemezdim bile. İdamları o yaşlarımda tasvip etmedim. Bize o zaman ‘Deniz Gezmişler adam öldürüyorlar’ diye yansıtılıyordu. 60 ihtilaline doğru da ‘insanları kıyma yaptılar’ şeklinde dedikodular çıkardılar. Tabii böyle bir şey yok ama az da olsa buna inananlar vardı…”

Algı yaratılıyor değil mi?

“Algı yaratmak çok doğru bir tespit. Bir insan başka bir insanı benim gibi düşünmüyor diye nasıl kıyma makinesi atar çeker. Buna nasıl inanılır?”

İskenderun Demir Çelik Fabrikası dönemine geçeceğiz ama o sıralar evlilik var mıydı?

“Master’ı yapıp Elektrik Bakım Müdürü de olunca Sevim Hanım’la evlendim. O da Demir Çelik Fabrikaları’nda çalışıyordu…”

Arada şunu da belirtmekte yarar var; Sevim hanım da Şinasi Altıner gibi çok kibar, çok zarif.

Sevim hanımın eğitimi nedir?

“Ankara Üniversitesi İngiliz Filolojisi mezunu. Her zaman söylüyorum, bir şansım daha vardı. Elektrik Bakım Müdürü emekli olunca başkaları da vardı ama yerine beni tercih ettiler. Daha sonra Yatırımlara Bakan Genel Müdür Muavini koltuğu boşalmıştı. İSDEMİR’e giderken de Müessese Müdürü’nü görevden aldılar, orası belli bir süre boş kaldı. Beni rahmetli Şahap Kocatopçu’ya önerdiler, o seçti. Bürokraside geldiğim bütün koltuklar biri hariç, benim boşalttırarak geldiğim koltuklar olmadı. Hepsi de kendi isteği ile ayrıldı. Ama İskenderun hariç. Orası için kulis yaptım. Sanayi Bakanı rahmetli Şahap Kocatopçu ve Müsteşar Mehmet Gölhan tarafından gönderildim. Başkaları da vardı ama ben tercih edildim…”

İskenderun’a beraber mi gittiniz?

“Hayır, eşim Karabük’te çalışırken beni İskenderun’a yolladılar. Karabük’le İskenderun arası bin kilometre. Kadınlar 20 yılda emeklilik oluyordu ve bir yıl sonra emekli oldu. Sonra da İskenderun’a geldi…”

Şimdi emekliliği 65 yaş olarak düşündüğünüzde çok erken olmuş. Bu arada 70’li yıllar zor yıllardı değil mi?

“İskenderun Demir Çelik Fabrikaları’na gittiğim sene 1980 Ekim, yani 12 Eylül’den hemen sonra. Yatırımlara bakıyordum ve yatırımlar devam ediyordu. Orası da Karabük’e bağlı olarak devam ediyordu ama fabrika büyüyünce oradan idare edilemeyeceği anlaşıldı ve genel müdürlüğün Ankara’ya taşınması gündeme geldi. Fabrikalar Sanayi Bakanlığı’na bağlı idi, dönemin bakanı da rahmetli Şahap Kocatopçu idi. Genel Müdürlük Ankara’ya taşındı. Oradan hem Karabük’ü hem İskenderun’u yönetme durumu oluştu. Daha sonra beni İskenderun’a tercih edip yollandılar. Ama bu talepten kaynaklanan bir şey değildi. Altı tane Genel Müdür Muavini idik. Belki yatırımlara da baktığım için bir elim de İskenderun’da idi. Dolasıyla burayı da biliyordum. Ama bir ayak diremeye çalıştım. Çünkü Ankara’da Genel Müdür Muavinliğim iyi idi. İhtilal dönemi idi. Emekliliğimi de hak etmediğim için bir asker korkusu da vardı. Çünkü askerler sorgusuz sualsiz herhangi bir bürokratı alıp atabiliyorlardı. Bir de şunu söyleyeyim; rahmetli Kenan Evren’in bir Konya nutkunda ‘İsdemir diye bir yer var, orada tencereyi pislemişler’ diye bir tabiri var. O laftan iki ay sonra beni oraya tayin ettiler. İşte o aşamada, orada benim hayatım kayar, diye düşündüğüm için istemedim. Fakat rahmetli Şahap Kocatopçu ‘Seni koruyacak olan biziz. Seni oraya tayin ediyoruz ama bunda endişe edilecek bir durum yok, Genel Müdür Muavinliğin uhdende kalacak. Her iki görevi beraber yürüteceksin. Git en azından altı ay bir duruma bak yönetemeyeceksen, gelirsin beni geri al dersin’ dedi. Gittim ve beş sene kaldım. Demirel kararnamesiyle de Genel Müdür Muavini oldum…”

Süleyman Demirel ile tanışıyor muydunuz?

“Tanışmaz mıyım? Şimdi bir parça İsdemir’i anlatacağım. İsdemir’e gideli altı-yedi ay olmuştu. Rahmetli Süleyman Demirel, Zincirbozan’dan sonra meşhur Güniz Sokak’taki evinde ev hapsinde bulunuyordu. Köksal (Toptan) Bey bir gün beni aradı. Süleyman Bey ‘Orası nasıl gidiyor bana bir bilgi versin’ demiş. Bilgileri toparlayıp Ankara’ya gittim. Her şeyi bilirdi, ya sorduğu soruya cevap veremezsem, diye çok heyecanlıyım, ayaklarım titriyordu. Beni karşıladı ‘Nazmiye çay getir’ dedi, ben bir rahatlattı. ‘Ne oluyor oralarda? İşler iyi gidiyor mu? Askerler seni üzüyor mu?’ dedi. Beyefendi, bana bugüne kadar herhangi bir şey demediler, dedim. Beni yasaklı bir Süleyman Demirel’in tayin ettirdiğini bilmemeleri mümkün değil. Biliyorlardı ama bana dokunmadılar. Her dediğim oluyordu. Süleyman Bey ‘Onlara doğru anlatırsan üzmezler. Senin gibi düşünmezler ve talimat verirlerse bile sen aklı başında olarak onlara anlat, bağını koparma. Onlar iyi eğitimli insanlardır, anlarlar’ dedi.  Çok enteresan, Kenan Evren orayı ziyaret etti, iki saat brifing verdim…”

Son dönemde bürokratlar devlet adamı olarak mı, yoksa hükümetin adamı mı tartışması devam ediyor ama geçmiş dönemde bürokratların tamamının devlet bürokratı olduğu sizin anlattıklarınızdan belli oluyor. Doğrusunun da bu olması gerektiğini düşünüyorum…

“Orada artık benim emekliliğim dolmuştu. Bizim bir de erken emekli olma şansımız vardı. Devlet işletmelerinde çalışmak kayıt ve şartı ile demir-çelik gibi ağır sanayi tesislerinde çalışanlara 20 yılda altı yılı geçmemek üzere yıpranma payı yasası vardı. Sanırım hala yürürlükte… İskenderun özelleştiği için şimdi öyle bir şey yok. Devlete bağlı iken ben 20 yıllıkken 26 yıl üzerinden yani genç yaşta, 45 yaşında emekli oldum. Emekli olduktan sonra önce İstanbul’da özel bir firma olan Ekinciler’de çalışmaya başladım. Daha sonra da İzmir’de Karabüklü iş adamlarının kurduğu Ege Metal’e davet ettiler ve genel müdürlük yaptım. 1987 seçimleri öncesi Karabük’te kimin listeye konacağı tartışılırken kulakları çınlasın Köksal Toptan benim ismimi gündeme getirmiş. O sıralar rahmetli Özal daha genç milletvekillerini tercih ediyormuş. Köksal Bey beni Ankara’ya çağırdı. Bir şeyler olduğunu hissettim. Kendisini Zonguldak birinci bölge, beni de ikinci bölgeden liste başı olarak düşündüklerini söyledi. İçimden gelmediğini söyledim. Sebebini sordu. İzmir’de şoförlü bir arabam var ve evimin kirasını veriyorlardı…”

İşin maddi tarafını mı düşünüyorsunuz?

“Ben öyle düşünüyordum. Tek çocuğum olan kızım da Amerika’da öğrenci. Köksal Bey ‘Bu itibarlı bir iş, hizmet yaparsın, dua alırsın’ dedi…”

Şimdi milyonlarca para harcayıp milletvekili olmak isteyenler var. Bir de sizin gibi genel müdürüm, bir yerde çalışıyorum, şoförlü arabam var maaşım da iyi deyip milletvekili olup olmama konusunda kararsız olanlar var. Sayfalarca yazsam siyasetin nereden nereye geldiğini bu kadar iyi anlatamazdım doğrusu…

“Köksal Toptan ‘Bu saygın bir iştir’ dedi. Tamam dedim ve Ege Metal’e gidip patronuma durumu anlattım. Bana ‘Şinasi Bey biz senden memnunuz. Olur da seçilemezsen, vaz geçersen koltuğun, şoförlü araban burada hazır. Milletvekili olduğun güne kadar evini de boşaltma, olamazsan gel işine devam et’ dedi. Çok sevindim…”

Siyasetle yakından ilgilenen bir gazeteci olarak bildiğim pek çok şey var, bunları belgelemek zor. Birçok okurumuz bunları biliyor. Milletvekili olabilmek için Ankara’nın yolunu iz yapanlar ve oraya gidip bağışta bulunanlar milletvekili oluyorlar. Milletvekili olduktan sonra da o doğal olarak harcadıkları paraları kat be kat geri almak istiyorlar. Ne acı değil mi?

“Ben bunu şöyle de değerlendiriyorum. Aslında bunu tevazu olsun diye söylemiyorum, bir zaman değerlendirmesi de yapıyorum. İlkokulun beşine kadar köyde okumuş, ite kaka sınıf geçmiş, burs almış bir adamın genel müdürlüğe kadar yükselebilmesi, şoförlü makamı olabilmesi o günlerde bana fazlasıyla yetiyordu. Benim dünyam oydu. O bana maddi-manevi en büyük zenginlikti. Bu zenginliğin değerini ve anlamını biliyordum…”

Gördüğüm ve anladığım kadarı ile o mütevazı yaşantınız hâlâ sürüyor…

“Aşağı yukarı öyle…”

Tekrar dönelim milletvekili adaylık sürecinize. Patronunuzdan garantiyi de alınca daha kolay karar verdiniz ve Köksal Bey’e evet dediniz, öylemi?

“Şirket de öyle deyince evet dedim. Karabük’e gittim. Küçük yerleri bilirsiniz, doğma büyüme oralı olduğunuz halde ‘Bu nereden çıktı?’ dediler. İki-üç yıl sonra oraya böyle bir şeyle gelince kabul etmiyorlar. Çok enteresan, beni orada partiye sokmadılar. Çünkü o yıllarda milletvekili listesine girebilmek için partide çaycılıktan yetişmiş olmak gerekiyordu. Yani büyüklere çay yapmış, binayı temizlemiş olmak lazım. Yoksa bürokrasiden gel, tepeye otur, olacak iş mi? Bu büyük şehirlerde kabul görüyor da, küçük yerlerde tepki çekiyor. Neyse milletvekilliğini kazandığım gece yarısı gayrı resmi olarak açıklanınca çevremdeki arkadaşlarımla beraber partiye geldim ve böylece partinin kapısı açıldı. Zonguldak’tan mazbatayı alıp, Ankara’ya geldim. Mecliste yemin edip, göreve başladım. Sonra partiyi yeniden düzenledik. Süreç böyle…”

Meclis çalışmalarınızı anlatır mısınız?

“Rahmetli Süleyman Bey bütçe konuşmaları sırasında ne noktalara temas edeceğini planlar beni çağırır ve ‘Bana bir şey hazırla. Tereddüt ediyorsan rakam verme. Bu işi senden iyi bilen birileri var. Orada adamı maskara ederler. Politikacı olarak bir yere çıkıp konuşurken özellikle mecliste verdiğiniz rakama inanmazsanız rakam vermeyeceksiniz. Rakamları dikkatli yaz’ derdi. O zamanlar ANAP’ta Işın Çelebi vardı. Arkadaşlığımız politikaya atılmadan öncesine dayanır. O DPT’den (Devlet Planlama Teşkilatı) geldiği için rahmetli Demirel ‘ANAP’ta Işın Çelebi diye biri var, o da demir-çeliği iyi biliyor. Rakam verirken dikkat et, bocalamayalım’ gibi tavsiyelerde bulunurdu…”

İşte buna siyaset diyorlar, devlet adamlığı böyle bir şey olsa gerek. Milletvekilliğinin ardından bakanlığa geliyoruz.

“En zor dönem diyebilirim. Turgut Özal vefat edince Süleyman Bey’in cumhurbaşkanı olacağı belli oldu. Yerine kim gelecek o konuşulmaya başladı. Rahmetli İsmet Sezgin, Tansu (Çiller) Hanım, Köksal (Toptan) Bey vardı. Daha sonra Köksal (Toptan) Bey çekildi. Ben de Tansu Çiller gurubu içinde yer aldım. 15-20 genç milletvekili Tansu Hanım’a destek verdik. Aslında Tansu Hanım’dan evvel o dönemin meclis başkanı olan Hüsamettin Cindoruk’u başkan yapmak istemiştik. Ama o ‘Beni yormayın istemiyorum’ dedi. Aralarında Rifat Serdaroğlu’nun ve benim de olduğum gurup bunun üzerine Tansu Hanım’a gittik. O zaman DYP köylü partisi olarak anılırdı. Artık köyden şehre göçler çoğalmıştı ve köylü partisi imajını kullanmak bize pek fazla oy kazandırmıyordu. Tansu Hanım’ı ikna ettik ve seçildi. Tansu hanımın ilk kabinesinde bakanlık görevi alamadım. O beni genel sekreter yaptı. Böylece Tansu Hanım’a çok yakın çalışma fırsatını yakalamış oldum. Daha sonra 5 Nisan kararları oldu ve bu kararlar bir ekonomik sıkıntıyı doğurdu. Doların 12 liradan 38 liraya çıktığı bir dönemdi. O sıralar ekonomi tıkanmıştı ve Tansu Hanım IMF’den borç para aldı. IMF’ye para için başvurduğunuz zaman, onlar sizin batak noktalarınızı bilirler. Tansu Hanım’a bir liste geldi. O zamanlar SHP ile koalisyon hükümeti var ve hükümette de Murat Karayalçın var. Çünkü Süleyman Bey cumhurbaşkanı olarak gidince zannediyorum rahmetli Erdal İnönü de bırakmıştı. Erdal Bey zaten politikacı değildi, sevmezdi de… O dönem benim doğma büyüme olduğum yer olan Karabük’teki Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın da kapatılması gündeme geldi. Bunu IMF resmen istedi. Ya kapanacak, ya özelleştirilecekti. Benim bunu milletvekili olarak anlatmam mümkün değil. Tansu Hanım ‘Seni başka yerden milletvekili yaparız’ falan diyor ama olacak iş değil. Özelleştirme arayışı içindeyken işçi sendikalarının başı ve Karabük’ün bazı ileri gelenleri ‘Burayı işçiye verelim’ dedi. Şimdi o yılları düşünün. Ecevit dönemiydi o yıllar. Ecevit yıllarındaki DSP döneminde sosyal demokrasinin bir işçi yatırımları, yani fabrikaları vardı. Kapitalizme, patronaja karşı böyle bir moda vardı. Bizim koalisyon ortağımız sosyal demokrattı. Onlar da sistemi destekleyerek fabrikayı işçilere vermeye esas durdular. Sembolik olarak bir liraya (1₺) verildi. Ama onun içine şunu dahil ettiler; Zonguldak Karabük’e çok uzaktı. Karabük’ün il olması ve bir üniversite kurulması o projeye eklettirildi. Allah’a şükür bunların hepsi oldu. IMF parayı verdi. Aradan 28 yıl geçti Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın 600 bin ton çelik kapasitesi şu anda 3 milyon ton oldu ve yıllardır kârda. Ayrıca Karabük il oldu ve bugün Karabük Üniversitesi’nin 65 bin öğrencisi var. Bunların altlarında benim gayretlerim ve imzalarım var. Köksal beyin söylediği gibi çok dua aldığımı düşünüyorum…”

Ne mutlu. Peki bakanlık?

“Tansu Hanım yeniden bir kabine değişikliğine gitti. O kabine değişikliğine giderken SHP genel kurulunda başa Deniz Baykal geldi ve SHP ile CHP birleştiler. Bu 1994 gibi falan oldu. Koalisyonun devam etmeyeceği çalkantısı vardı. Bizler arayı girip devam etmesini istedik ve erken seçim kararıyla koalisyon bir süre daha devam etti. O aşamada kabinedeki değişiklikte yeni genel sekreterlik ukdemde kalmak şartıyla beni Enerji Bakanı yaptılar. İlk defa güvenoyu alamadık. Daha sonra Alparslan Türkeş bizi hariçten destekleyince güvenoyu aldık. O süreçte enerji konusunda bir Rusya ve İran olayı var. Rahmetli Özal zamanında gaz Rusya’dan bize batı tarafından geliyordu ama yetmiyordu. Takviyesini de yaptık ama yine yetmedi. O boru Ukrayna’dan geçiyordu ama Rus yetkililer ‘Ukrayna’yı kontrol edemiyoruz, bizden gazı çalıyor’ diyordu…”

O kadar ilginç konuları anlatmaya başladı ki neredeyse soluksuz dinlemeye başladım Şinası beyi. Ukrayna Savaşının temelleri o günler mi dayanıyor yani?

“Evet. Onun için gazı bize doğu tarafından, Azerbaycan üzerinden vermeyi teklif ettiler. O aklıma yatmıştı. Fakat denizden geçiş konu olmamıştı, bu benden sonra oldu. Rusya ile doğudan gaz alma anlaşmasını yaptık. Ancak Rusya’dan gelecek gaz yetmeyecekti, İran’a da gitmemiz konuşuluyordu. O sıralar Türkiye’nin AB’ye girme aşaması var. ABD’nin Marc Grossman adında Ankara Büyükelçisi var. Benden güzel Türkçe konuşuyor. Gençken büyükelçiliğe müşavir olarak gelmiş ve uzun yıllar kalmış. Hatta Ankara’da bir evlat edinmiş. O evlat şimdi 35-40 yaşlarında iyi de bir eğitim almış. Neyse bir gün telefon büyükelçilikten aradılar ve büyükelçinin ziyaret için randevu istediğini söylediler. Adam geldi. ‘Yakında İran’a gideceksiniz ama sizin AB gümrük birliğine giriş kararı aşaması var. Buna karşılık Amerika’daki bir muhalefet senatörü Türk-İran ilişkisine çok itiraz ediyor’ dedi. Sözünü kestim çünkü bizim o yıllarda elektrik santrallerine ihtiyacımız var. Pahalı bir yatırım ama elektrik yok, kesintiler var. Baraj yapmak çok uzun süreçli bir iş. En kolayı doğal gazdan elektrik santrali yapmak. Sabit sermaye yatırımı daha ucuz ama üretimi pahalı. Büyükelçiye, ‘Biz zaten bu ülkede Rus teknolojisi kullanmıyoruz ya Alman ya da Amerikan teknolojisi kullanıyoruz. Teknolojiyi sizden ya da Almanya’dan alacağız, gazı siz mi cebinize koyup getireceksiniz’ dedim. Bu espri çok hoşuna gitti, güldü. ‘Hayır benim lafım bitmedi. Demek istediğim şu; sizden evvelki bakanın İran’la küçük bir mutabakatı var. Bu mutabakata göre siz önceden 300 milyon dolar parayı ona vereceksiniz. Bunu vermenizi istemiyorum. Gaz anlaşmasını yapın ama bu parayı vermeyin’ dedi. Niye diye sordum, bana şunları söyledi: ‘Bizim İran halkı ile bir meselemiz yok. Bugünkü İran yönetimi dünya terörizmini besliyor. Biz böyle düşünüyoruz. Bu para olduğu gibi oraya gidecek. Buna bir formül bulun. Bu anlaşmayı bu şekilde yaparsanız o zaman biz sizi çok rahat Gümrük Birliği’ne sokarız ve o senatörün gevezeliğini de keseriz’ dedi. Aradan 30 yıl geçti, bunları rahat konuşuyoruz. İran o sırada bize çok itiraz etti ‘Ekonomik sıkıntımız var’ dedi. Bu formül bana aittir. Onlara; herkes gazı alacağımız İran sınırındaki noktaya kadar tesisi getirsin. Kim geç kalmışsa belirlenecek rakam üzerinden günlük ödeme yapsın, dedim. Rakamı 5 bin dolar olarak kendileri belirlediler. Böylece biz de 300 milyon doları onlara vermekten kurtulduk. İlginç bir şey söyleyeceğim, tesisi geç bitirdiğimiz için biz 60-70 bin dolar ödedik…”

Anlattıklarınızı soluksuz dinliyorum. Geçmişten bugüne diplomasi, bürokrasi ve onların güçleri burada öne çıkıyor. Siz nasıl isterseniz aslında o yöne kayıyor. Gümrük Birliği’nin kabulündeki o etkili küçük dokunuşlar diye düşünülebilir ama 300 milyon dolarlık küçük dokunuş bir devlet için hiç de önemli bir rakam değil aslında. O dokunuşun sonucunda geldiğimiz nokta budur. Kritik bir soru sormak istiyorum; Kıbrıs ve Kıbrıs’taki doğal gaz.

“Ondan önce bir şey söyleyeceğim. Amerikan Büyükelçisi’nin bana söylediği bir şey vardı. Büyükelçi aslında Yahudi kökenli. Ben kendimi çok bilgili sanırdım, kendi çevrem de beni öyle zanneder ama büyük devletlerin adamları daha fazla bilgili oluyor. Bu konuda hiç kompleksim yok. Her şeyi geride bırakmışım. Adamın bana söylediklerine dönersek ‘İsrail ve çevresinde çok büyük petrol ve gaz yatakları var. Şunu hesabınıza katın; Rusya’dan her iki taraflı gelen gazlardan kurtulacaksınız. İsrail’den gelecek gaz günün birinde İran ve Irak’tan gelen gazla birleşecek, Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçecek. Bir kolu da Akdeniz’den geçerek İtalya ucundan Avrupa’ya çıkarken Kıbrıs da bu gazdan beslenecek’ dedi. Bu bana hariçten gazel gibi, hikâye gibi geldi. ‘Türkiye’den geçse ne olur teröristler her gün o boruyu patlatır. Deniz altı çok daha uygun’ dedim kahkaha ile güldü ‘Terörist falan kalmaz’ dedi. Ne demek istedi bilmiyorum. Bugün dünyada bu proje konuşuluyor. 28 sene önceki konuşmayı söylüyorum…”

Şinasi Altıner’in anlattıkları bu güne ışık tutuyor. Elbette o ışığı görebilenler için….

28 sene önce herkes her şeyi biliyormuş, galiba Türkiye hariç.

“Bir şey söylemek zor ama en azından ben bilmiyormuşum. Bu tevazu değil ben bilmiyormuşum. Bu bana hikâye geldi, ‘Espri yapıyor bu adam’, dedim. Bu soruyu bir de şöyle cevaplandırmak lazım; Pandemi’den sonra çıkan Rusya-Ukrayna savaşını benim mühendis kafam çözebilmiş değil. Siyaset kafam zaten çözemez de… Bizden bin misli daha fazla gazı yıllardan beri Almanya, Fransa yani Avrupa alıyor. Bunlar savaşla birlikte ‘Senden gaz almayacağız’ diyebiliyorlar. Neye güvenerek diyebiliyorlar bu sorular hâlâ bende netleşmedi…”

Aslında bunun yanıtını yine eski Enerji Tabii Kaynaklar Bakanı Şinasi Altıner veriyor. Elbette anlayanlara…

“Zaman zaman sıkışınca bazı yöneticiler ‘Biz enerji almasak, ekmeğimiz zeytinimize denk geliyor’ falan diyorlar. Bu kaçamak, kurtulma, sıyırma bir cevap. İş böyle değil. Dünyanın iki büyük zengini var; biri Almanya, diğeri Japonya. Bu iki zenginin petrolü, gazı hiçbir şeyi yok? Eğer yaptığınız ihracatta don-gömlek yerine katma değeri çoğaltırsanız, küçümsemiyorum, tonaj ihracatından tane ihracatına geçebilirseniz astarı yüzünden çok pahalı yerine, bu sefer zeytin ekmekten fazla olacaktır. Yani katma değer ağırlıklı ürün yaratırsanız enerji ihtiyacı diye bir ihtiyaç konu olmaktan çıkar. Olaya bu açıdan bakabilirseniz, en basiti şu önümüzdeki cep telefonları Amerika’da bin dolara satılıyor. 250 gram ağırlığı vardır. Bir atölyede bunu jiletle, bıçakla kesin bunun 100 gramı alüminyum, 50 gramı bakır, 100 gramı da plastik. Bunları toplasanız 20 lira etmez. Bu bin dolara satılıyor. Hiç ‘Amerika dünyaya 100 ton bilgisayar, 200 ton cep telefonu satıyor’ diye duydunuz mu? Böyle bir şey olmaz. Ama siz ‘Şu kadar ton demir-çelik ihraç ettik’ diyorsunuz. Güzel, küçümsemeyin, ben demir-çelikten gelen bir adamım. Ama o üretimi yaparken aldığınız cevher, kömür yani o çeliği yapmak için aldığınız o verilerin hepsi yarı mamul olarak ithalatla oluyor. Yani 100 dolarlık ihracatın içinde 70-80 dolar ithalat payı da var. Onu düzeltebilseniz var ya mübalağa etmiyorum %70-80 olan o payı bugün 40’a düşürür enerji sorunu diye bir sorun kalmaz. Japonya’nın enerji sorunu var mı? Bu iş bu kadar basit. Haaa bunu bizim iktidar da yapamadı. 12 yıl milletvekilliği yaptım, her kademede de bulundum. Bizden evvelki yönetimler de yapamadı. Bu ülke dolar üretemedi. 20 senedir bu iktidar var. Gelinen nokta bu. Yani demek ki ya bizim genetikte ya da bizim yaklaşımımızda bir şey var. Bu işi yapamıyoruz. Kusuru başkasına atmayalım, biz de yapamadık. Hatta dedim ki, Amerika şimdi Ukrayna’ya yardım edilmesi konusunda Avrupa’ya da baskı yapıyor, Almanya ve Fransa’nın Rusya’dan artık gaz alınmayacağı, yılsonunda sıfırlanacağını şeklinde beyanatları var. İsrail’in 28 sene önce söylediği proje ne zaman bitecek de Almanya eski enerjisine kavuşacak, şeklindeki sorularıma cevap bulamadım. Yani ben bu savaşa bir anlam veremedim. Akdeniz’in içindeki, kıyısındaki, köşesindeki enerji kavgası, NATO ve Amerika’nın bizim tarafa yönlendirdiği Yunanistan’daki silahları falan görüyoruz. Acaba o silahlar Rusya’ya mı dönük yoksa bizim adaları kullanarak Rusya’nın şileplerinin Karadeniz’den Akdeniz’e geçişi yasağı mı var? Bu büyük düşünürlerin, büyük siyasilerin görevi. Buna benim aklım yetmiyor…”

28 yıl önce verilen bir kararın bugün konuşuluyor olması, acaba gizli bir yatırım var mı? Belli zamanlarda savaş çıkıyor acaba niye çıkıyor, belli zamanlarda gemi batırılıyor acaba niye batırılıyor? Oralarda bir şeyler mi yapılıyor bilmiyoruz. Çok güzel Türkçe konuşan Amerikan Büyükelçisi’nin bizim bakanımızdan daha çok biliyor olması bile manidar diye düşünüyorum. Bunlar çok önemli bilgiler. İnsanların üzerine konuşması gereken veya bazen de susması gereken bilgiler. Sayın Bakanım söyleşimizin sonuna geliyoruz. Söyleşimizin sonunda ben hep Bodrum’u sorarım, Bodrum sizin için ne ifade ediyor?

“Biz sonradan Bodrumlu olduk ama çok sevdik. Burada olduğumuzdan değil, hakikaten eşimiz, dostumuz, ahbaplarımız olduğu için… Belki siz genç Bodrumlu olarak, buraya hep yaşlı adamlar geliyor, diye sevmezsiniz ama…”

Estağfurullah. Aslında kalite geliyor, biz buna ‘nitelikli göç’ diyoruz.

“Bizler buraya geldik ve burayla bütünleştik. Chicago’da oturan bir kızım, Amerikalı bir damadım ve üç kız torunum var. Kurban Bayramı’nda buradaydılar. Damadım özellikle Bodrum’u çok seviyor, oralardan hep Bodrum’u izler. Hatta geçenlerde üç arkadaşını yollamıştı, onlara Bodrum’u gezdirdim…”

Damat ne iş yapıyor?

“Bir araştırma şirketinin CEO’su..”

Kızınız?

“Kızım da özel danışmanlık yapıyor. Son iki yıldan bu yana da evden çalışıyor…”

Konusu?

“Mikroekonomi doktorası yaptı. Bir de üniversitede part-time derse gidiyor…”

Bodrum insanını, buranın yerel yönetimini nasıl buluyorsunuz?

“Hepsiyle tanışıyorum, Allah kolaylık versin. Bazı şeylere üzülüyorum, siyaset gündemine taşımak istemiyorum. Neticede uzun yıllar siyaset yapmış insanız. Bodrum kendi içinde bir yer değil, namı Türkiye’nin dışına taşmış. Ankara da hükümetler de devletler de burayla ilgileniyor. Çok net bilmemekle beraber, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak bu kadar namlı yerlere olmadığı kadar daha fazla yetki müdahalesi var gibi geliyor ve bu beni üzüyor. Böyle olmaması lazım diye düşünüyorum. Bu, geçmişteki bürokrasi döneminden de olabiliyor. Mesela, şuraya şu olmaması lazım, diyorsunuz, bizim dışımızda oldu, diyor. Ne demek dışardan olmak? Netice itibarı ile seçilmiş bir adam var. O adamı beğenmiyorsanız görevden alırsınız. Ama burada çift başlı gibi bir şey oluyor. Bunlar benim tasvip etmediğim uygulamalar. Benim zamanımdaki politikalar farklı bir politikaya evrildi. Şu da var; evrende her şey değişime uğruyor. Değişmeyen yegâne şey değişimdir. Sistemler de günün birinde eskir ve değişime uğrar. Dünya kapitalizmi bile değişime uğradı. 8 milyar insanın bildiğimiz sitemlerle yönetilmeyeceğini anladılar, belki de yeniden bir sistemle birtakım insanları fukaralaştırarak büyük şehirleri boşaltma aşaması mıdır nedir? Teoriktir, aslı yoktur belki ama hap evlerden, kapsül evlerden falan konuşulmaya başladı. Bunları bir mühendis olarak çözebilmiş değilim. İnşallah iyi olur diyeceğim…”

Sayın bakanım çok teşekkür ederim. Hem özel hayatınız bize açtınız hem de 28 yıl öncesinden çok özel bilgileri Bodrum Gündem okurlarıyla paylaştınız. Zaman zaman danışacağımız konularda fikirlerinizi almayı, o dönemle bu dönemi bir akış açısı sunmanızı rica edeceğiz.

“Şeref duyarım. Bizim düşüncelerimiz de yanlış olabilir ama başta söylediğim gibi köylü olan, ustabaşı olan, okuma yazmayı askerde öğrenen işçi rahmetli babanın, uzunca bir süre köyde yaşayan dört çocuğu olarak biz hür düşünceyi öğrendik. Yani dindar bir aile olmamıza rağmen hiçbirimize ne anam ne de babam tarafından dini baskı yapılmadı. Milletvekili iken bile bazen beğenmediğim şeyler olabiliyor, onu eleştiriyordum. Süleyman Bey bu eleştirileri duyar bizi teker teker çağırırdı. Ufak tefek kulağımızı çekerdi ama bizi partiden atmaz, şimdikiler gibi sürgüne falan göndermezdi. 12 yıl süren milletvekilliğim içinde iktidarda iken de, muhalefette iken de öz eleştiri yaptığım olmuştur. Dışarıda değil de parti içinde, yanlış yapıldığını söylemişimdir. Öyle görüyorum ki şu anda siyasi partiler içinde öyle kimse yok. Buna CHP’de dahil…”

O zaman, yaşasın hür düşünce diyerek, sohbetimizi tamamlamış olalım. Çok teşekkür ediyorum.

“Ben teşekkür ederim, saygılar sunuyorum, başarılar diliyorum…”

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.