Bodrum Gündem

Demirci Çırağı, Bilge Adam; SEDAT ÖRSEL

Demirci Çırağı, Bilge Adam; SEDAT ÖRSEL

Demirci Çırağı, Bilge Adam; SEDAT ÖRSEL
Sedat Örsel’i yaklaşık iki senedir tanıyorum. Onu Cenap Tezer’in vasıtası ile tanıdım. Cenap Tezer, Sedat Örsel’i öyle bir anlattı, öyle bir anlattı ki sanırsınız uzaydan gelmiş bir bilge. Sedat Örsel de bu anlatılanların karşısında durmadı ve anlatılanlara çok acayip bir karşılık verdi.
-Abartıyorsun…” dedi.
Lakin hiç abartmamış Cenap Tezer, hatta az bile söylemiş.
Hadi buyurun şimdi, kendine münhasır bir adamın Sedat Örsel’in “otuz iki kısım tekmili birden” söyleşisine…
Röportaj – Fatih Bozoğlu Bodrum Gündem Genel Yayın Yönetmeni
Sedat Örsel’in 30-40 tane niteliği var ama ben röportaja önce Sedat Örsel’i tanımakla başlamak istemiyorum. Demirci Süleyman’la başlamak istiyorum. Demirci Süleyman’la başlarsanız röportajı okuyucularımız da neden onunla başladığımızı anlar.
(Koca adam kendine halâ çırak diyor)
“Doğru bir başlama, çünkü her annenin babanın çocuk üzerinde çok büyük etkisi vardır. Önce aile terbiyesi, önce anne yâni. Ana dili öğreten anne. O yüzden ‘ana dili’ denir. Tabii babayı da o kadar dışlamamak gerekiyor. Lakin ağırlık annededir, onun öğrettikleridir. Ana fikir, ana yol. Sözlüğü açıp ana yazdığınızda hepsi ortaya çıkar. Ben müthiş bir anne baba elinde büyüdüm.
Biz demirciyiz, atalarımız da demirci. Soyadımız ÖRS ve EL. Soyadı Kanunu çıkınca dedem soruyor babama ‘Oğlum soyadı dağıtılıyor. Biz Kayı Boyu’yuz, soyadımız ne olsun?’ diye. Babam da ‘Baba bir Örs’ümüz bir de El’imizle kazanıyoruz’ diyor. Böylelikle soyadımızı ÖRSEL olarak alıyorlar.
O asırlık ÖRS şimdi çalışma masamın üzerinde durur; her an elim üstündedir…

Ben hayata 5 yaşında demirci körüğü çekerek başladım. 7 yaşına gelip ilkokula başladığımda ise okuma yazmayı biliyordum. İlkokula başladığım gün babam bana bir İngilizce hocası tuttu. Demirci Süleyman’ı anlatıyorum ha!.. Hoca İngiltere’de yetişmiş birisi. Bizim orada, Mamak’ta bir villada oturuyordu; Nûriye Hocam.
Hoca ‘Niye?’ diye sordu, babam da ‘Hanımefendi bir lisan bir adam, iki lisan iki adam. Lütfen masrafı neyse vereyim, çocuğuma lisan öğretiniz.’ dedi. O dünyâ güzeli Hocam 5 yıl boyunca bana İngilizce öğretti. O arada benim demirciliğim çok ilerledi. Bütün arkadaşlarım sokakta tahtadan at yapıp oynarken, ben ata biniyordum, nal çakıyordum, kaynak yapıyordum, demir dövüyordum. 10 yaşımda ilk heykelimi yaptım. Babam ortaokul 3. sınıftan terkti. Şimdi 73 yaşındayım onun kadar entelektüel bir adam görmedim. İnanılmaz bir adamdı. Herkes bir şey olmamı istiyordu. Dedem pehlivan, annem doktor, ötekiler mühendis falan, ben de demirci…”

Zeki bir çocuk olduğunuz belli…
“Onu bilmem ama, birşeyleri çok çabuk öğrenirim, hâlâ. Çoğunu da unuturum. TV Kültür Müdürü olduğum zaman bir Gazeteci ‘Sizce Kültür nedir?’ diye sordu. ‘Hayatta öğrendiklerimizden akılda kalanlardır’, dedim. Benim aklımda biraz fazlaca kalıyor galiba. Babamın eğitim sistemi şimdiki Fin ekolü gibiydi; ‘Al bakalım şunlardan bir şeyler yap’derdi. Al dediği şeyler demir, kaynak, ocak, eğeler, testereler falan yani. 10 yaşında bir çocuk için rüyâ. 12 yaşında atlara nal çakmaya başladım. 18 yaşına kadar okuldan daha çok dükkânda çalıştım. Babamın “Erkek adamın üstüne güneş doğmaz” ilkesine uygun olarak sabah 5’te dükkânı açar, sonra eve gelir üstüme değiştirip okula gider, okuldan dönünce de doğru dükkâna gelir, gece yarısına kadar çalışırdım.
Çok severek yapardım, âşıktım demirciliğe. Cumartesi, Pazar günleri de ava gidilir. Tüm av teçhizatını hazırlamak, fişekleri yapmak, doldurmak, saçmaları dökmek dahil hepsi Sedat’ın göreviydi.
Babam daha 10 yaşımdayken, bana 18-20 yaşındaymışım gibi davranırdı. Çok güzel bir iş yaptığımda onun takdiri; ‘Yapacak elbette. Âilesine kimseye muhtâç olmadan bakması lazım.’ şeklindeydi. Geçenlerde Survivor Programı konuşuluyor; Eşim, ‘Esas survivor Sedat’tır. O’na bir tane sağlam bıçakla 10 tane olta iğnesi verin, götürün karşı ıssız adaya atın 5 kişilik âileye bakar.Ev bile yapar’ dedi. Doğru, yaparım. Aç kalmam asla; uygun av hayvanını vurur, yüzer, keserim. Balığı hem dipte zıpkınla hem de olta ile çok iyi avlarım. Aslında tam hayvan sever birisiyim, sevdiğim hayvanların heykellerini yapıyorum. Lâkin, etik kurallara uygun av işi ayrı…”

Köken neresi?
“Dedemin adı Süleyman’dı. Harpte öldü diye künyesi gelmiş, o sırada doğan babamın adını da Süleyman koymuşlar. Biz Mamak’lıyız. Bize ‘Mamaklı Demirciler’ derler. Mamak’ın ortasındaki park; “Demirci Süleyman Örsel Parkı”dır…Baba tarafım aslen Eskişehir’in Mihalıççık ilçesinden, 1921’de Yunan işgâli başlayınca, Dedem askerde ama güzel Babaannemi kaçırıp getirmişler Mamak’a. Kalış, o kalış. Annem soy-kök Ankaralı. Babamın babaannesinin köyünün adı Kayı. Hepsi uzun boylu, sarışın, yeşil ya da mâvi gözlü. Bir tek ben böyle güdük, esmer ve şişkoyum.

Cenap ağabey size sürekli ‘Çırak’ diyordu. Bunun nedenini merak ediyorum?
“Demirci Dükkânımız büyüktü; biz 03-14 yaşlarında çırak alırız, yıllarca çalışır kalfa olur. Kalfa hala örsün öbür tarafında Ustanın karşısında balyoz sallayan adamdır. Sonra ustalaşır, yavaş yavaş örsün Usta tarafına geçmeye başlar. Fakat resmen usta olması için, ÂHİ TÖRESİ’ne göre esnaftan bir jürinin önünde ustalığını gösterecek bir iş yapması; keser, kazma vs. yapması istenir. Jüri Üyeleri, yaptığına bakarlar, ‘Ustalığı Hak etmiş bu.’ derler. O durumda Ustası, gelir meşin önlük bağlar. Örsün önünde bir kurban kesilir, kanı yeni ustanın alnına sürülür, duâlar edilir. Örsün öbür tarafına geçersin ve artık usta olursun. Buna İCÂZET ya da EL VERME denir. Bu töre Bodrum’da da Anadolu’nun her yerinde de vardır. ‘Filanca kunduracının çırağı.’ dendiği zaman ona güvenirsiniz. ‘Fatih Bozoğlu’nun yanında yetişti’ dendiği zaman ‘Aaa öyle mi adam gibi dürüst gazeteci demek ki.’ denir.
İşte ben de;  Babam’a ‘Baba acaba beni ne zaman usta yapacaksın…’ dedim. Çünkü hepsinden iyiydim. Ferforjeler, kaynaklar, zirâi aletler yapıyorum, nal çakıyorum. Demirci olacak kıvamdayım yâni. ‘Hayır sen okuyacaksın.’ dedi. Sevdiğim şeyi yapmak istediğimi söylesem de ‘Sevdiğin işi burada arama. Ben son demirciyim. Benden sonraki kuşak okuyacak.’ dedi.
Babaya, bizde sadece ‘Evet’ diyebilirsiniz. Yani çırak kaldım o gün bu gündür. 1964’te liseyi bitirdim. O ara, ortaokulda iken Ruslar uzaya bir füze fırlattılar. O füze atmosferin dışına çıktı, dünya çalkalandı atmosfer delindi diye. Arkasından Leika isimli bir köpek attılar, köpek canlı döndü. Arkasından Yuri Gagarin’i attılar, 160 dakikada dünyânın etrafında dolaştı, o da canlı döndü. Aklımı oynattım. Ben de uzayla ilgili bir şeyler yapmalıyım diye düşündüm. Demirci olmak istiyorum ama babamın yaptırmayacağını da biliyordum. Çünkü lisan öğretiyor falan. Devamlı okuyorum, kitaptan kalkmıyor başım. İlkokul 2’de bir arkadaşımla birlikte, Ondan gizli Kuran kursuna gittim, Kuran’ı ezberledim falan.”

Kuran kursuna gizli mi gittiniz?
“Evet. Çünkü Babam çocuk kafamın karışmasını, konuyu dağıtmamı, oyalanmamı istemiyordu. Bir de din konusunda ileri geri lâf edilmesinden, din istismarından hiç hoşlanmazdı. Çünkü kendisi 12 yaşından beri namaz kılan, cami yaptıran son derece aydın bir Cumhûriyet sevdâlısı, iki kez de Hacıydı.
1964’te ülkemizde ikinci defa üniversite sınavı yapılıyordu. Uzay Mühendisi olmak istiyordum ama nasıl olacağımı bilmiyordum. Gazeteler yetişti imdâda. Amerikan uzay üssü Cape Canaveral’dan 5 tane Amerikalı uzman İspanya, İtalya, Yunanistan ve Türkiye’den 2’şer öğrenciye 5 yıllık burs vermek üzere yola çıkmışlar.
Oralarda sınavları yapıp 2’şer öğrenciyi belirlemişler ve Türkiye’ye gelmişler. Gazeteler bunu yazınca nefesim kesildi. Müracaât ettim. Belki kazanamam diye merkezi üniversite sınavına girdim. Çok yüksek puan almışım. ODTÜ sınavını da Amerika sınavı yüzünden kaçırdım.
100 kişi civarında aday vardı. Önce formalite olarak İngilizce sınavından geçirdiler. 8-10 kişi kaldık. Ardından 5 gün sınav yaptılar. Yüksek matematik, geometri, uzay geometrisi falan. Sonunda bir tek sınav kaldı, o da sıkı bir mülâkat. Jüri başkanı, benimle birlikte kazanma ihtimâli yüksek bir kişiye ‘Şu kontratları babalarınıza götürün imzalasınlar.’ dedi. Nedir diye sordum, eğer okumayıp hergelelik yaparsak 171.000 dolar tazminat ödeyecek Babalar!… Aldım götürdüm Babama. Demirci Süleyman bütün ihtişamıyla dükkânın önünde oturuyor. Sayfalar dolusu ingilizce yazılı kâğıda baktı;‘Nedir bu?’ diye sordu. Anlattım, ‘Kazandın mı?’ dedi. Evet dedim, kâğıdı gösterdi ‘Peki bu ne?’ dedi.  Onu da anlattım ‘Ver bakalım şu kalemi’ dedi ve adını soyadını yazıp imzaladı.
Sonra arkasına yaslandı ve ‘Bir sualim var. Bu diploma burada bir halta yarıyor mu?’ diye sordu. Burada uzay çalışması olmadığını söyledim. Bana ‘Bu diploma ile burada sana sigorta teli bile bağlatmazlar. Seni mühendis saymazlar. Ayrıca geri gelmeyeceksin, Amerikalı olacaksın. Bak yavrum, artık benden fazla biliyorsun. Şu ana kadar 2-3 bin kitap okudun. Lisan öğrendin. Bu attığım ‘Baba’ imzası. Yolun açık olsun. Ama Ata’n olarak benim Amerikalılara bağışlayacak bir yavrum yok. Türk milletine, memleketimize faydalı olmanı isterim.’ dedi.
Çok duygulandım. Ulaan perişan oldum. 17.5 yaşında bir adam. Akşam düşün düşün, düşün ve kararımı verdim. Beşikten itibâren beraber büyüdüğümüz, çok sevdiğim Münir Açıkalın isimli bir arkadaşım vardı. Avukat olmak istiyor ama o sene kimyadan çaktı, bekliyor. Aradım, seninle konuşacaklarım var, dedim. Akşam Mülkiye ile Hukuk’un tam karşısında, Azmi Abi’nin Meyhanesi vardı, orada buluştuk. İkimiz bir büyük rakı içtik…”

17.5 yaşında.
“17.5 yaşında. Bizim oralarda erken büyür çocuklar. Daha önce de bira-votka içiyorduk da o kadar çok değil. Bir paket de sigara içtik. ‘Münir karşıda Konya Erkekler Yurdu var, oraya gidelim’ dedim. Münir ‘Ne oldu lan cinsel tercihini mi değiştirdin?’ dedi. Yok oğlum başka bir şey, dedim. Gittik oraya. 3. olan bir çocuk vardı, onu çağırttım geldi. Çocuk sinirlendi. Çünkü biz züppelik falan yapıyoruz, iyi lisan bilenler falan var. O Anadolu çocuğu, benden hoşlanmıyor, belli. Ben olsam ben de hoşlanmam. Bir kâğıt istedim getirdi. Kağıda İngilizce ‘İlgiliye, ben gitmiyorum bu arkadaş gitsin.’ diye yazdım. Adam aklını oynattı, ‘Ciddi misin?’ dedi. Ciddiyim, dedim…”

Adamın hayatını değiştirdiniz aslında. Kendi hayatınızı da…
“Benim de hayatım değişti. Münir çok kızdı‘Ne yapıyorsun, deli misin?’ dedi. Gitmiyorum oğlum Türk milletine faydalı olacağım, dedim. Kafakelle yokuştan aşağıya doğru yürüyoruz; Münir, Hukuk Fakültesi’ni görünce ‘Sendeki puan bende olsa gider Hukuka yazılırdım’ dedi. Ben ‘Niye gitmiyorum?’ dedim. ‘Sen konuşmayı bilmezsin ki.’ dedi. Çünkü Münir çok güzel konuşurdu. O aralar bir iki ay oyalandım. Karikatür çiziyorum, reklâm grafikerliği yapıyorum, bir yandan da devam mecbûriyeti olmayan okul arıyorum. Nereye gitsem sekreterler hemen kaydediyorlar, o kadar yüksek ki puanım. O zaman öyle idi; elinde puanla gidip yazılıyordun.
Aradan biraz zaman geçti. Hukuk Fakültesi’nin önünde bir baktım Uğur Mumcu ve Cenk Koray.
‘Ne yapıyorsun, ne okuyorsun?’ dediler. Uğur Abi ‘Oğlum gel hukuk oku, tam senlik…?’ dedi. Beni alıp kantine götürdüler. Etrafa bir baktım aman Allahım her taraf mini etekli, güzel kızlarla dolu. Ankara Atatürk ‘Erkek’ Lisesi’nden gelmişim, ‘Duvarcılık bile okutsalar burada okuyacağım’, dedim.
Genel Sekretere gittik ‘Oğlum Ziraâta gitsene.’ dedi. Çünkü en yüksek puan ziraâttı. Sonra ‘Tıbba git, mülkiyeye git.’ dedi. Hepsine ‘hayır’ dedim. Sebebini sordu. ‘Burada kızlar çok güzel’ dedim. Güldü ve imzaladı.

O gün akşam eve giderken Hukuk Fakültesi Tiyatro Kulübünü kurmuştuk ve ilk Başkandım. Ceride-i Kantar diye bir mizah dergimiz vardı. Uğur Abi onun başına geçmişti. Karikatüristim ya; o iş bana yıkıldı. Lise hayatım boyunca karikatür çizerek para kazandım. Akşam evde Babama Hukuka kayıt olduğumu söyledim. Babam ‘Uzaya ne oldu?’ dedi. Atamın sözünü dinledim, dedim. ‘Pişman olmayasın?’ dedi. ‘Olmam, benim bu memlekette yapacağım çok iş var, beni uyardın’ dedim. Hakikaten de bu samimi düşüncem idi. Bir tek gün de pişman olmadım. Her tercih bir vazgeçiştir çünkü. Hayat boyu gittim oraları defâlarca gördüm. Aklımın köşesinden bile geçmedi keşke yerleşseydim diye. Sonra tabii ki yabancı ülkelerde de okudum…”

Tabii bu çok önemli bir karar. Bine yakın mesleğiniz var, lakin bana göre en önemlisi öğretmenlik, öğretici olmanız. Şuan söyledikleriniz de aslında bir gönderme bugüne. Fark etmedim sanmayın…
“Tabii elbette. Çünkü sonra baba da oldum öğretmen de oldum. Hem veli, hem öğretmen, hem öğrenci. Bunların hepsini birden olabildim. Hukuk Fakültesi o kadar hoşuma gitti ki 1’den 2’ye geçmek çok zordu Hukukta. O zaman sınavlar berbat; eleme sistemleri falan var. Ben hem elemeleri aldım hem de Haziran’da 2’ye geçtim. Okula girdiğimin daha ilk günlerinde Uğur Âbi ‘Gel kız bakalım 1. sınıftan.’ dedi. Hukuk Fakültesi’nde bir adet vardır; Son sınıftaki âbiler 1. sınıftaki kızlara bakarlar, birini tavlarlar ve onunla evlenirler. O yüzden taşradaki savcıların, hâkimlerin çoğunun eşleri hep hukuk 1’de okumuştur. Hukuk 2’ye geçemez…”

Öyle bir gelenek var demek…
“Evet bu durum bir standarttır, ciddi söylüyorum. Abi sen mezun oldun, ben daha yeni girdim, dedim, ‘Olsun lan fazla kız göz mü çıkartır.’ dedi. Amfiye girdik; 30 saniye içinde, ben buldum, dedim. ‘Neyi buldun?’ dedi. ‘Bak şurada Natalie Wood’a benzeyen bir kız oturuyor’ dedim. Natalie Wood ünlü aktris. Baktı ‘Oğlum okulun en güzel kızı, sana yüz vermez.’ dedi. Bana ha?…Yanına gittim oturdum, sene 1964; bak bugün itibarı ile 55. Senemiz.”

Araya girerek bir şey sormak istiyorum. Uğur Mumcu ile o dönemde arkadaşlık yapabilmek başka bir şey. Uğur Mumcu’nun da çok çapkın olduğunu duymuştum. Gerçekten öyle miydi?
“Biz çapkın değiliz, bizler okulda beğenilen adamlardık. Yani edilgen durumdaydık. Uğur Âbi son derece yakışıklı güzel gözlü, entelektüel bir adamdı. Çok cazip ses tonu vardı bir kere. Hayatımdaki ana direklerin temelinde Uğur Mumcu yatar. Fakülteye kayıt olmam, tiyatro, gazete, TV’ye girmem falan. İlkokul 1’den lise son sınıfa kadar hep Tiyatro Kulübü Başkanı idim. Ünlü birçok oyuncu ile sahneye çıktık. Hukuk Fakültesi’nde tiyatro kulübü yoktu, bana kurdurdu. Münâzara yaptırırdı. İki müthiş adam; Mehmet Ersil,Turhan Turgut ve benden oluşan bir ekip kurar en ağır, en abuk konuyu da bize verir ki savunamayalım diye. Biz yenilince de büyük zevk alırdı. 2’den 3’e geçtiğim sene kantinde oturuyoruz. Uğur Abi, Yavuz Gökmen’le. Uğur Abi bir ara dışarı çıktı geldi, elinde Cumhuriyet gazetesiyle. ‘Sedat Türkiye’ye televizyon geliyormuş. Oğlum, tam sana göre bir iş.’ dedi. Yıl 1967. Ben o zaman sahnedeyim, oynuyorum. Yavuz Gökmen’le birlikte iki senedir iş arıyoruz. Yavuz’un Fransızcası benim de İngilizcem iyi. Ama bir türlü iş bulamıyorduk. Bunu da pederden gizli yapmaya çalışıyorum, ‘Demircilerin oğlu el işinde çalışır mı falan der’ diye.”

Araya gireceğim ama maddi durumunuz nasıldı?
“Maddi durumumuz çok iyiydi, herşeyimiz vardı. Anne tarafımın arazileri…
Minibüsümüz, evlerimiz, büyük bahçeler, yazları deniz tatilleri falan”

Ona rağmen çalışmak mı istiyordunuz.
“Tutumluyumdur. Babamdan çok az harçlık alırdım. Ondan bağımsız gibiydim yâni, eline bakmazdım.
Evlenirken de kirya çıktık zâten. Çok kızdı Babam. Küçük bir dâire alıncaya kadar 14 yıl kirada oturduk.

TRT’ye başvuracaksınız öyle mi?
“Evet. Sınava girdik, 34 kişi alacaklar. TRT’nin en baba adamları jüri üyesi. Hepsi 50-55 yaşlarında. Bir tanesi 38 yaşında. Bir apartman dâiresi. İçeride sadece 5 dakika kalınıyor. Önce Yavuz girdi. Biraz sonra Yavuz’u ‘Defol terbiyesiz adam.’ diyerek yaka-paça attılar dışarı. Yavuz ‘Sizsiniz terbiyesiz adam. Yürü lan Sedat. Bunlar turşu bile kuramaz, ne televizyonu ya. Bunaklar.’ dedi. Kapı açık, bunları duydular, beni de gördüler.
Sonra ben girdim içeriye. Jüri Başkanı Semih Tuğrul baktı ‘Arkadaşın mı o serseri?.’ Dedi sertçe. ‘Evet’ dedim. O zaman 67 kiloyum, şimdikinin tam yarısı. ‘Otur!’ dediler. İçlerinde en sert olanlardan bir tanesi duvardaki kara çerçeveli bir resmi gösterip ‘Kim bu?’ dedi. ‘Örnist Hemingway efendim’ dedim. O 38 yaşında olan jüri üyesi‘Ernest olmasın’ dedi. ‘Hayır Ernest değil Örnist. Alman değil Amerikalı.’ dedim. ‘Ne iş yapar bu Örnissst?’ dedi dalga geçerek. Ben de anlatmaya başladım. 5 dakika boyunca, öyle kalakaldılar. Jüri Başkanı Semih Tuğrul da İtalya’daki oyuncu Serra Yılmaz’ın babası, ‘Yahu amcan gibi anlattın. Donunun renginin sorsak söyleyeceksin. Çok mu seviyorsun Hemingway’i?’ dedi. Edebiyatçıları severim Efendim, dedim. ‘Ne yani Dostoyevski’yi sorsak…’ Ben, ‘Dostoyevski Rusya’nın…’ diye başlayınca ‘Yok yok anlatma.’ dediler gülerek. Birisi ‘Hangi kitabını okudun?’ dedi. ‘Hepsini.’ dedim. O zaman insanlar çok kibardı, ‘Oha’ demediler, ‘Say’ dediler, saydım. Sessizlik oldu. ‘En son hangi kitabını okudun?’ dedi bir tanesi. En son ‘The Killers isimli uzun hikâyesi var onu okudum. Türkçesi yok, onu çeviriyorum, senaryo haline getirip sahneye koyacağım.’ dedim. Dedim ama 38 yaşında olan Jüri Üyesi Türkiye’nin en büyük tiyatro yazarıydı. Üç tane oyunu da o sırada sahneleniyordu…”

Hala ismini söylemediniz.
“Söylemedim. Bir oyunu Devlet Tiyatrosu, bir oyunu özel bir tiyatroda oynuyordu. Kendisi de Ankara Radyosunun önde gelen Müdürlerinden birisiydi. Adı da Turgut Özakman’dı. Şöyle alaylı alaylı bir baktı ‘Vay vay vay beyefendi, Örrrnest Hemingway’i çeviriyor. O kadar iyi İngilizce biliyor. Ondan sonra senaryo haline getiriyor ve sahneye koyuyor. Nerede yapacaksın bu işi acaba?’ dedi. İngilizce Anadilim değil ama çeviriyorum, sözlüğe sık sık bakıyorum, dedim. Düşünsenize ondan habersiz tiyatro adına kuş bile uçamaz Türkiye’de. ‘Ben Ankara Hukuk Fakültesi Tiyatro Kulübü Başkanıyım Efendim. Orada koyacağım sahneye.’ dedim. ‘Bir de oyna bari.’ Dedi, sarkastik. ‘Evet, bir zenci kasap, kâtil rolü var onu oynayacağım.’ dedim. Birden sertleşti. ‘Bertolt Brecht kimdir?’ dedi anlattım. ‘Anton Çehov kimdir?’ anlattım. Eugene O’Neil kimdir? ….Vs.”

Hani 5 dakika idi?
“Tam 45 dakika sürdü. Dışarıdakiler meraktan ölüyor ‘Herhalde Sedat’ı salam gibi doğruyorlar’ diye. Semih Tuğrul ‘Tamam beyler. Sedatçığım çok teşekkürler. İlk defa huzur içinde ve bize uygun bir rejisör adayı alıyoruz. Yalnız dışarıda söyleme, sonuçlar bir hafta sonra açıklanacak.’ dedi. ‘Hay hay efendim.’ dedim ama sevinçten uçacağım. Kapının önüne kadar geldim. Arkadan bir ses ‘Bir dakika.’ dedi. Döndüm; Turgut Özakman. ‘Kaç kitap okudun sen?’ dedi. ‘Efendim Mamak Kütüphanesi’nde 3.000 kitap var. Biz 6 arkadaş bu kitapların hemen hemen tamamını okuduk, Denizcilik Terimleri Sözlüğü dahil.’ dedim. ‘Çünkü başka kitap kalmadı.’ ‘Kaç yaşındasın?’ dedi, ‘20’ dedim. ‘20 yaşındasın ve 3 bine yakın kitap okudun öyle mi?’ dedi. ‘Evet, yalnız ben değil arkadaşlarım da okudu.’ dedim. Gülerek ‘Defol!’ dedi. Def’oldum.
Ömürboyu sevdi, korudu beni. Ölmeden bir sene önce Çanakkale filminin galasına davet etti. Elele oturduk. Çok hastaydı artık. Bunu anlattı . Ben unutmuştum. ‘Ulan ben bunu her sene üniversitede ders yılı başında anlatırım. Bir tâne manyak adam vardı TRT’de kitap kurdu diyerek.’ dedi. Müthiş bir adamdı.

Televizyona girdim ama öyle bir ekipti ki Betül Mardin falan. Müthiş bir ekip. Drama Şubesi’ni kurduk. Sonra beni İngiltere’ye TV eğitimine yolladılar. Orada Televizyon Koleji’ni bitirip geldim. Kurulalı 27 sene olmuş ve ilk defa Üstünlük Derecesi’ni bir Türk öğrenci aldı. Geldim idareci yaptılar, Kültür Müdürü, Eğitim Müdürü oldum, Pogram Müdürü, TRT Eğitim Dairesi’ni, TRT INT ve Avrasya’yı kurdum. Sonra 12 Martlar, 12 Eylüller; askerler gelip gitti, MC Hükûmetleri… Her geliş gidişlerinde ben de gelip gittim. 12 Eylül’de beni bir odaya tıktılar ‘Hiçbir şeye karışma. Yoksa kestaneni çizeriz.’  Kapının üzerine Dış Yapımlar ve Satımlar Müdürü diye bir tuhaf makam ibaresi koydular. Ondan önce Program Müdürü idim. Bütün programlar bana bağlıydı…”

İsmail Cem. Benim gibi birçok kişinin hayatında da çok önemlidir. Elbette Türk siyasi tarihinde de yeri çok özeldir.  TRT Genel Müdürlüğü dendi mi ilk akla İsmail Cem gelir o bir efsanedir. Herkes için efsanedir, sağcısı solcusu, seveni sevmeyeni. Sefiller’in dizisini televizyonda gösterebilecek kadar nitelikli bir adamdır.

Bu arada İsmail Cem’i de anmış olalım?
“Kesinlikle iyi olur. Benim o konuda bir sevincim ve bir de üzüntüm vardır. O,TRT Genel Müdürü olduğunda askerliğimi henüz yapmamıştım. TRT hep sonra yaparsın diye izin vermiyordu. Ben tam müracaât ettiğim dönemde İsmail Cem geldi. Ecevit-Erbakan Koalisyon hükümeti dönemi. Gelir gelmez bizim odaya geldi. ‘Hanginiz Sedat Örsel?’ diye sordu. ‘Benim’ dedim ve bana ‘Bülent Bey de konuştuğum başka kişiler de sizi çok seviyorlar. Sizi muâvinim olarak düşünüyorum.’ dedi. Ben de ‘Efendim ben askere gidiyorum.’ dedim.

Bülent Ecevit’i tanıyorsunuz yani?
“Tabii ki KİM Dergisinin kapağını çizdiğimde tanıştım. Uğur Âbi de ilk makalesini yazmıştı. Sonra çok zaman birlikte olduk. İsmail Cem ‘Nasıl yani?’ dedi. Bu arada bir de hakkımda dava açılmış, 7.5 sene hapsimi istiyorlar falan. Şevket Kazan diye bir Adalet Bakanı vardı. Savcı kendisi yüzüme söyledi ‘O TRT’deki o adamı içeri alın, mebusluk sana garanti.’ demiş. Çok üzüldü Cem…”

Birlikte çalışmak kısmet değilmiş demek. Askerlik?
“O zaman TRT’de ‘A’ Servisi diye bir servis var. Askerlik yaparken TRT’de sivil olarak çalışabiliyorsun. Benim hoşuma gitmeyen bir görev. Gizli görev gibi bir şey. Cenk Koray orada yapıyor askerliğini ‘Abi gelsene.’ Dedi.
Yok gelmem. Ben adamakıllı askerlik yapacağım. Askere gittim; pat diye Kıbrıs Harekâtı başladı. Bursa Işıklar Lisesi’nde eğitimimi yaptım, oradan Balıkesir’e gittik. Sonra apar topar bir özel kura ile Ankara Mamak’taki Foto Film Merkezi Stüdyolar Gurup Amirliği’ne Asteğmen olarak tayin ettiler.
İkinci Harekât başladı. Kıbrısa gitmek istedim, izin vermediler; merkezde kalmam emredildi. Mamak’tayım.
Siftah, Askeri kıyâfetle Ustam-Atam Demirci Süleyman’ın elini öpmeye gittim… Cipten indim, Babam şöyle bir baktı, tanıyamadı ‘Buyurun komutan bir şey mi vardı?’ dedi. Şapkayı çıkartıp eline uzanınca ‘Ulan Karaoğlan harbe gidiyorsun değil mi?’ dedi gururla. ‘Yok kura geldi Foto Film Merkezi’ne gidiyorum.’ dedim. Foto Film Merkezi bizim eve 1 kilometre. ‘Ulan, ne biçim askerlik bu?… Soytarılık. Evin salonunda yapsaydın bari.’ dedi. ‘Baba kura’ dedim. Çok sevindi tabii ki. Ben orada 2 yıl boyunca Kıbrıs Barış Harekâtı filmlerini yaptım. O dönem televizyonda oynayan Kıbrıs Barış Harekâtı-1 ve 2 belgesellerini. Filmin sonunda ‘Rejisör: Asteğmen Sedat Örsel’ yazar. Çok onurlu bir görevdi. Bir de günlük haberleri yapıp akşam TRT’ye yolluyorduk. İsmail Cem çok mutlu oluyordu. Tâze tâze haberler ilkin oraya gidiyordu. Askerliği bitirmeme 1 ay kala İsmail Cem görevden alındı, yerine Nevzat Yalçıntaş geldi. İsmail Cem’le biz devamlı görüştük, devamlı bir arada olduk. Çok severdik birbirimizi. Can Dost İsmail Cem, Türkiye’ye her yönden çok fazla gelen bir adamdı.”

Kıbrıs hem Türkiye hem de dünya için hassas bir konu. Birçok siyasetçi ile de konuştum. Bazılarını yazamadım, lakin sonra yazmak üzere söz verdim onlara. Kıbrıs konusunda sizin düşünceleriniz öğrenmek istiyorum. O dönemi yaşadığınız, o dönemin belgeselini yaptığınız için sizin görüşleriniz çok önemli. Kıbrıs ne ifade ediyor sizin için?
“İşin siyâsi tarafına girmeden anlatayım ben. Eski yazı bilirim kütüphanemin önemli bir kısmı eski yazı kitap doludur. Yıllar önce sahaftan aldığım ‘Girit’i’ anlatan ‘Yunan Muhârebesi’ diye bir kitap vardır. Süleyman Tevfik’in yazdığı hârika bir eser. Fırsat bulursam yeni yazıya aktaracağım. Girit bizim elimizden nasıl çıkmış, satır satır, tam dram… O kitaptaki Girit lafını alın yerine Kıbrıs yazın birebir aynı, hemen hemen. Bütün o Batılı barış sahtekâr komisyonları, İngiltere’si, notaları, gemileri, gitmeleri, gelmeleri bilmem nesi. Girit’e sahip çıkamıyoruz, Girit gidiyor. Devlet zor durumda; gönderecek kayığımız bile yok. Geçen yıl gittim, bir tek Türk yok; iki üç tâne de Türk eseri o kadar. Bakmayın şimdi kahramanlık diye anlattıklarına, bir fâciâdır Girit….” Ama şimdi güçlüyüz ve avantajlıyız Kıbrıs Meselesinde…

Rauf Denktaş ile tanıştınız mı?
“Elbette. 1967’de, TRT’de ilk televizyon kursuna başladığımız zaman İngiltere’den BBC’nin Eğitim Merkezinin Başkanı Leonard Chase ve Yardımcıları geldiler, aylarca onlar eğittiler bizi. Ortada daha yayın yoktu. Yayın olmadığı için de boş stüdyoda provalar, alıştırmalar yapıyoruz, kamera kullanımı filan. Herkes sırayla kameraman, ışıkçı, sesçi, montajcı falan oluyor. Öğrenciler olarak çeşitli açık oturumlar, paneller yapıyoruz, onların çekimi de uygulama oluyor. İngiliz Hoca geldi ‘Sedat, sen ve Arsal Soley Kıbrıs sorunu paneli yapacaksınız. Öğrencilerden birisi Makarios’u, birisi Kıbrıs’ın İngiliz komiserini, birisi Türk Dış İşleri Bakanı’nı, birisi Yunan Delegesini, birisi de İngiltere tarafından idamla aranan ve Türkiye’de gizlenen bir âsiyi (Rauf Denktaş) oynayacak.’ dedi…”

Kod adı Toros…
“Aynen ‘Kod adı Toros!…’ Arsal Soley can arkadaşım. Müthiş benzeriz. İkimiz de Hukuk mezunuyuz ve kursun iyisiyiz. İngiliz ‘İyi çalışın, bundan kritik not alacaksınız.’ dedi. Akşam oturduk konuştuk… Arsal’a, ‘Ah ülen, Denktaş’ı bulsak da ona sorsak.’ dedim. Makarios’u fena sıkıştıracağız çünkü. Arsal ‘Bir araştırsana Denktaş’ın adresini verirler mi?’ dedi. Burada gazeteciliğin faydası büyük; Dışişleri Protokoldeki bir arkadaşımdan buldum adresini ve telefonunu Meşrutiyet Caddesi’nde bir apartman dairesinde oturuyor. Telefon ettim durumu anlattım ‘Yarın sabah gelin, konuşalım.’ dedi. Gittik, gencecik bir avukat. Bizden büyük tabii. Benim gözümde de Milli büyük bir Kahraman, âsi bir Türk. Çayları içtik, dinledi dinledi ‘Kayıt kaçta?’ dedi. O zaman video kayıt yok tabii, ‘canlı’ dedim. ‘Kaçta yapacaksınız?’ dedi. Sabah saat 10.00’da. ‘Niye soruyorsunuz?’ dedim ‘Ben geleceğim.’ dedi. Efendim yayın değil, kurs dedik, dinlemedi. Israrımıza rağmen geldi. Saat 10.00, lacivert takım elbiselerini giymiş merdivenlerden bodruma indi, geldi panel masasında “DENKTAŞ” yazan isim levhasının arkasına oturdu. Biz stüdyo hazırlıklarını yapıyoruz. İngilizler Reji odasında. Betül Mardin tercümanlık yapıyor. Moderatör olan öğrenci önce Makarios’a söz verdi. Makarios, Kıbrıs Rum vatanı, Rum milliyetçiliği falan anlatıyor. İngiliz, Britanya İmparatorluğu’nun stratejisi, biz buraya para verdik, kiraladık falan. Sonra Yunanistan derken, sıra Rauf Denktaş’a geldi.
Rauf Denktaş, üst perdeden ve İngilizce olarak ‘The Cyprus issue is…’ diye başlayınca İngiliz ‘Bu kim yaaa?’ dedi. ‘Mr. Denktaş Efendim, kendisi.’ dedim. Adam inanamadı, ‘Kendisi mi? Tanrım ne yapıyorsunuz? Sedat ne yaptınız?’ dedi. Hızla ceketini giydi, stüdyoya koştu, biz de peşinden koştuk. Sayın Denktaş da elini uzattı ‘Siz Mr.Leonard Chase’siniz değil mi?’ dedi. O da ‘Evet.’ dedi sıktı elini. Denktaş ‘Beni dinlediniz mi?’ dedi. O da ‘Efendim bu bir kurs. Niye zahmet buyurdunuz.’ dedi. Denktaş tekrar ‘Beni dinlediniz mi Mr. Chase?’ diye sordu ısrarla. O da ‘Evet, her satırınızı dinledim.’ dedi. Denktaş ‘Ben sizin kim olduğunuzu ve İngiltere’de BBC’de ne kadar önemli biri olduğunuzu biliyorum. Ben Londra’da avukatım. Bu anlattıklarımı gidiniz efendilerinize anlatınız lütfen. Biz Kıbrıs’ı asla vermeyiz.’ dedi. İngiliz ‘Tabi yani vermezsiniz.’ falan demeye başladı.
O Denktaş ki ‘Her fırsatta ben konuşacağım.’ dedi ve konuştu. Ve yıllar Marmaris’ten gemi ile bir yere gideceğiz. Ama gemide yer bulamıyoruz. Ben çocukları alıp gemiye bindim ‘Yer yok. Başkan Denktaş için 3 tane kamara ayrıldı.’ dediler. Başkan burada mı, dedim. “Sedat Örsel “gemide ama âilesine yer bulamadık deyin, dedim. Koca Türk, koşarak geldi, ‘Ahh Sedatçığım.’ dedi.  Karısına dönüp ‘Beni televizyona ilk çıkartan Sedat bu işte!…’ dedi. Hemen oradan bir kamara boşaltıldı. Bilirsin bizim memlekette hiç torpil işlemez. Gözleri dola dola bu hikâyeleri anlattı oradakilere. Kıbrıs ve Denktaş böyle bir şey…”

Doğrusu şimdi benim de gözlerim doldu.
“Son saniyesine kadar Kıbrıs’ı savundu. 1 ay önce Kıbrıs Lefke Avrupa Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileri Seminer vermem için beni davet ettiler. Orada da bunları anlattım, Kıbrıs’a sahip çıkın, dedim. Bizim Kıbrıs’tan vazgeçme gibi bir lüksümüz olamaz. Mümkün değil. Ha Kıbrısı, ha İstanbul’u ha Ankara’yı vermişsin. Tam da Anadolu’nun yumuşak karnı. Herkesin ilgisinin olduğu bir yer, İsrail’den Filistinli Araplara kadar aklına gelen 72 millet bize karşı orada. Orası uçak gemisi gibi bir yer. Bu konuda görüşüm ne diye soruyorsan, ‘söz konusu vatansa gerisi teferruattır’ kısmındayım Kıbrıs işinin…”

12 Eylül’le devam edelim. 12 Eylül’de sizi bir odaya kapattılar. Yanlış anımsamıyorum değil mi?
“Kapatmadılar, enterne ettiler yani. Tüm TV programlarından sorumlu Program Müdürüydüm; o kadroyu ital etiler. Otur o odada ‘Hiçbir yayına karışmayacaksın, uslu duracaksın.’ dediler. ‘Peki’ dedim.
Kapıya Dış Yapımlar ve Satımlar Müdürü yazdılar. ‘Ne yapacağım?’ dedim. Alay ederek film satacaksın, dediler. Düşünebiliyor musun sene 1980 ve biz günde 3-4 saat siyah-beyaz yayın yapıyoruz, 16 mm. filmle.
Dünyada siyah beyaz film pazarı diye bir şey yok. Kimse almaz, siyah-beyaz filmi niye alsınlar.
Fakat, boş duramazdım; birşeyler yapmalıydım. İsmail Cem döneminde iyi diziler yapılmıştı. Metin Erksan, Halit Refiğ, Ömer Lütfi Akad… Halit Abi, Aşk-ı Memnu’yu çekti ama hepsi siyah-beyazdı.
Genel Müdür’e gittim. Bu arada Genel Müdür de emekli bir general. ‘Ben bir yönetmelik olmadan nasıl çalışacağım? Burası Devlet Kurumu…’ dedim, ‘Ne yönetmeliği ya? Otur oturduğun yerde.’ dedi.
Israr edince ‘Yaz getir bizi uğraştırma, Hukukçusun.’ dedi. Hukukçuluk büyük avantaj tabii. Oturdum 17 maddelik bir yönetmelik hazırladım. Ama ne Yönetmelik;‘Yurt dışına film satmak için araştırmalar yapar, filmler çeker, yabancılarla ortak yapımlar yapar, dış pazarlara katılır, sözleşmeler imzâlar,TRT’nin filmlerini satar vs.’ Götürdüm ‘Oğlum sana film yapma diyoruz, sen film yapımı diyorsun.’ dedi. ‘Efendim dışarısı için.’ dedim.

Şirin bir adamdı, “nasıl olsa yapamazsın” der gibi gülerek imzaladı.
Hemen ertesi gün kolları sıvadım, İngiltere ve Japonya’daki sınıf arkadaşlarıma teleksler yolladım. ‘Gelin ülen benden film alın, iyi olur.’ meâlinde. Japonya’ya özellikle…Bu arada Tokyo’da TV İşletmeciliği okuduğumu söyleyeyim. Fransa’dan bir arkadaşım geldi, dizileri seyretti ‘Sedat ben bunların nesini alayım?’ dedi.
Çünkü hiçbiri uluslararası yayın standartlarına uymuyor. Aşk-ı Memnu sanırım 6 bölümdü. 1. bölüm 45 dakika, 2. bölüm 54 dakika. Halbuki hepsinin 26 veya 52 dakika ve renkli olması, dublajlı olmaması, İngilizce senaryosunun olması gerekiyor. ‘Al bunu.’ dedim, ‘Nesini alayım. Niye Türkçe dublaj yaptınız?’ dedi. ‘Çekim yapıp üstüne seslendirmesini yapıyoruz da ondan.’ dedim. ‘Niye sesli çekmediniz, manyak mısınız?’ dedi. ‘Çekemiyoruz.’ dedim. ‘Niye alayım?’ dedi. ‘Almazsan benim kestanemi çizecekler.’ dedim.
Oysa; alırsa da çizecekler. Çünkü film satmam yasal değil. TRT film satamaz, tüccar değil. ‘Ne kadar istiyorsun?’ dedi. Piyasayı biliyorum ama batının iyi filmlerinin fiyatını;‘Ver 100.000 dolar al git.’ Dedim; esnaf gibi.

Yetkisi 90.000 dolarmış; bir çek yazdı verdi. Filmi de 2 inçlik banda kaydettim, dostuma verdim, uçağa bindi gitti. Aklınıza gelecek bütün suçları işlemiş oldum. Çeki alıp Genel Müdür E.General Macit Akman’a götürdüm. ‘Bu ne?’ dedi. ‘Efendim ben film sattım.’ dedim. ‘Ne yaptın? Deli misin sen. Beni görevden alacaklar. Seni de beni de hapse atacaklar.’ dedi. Çünkü TRT tüccar değil film satamaz. Satma yetkisi olsa bile uluslararası ihâle açması lazım, çünkü devletin malını satıyorsun. En iyi fiyatı verene satman lazım. TRT olarak dövizle hesap açamıyorsun, çünkü çekte 90.000 dolar yazıyor. Yani bir anda bir yığın suç işlemişim.
Paşa telâş içinde ‘Ne yapacağız, deli herif?’ dedi. ‘Efendim son başbakan Süleyman Bey’i siz görevden almadan önce ‘Hazine 70 sente muhtaç.’ demişti. Hala muhtaç mı acaba sayın Başbakana sorsanız.’ dedim.
Çok zeki bir adamdı; bastı kahkahayı. ‘Anladımmmm, seni seni; otur bir kahve söyleyeyim sana.’ dedi.

Sonra Başbakan Bülent Bey’i (Ulusu) bağlattı, devre arkadaşıymış. Diafona da bastı ‘Paşam hala 70 sente muhtaç mıyız?’ diye sordu. Bülent Bey çok kibar bir adamdı, Amiral. ‘Ne diyorsun Macit, maaş veremiyoruz.’ dedi. ‘Size 90.000 dolarlık bir çek yollasam.’ dedi. Bülent Bey ‘Amman, ilaç gibi gelir.’ dedi. Bu arada bankaya açıp sordum karşılığı var mı diye, vardı. Nereden nereye.
Bülent Bey ‘Ne yaptın, ne parası bu?’ diye sordu O da ‘Burada bir deli adam var.’ dedi. Bu arada başka şeyler de söyledi kominist-mominist diye. ‘Bu TRT’nin filmini Fransa’ya sattı.’ Dedi. Karşıdan ‘Aferin iyi yapmış.’ sözü gelince Macit Akman  ‘Ne iyi yapmış. 20 tane suç işledik. TRT tüccar değil.’ Diye saydı, döktü. Sonra Bülent Bey’e ‘Paşam bunları yasal olarak yapabilir hale getirsek.’ dedi. O da ‘Ne gerekiyorsa hazırlayın ben imzalarım.’ dedi.
Mâcit Paşa’nın o andaki bana takdir dolu bakışını unutamam; “Haydi sıva kolları, hazırla yazıları Örsel!…”
Ben bir anda kölelikten kahramanlığa terfi ettim. Yani bir anda zindandan özgürlüğe çıktım. Bir huyumuz vardır, sen gözden düşünce veya bir yere tıkılınca, yakınların hemen selâmı sabahı keserler. Ama başarınca herkes çıkar, kutlar. O ana kadar çok yalnızdım. Herkes selâma geldi. Kahveler çaylar gırla. Ekip kurmam lâzım.
Montajcılıktan yetişme iki Dostum vardı Ertuğrul Karslıoğlu ile Fatih Arslan, onları yanıma aldım. İlk renkli belgeselleri çekmeye ve satmaya başladık. Türk mimarisi, Türk sanatı gibi, önünde Türk adı olan bir yığın film yaptık. Başka TV dramalarını, çocuk programlarını, müzik ve showları bir katalog haline getirdim ve ilk defa Cannes’da stant açmak için 1986’da TRT Yönetim Kurulu’na başvurdum. Bu arada bana dışarıdan, filmcilerden birçok iş teklifi geliyor; yok diyorum ben önce bu işi başaracağım, Türkiye’nin TV filmlerini dünyaya ilk kez ben satacağım. İlk katalogu bastık ve 35.000 dolarlık bir tahmini bütçe hesapladım. Cannes’da stant kiralamak için TRT Yönetim Kurulu’na teklif götürdüm, çok kızdılar. Her şeyi yaptık da film satışı mı kaldı.’ dediler…”

Haydaaa hala mı defans?
“Yönetim Kurulu Üyesi Büyüğüm ve Dostum Altemur Kılıç beni çok severdi; ‘Sedat Örsel müthiş bir öneri getiriyor ve siz bunu müzakere ediyorsunuz. Sizi fena yaparım. Adam dünyâya kafa tutmaya gidiyor siz burada elini tutuyorsunuz.’ dedi. Genel Müdür de Tunca Toskay, o da candan destekliyor. Orada korktukları konu; “ASALA seni öldürürse…”. Çünkü ASALA’nın ölüm listesindeymişim… Avusturya Televizyonu ile ortak ‘Ermeni katliâmı diye bir şey yoktur’ konulu film yaptığım için. Altemur Âbi bütçenin 70.000 dolara, Tunca Toskay da 150.000 dolara çıkartılmasını istedi. Toskay ‘Sedat, git oraya sâdece bayrağı çektir, yeter!.’ dedi. Çünkü oraya Türk bayrağı çekilmesini Fransa güvenlik açısından kabul etmiyor. Toskay ‘Bayrağı oraya çektir. Tek kare bile film satmasan da büyük ödül benden sana Sedat’ dedi. Teşekkür ettim. İki muâvinim vardı onlarla birlikte sırtımızda o ağır kaset sandıklarını taşıyarak Fransa’ya götürdük. Fransızlar, MIP-TV Festivalinin yapıldığı Cannes’daki Palais De Festival binâsında  bize stant yeri verilmeyeceğini söylediler. Yer yokmuş!… 400 firma var bize niye yer yok? Yâni şimdi ‘Bir İngiliz firması müracaat etse ona da mı yer vermeyecek misiniz?.’ dedim.
‘Onlar Avrupa Birliği üyesi.’ dediler. “Hımmmm…” Nice’den uçağa atladım Londra’ya gittim. Orada Paramount Pictures’ın Avrupa Genel Müdürü var, yakın arkadaşım. ‘Sana bir yetki belgesi vereceğim. TRT’yi temsilen MIPTV Yönetimine müracaat edeceksin.’ dedim. Böyle bir kâğıt verme yetkim yok benim, yalnızca TRT Yönetim Kurulu’nun yetkisi var.  Oturdum yazdım o da altına TRT için stant açmak isteğini yazdı, mührünü bastı.
Ben o dilekçeyi alıp getirdim Cannes’da herif-i nâ’şeriflerin önüne koydum. Mecbûren yer verdiler tabii.

Ama Palais De Festival binasının beyni olan alt katta değil, yukarıda tuvaletlerin ve vestiyerin olduğu yerde giriş katında bir yer var. ‘Orayı bana verin.’ dedim. ‘Oraya kimse gelmez.’ Dediler ama yine de aldım. Aşağının metrekaresi 170 dolar, burası 1 dolar. 40 metrekare yer kiraladım. En büyük stantlar Warner Bross falan 15 metrekare; bizimki 40!… Bizden sonra orası en gözde yer hâline geldi. Sabahlara kadar dekor çaktık, afişler astık. Üç gün içinde 17 ülkeye, 60 tane film sattık ilk sene. Döndüm geldim, işte Yılın Bürokratı seçtiler, ödüller falan. Orası yâni Dış Yapımlar ve Satımlar Müdürlüğü birden popüler oldu ve büyüdü. Ortak yapımlar yapıldı Amerikalılarla, Japonlarla, İngilizlerle falan. Bu arada devamlı terfim isteniyor, ben de bürokrasiyi sevmiyorum. Olay büyüdü 1989’a geldiğimizde üsttekilerin tahammülleri kalmadı ‘Televizyon Dairesi Başkanı olacaksın.’ Diye tutturdular. O zamana kadar benim üstümde bir TV Başkanı, bir de Genel Müdür Muavini var ve ondan sonra da Genel Müdür… Beni Asaleten TV Daire Başkanı, vekâleten de TV ve Radyolardan sorumlu Program Yardımcısı olarak atadılar…”  Arada kademe-mademe kalmadı; doğrudan çatkapı Genel Müdürleyim.

Cannes’dan bir sürü satış yaparak geldiniz, bir sürü ödüller kazandınız.
Öyle oldu… MIP-TV’nin kocabaşları beni kahvaltıya dâvet ettiler; Warner’ın Patronu Michael Solomon, CNN’nin Patronu Ted Turner, karısı Jane Fonda, MIP-TV’ciler  vs. “Ne yaptın da bu kadar başarılı oldun?” diye merak etmişler. Ben de onlara “Demirci çıraklığından öğrendim” dedim; çok güldüler. Müthiş bir kahvaltıydı. 1987’den sonra Türk dizileri her yerde oynama başarısını elde etti. Cannes’dan sonra sandıkları açmadan diğer pazarlarda TRT Stantları açtım. Rio De Janeiro, Sidney, Moskowa… Şimdi artık TV’leri yayınladığı Türk Dizileri dünyâ pazarlarının yıldızı; o kadar mutlu oluyorum ki… Çok önemlidir bir ülkeye dizi satmak. Kültürünüzü, ülkenizi tanıtırsınız…

O dönemlerde hangi diziler satıldı mesela?
“En çok satılanlar belgesellerdi. Çünkü onları ben kendim tasarlamıştım; uluslarası standartlarda. Dramalar da çok iyi satılıyordu. O sıralarda Bulgarlar oradaki Türklerin isimleri değiştirdiler Belene Adası’nda işkence kampları kurdular. Onun dizisi yapıldı, Hüseyin Karakaş yönetti. Başbakan Özal da ‘Sedat Bey bunu dünya televizyonlarına bedâva dağıtalım, yayınlasınlar.’ dedi. ‘Propaganda diye yayınlamazlar Efendim bedava olmaz, satmamız lazım’ dedim. ‘Neden?’ dedi. Yalnızca totaliter rejimler ve Üçüncü dünya ülkeleri bedava propaganda filmleri gönderir, bize de gelir, asla yayınlamayız. Profesyonel dünyadaki televizyoncular bedava yerine 1 dolar verip satın alırsa yayınlamak zorunda kalırlar. Çok güldü; ne de olsa ‘serbest pazarcı’ydı.‘Ne yapmak gerekiyor?’ dedi. Çok sayıda ülkeye satılması için ‘Bunun İngilizce, Arapça ve Fransızca dublajının yapılması gerekiyor.’ dedim, ‘Hemen yapın.’ dedi. Bütçe çıkarttılar. Önce Türkçe Senaryoyu o dillere çevirttim. Kasetleri alıp, ilkin Londra’ya gittim. Dizinin bölümlerini baştan sona yeniden, profesyonel standartta montajladım. Telifini ödeyip yeni müzikler yerleştirdim. Arkasından CATS müzikalinde oynayanlarla İngilizce dublajını yaptım. Oradan Paris’e geçip SEFİLLER’de oynayan oyuncularla Fransızca dublajını. İkisini birden alıp Kahire’ye gittim Arapça dublajını yaptım… Çok keyifli bir çalışmaydı benim için…”

Bu, Türkiye’nin bir dönemine damga vuran bir atraksiyondur Turgut Özal sayesinde yapılmış. O dönemin Bulgar zulmünü ortaya serebilecek, bunun farkındalığını sağlayabilecek önemli bir diziydi. Sonuç da alındı yanılmıyorsam.
“Sonuç alındı, çünkü çok akıllı bir politika güttüler. İşkence gören SoydaşlarımızınTürkiye’ye gelmeleri sağlandı. Gelenlerin hepsi eğitimli uygar insanlardı. Hepsi, sanat erbabı Türkler… Balkanlı Türklerdi yani. Dolayısıyla ben inandığım bir şeyi yapıyordum ayrıca. Uzun yıllar Avrupa Konseyinin “AUDIOVISUAL EUREKA” Programında Türkiye Milli Koordinatörü olarak görev yaptım. Bulgaritandaki durumla ilgili olarak o komisyonlarda çok mücâdele ettim. BELENE çok ses geirdi tabii. Satılan filmler içinde en çok belgesele ve ortak yapımlara ağırlık veriyordum. Bunlar inanılmaz bir biçimde Türkiye’yi dışarıda olumlu bir şekilde tanıtmaya başladı. Çok olumlu sonuçlar almaya başladık. Rahat durmuyordum tabii. Biz bunları yaparken bir taraftan da yurt dışında Türklerin yaşadığı yerlerde televizyon yayınları yapmaya başladım. İlkini Priştine’de yaptık. Beş dakikalık Türkçe yayın bir sene içinde 18 rejisör-spikerli günlük yayına ulaştı. Rahat durmadım, Sidney’de, Bakü’de, Belçika’da, Pariste 12 yerde Türkçe yayınlara destek. Onları Türkiye’den paket programlarla besliyordum. Belçika, Paris, Almanya, Avustralya. Türkler son derece memnundu.

TRT İNT bu süreçte mi aklınıza düştü?
“Daha öncesi var. Bir gün Cannes’da CNN’in üst düzey yöneticileri ile bir teknedeki kokteylde bir ara geldik.
Bu ‘tüm dünyâya yayın’ işini teknik olarak nasıl yapıyorsunuz?’ diye sordum. Bir dosya verdiler.
Kendi uyduları ile dünyaya yayın yapıyorlar. Uykularım kaçtı. Kokteyli terk edip otele gittim ve 60 sayfalık dokümanı bir solukta okudum. Notlar aldım bunun aynısını Türkçe yayın olarak nasıl yapabilirim diye düşünmeye başladım. Türkçe konuşulan yerlere yayın yapmak lazım. Avrupa’daki Türklere yönelik bir yayın olabilir mi diye bir rapor hazırladım. O rapor da 60 sayfaydı. Adını da TRT International koydum. Bunu bizimkilere gösterdim yine çok kızdılar, ‘Her işi yaptın da Avrupa’ya yayın mı kaldı?’ dediler.
Bir de uydu kiralanması gerekiyor, paralı pullu bir iş. Dosyayı Bakan Dostum Adnan Kahveci’ye verdim. Gece saat 1’de Kahveci aradı ‘Turgut Abi okudu, çıldırdı. Hakikaten Avrupa’ya yayın yapabilir miyiz?’ dedi. ‘Evet.’ dedim. ‘Yarın sabah Başbakan bekliyor seni.’ dedi. Ben devlet memuruyum Bakanım, izinsiz gelemem dedim. ’Olsun gel.’ dedi. Gittim. Özal birisiyle görüşüyordu onu bekleyemedim. ‘Ne gerekiyorsa yapın.’ diye talimat vermişti. Konuyu Güvenlik Kurulu’na götürdük. Kavga gürültü uzun bir müzakereden sonra projem uygun görüldü.. Ben izin alabilmek için tek başıma Avrupa ülkelerine tura çıktım. Uydu kiralanması için PTT’ye 10 milyon dolarlık bir bütçe verdiler. Uzun süre Almanya’yla uğraştım, çünkü yabancı kanalların Kablo Sistemine girmesine sıcak bakmıyorlardı. BBC’nin bile. O zaman Berlin hâlâ duvarın içinde, bizim yayın oraya inecek ve Almanya’ya oradan kabloyla yayılacak. Sonra Fransa, Belçika, Avusturya gibi Türklerin olduğu yerlere.
Değerli Dostum Zafer Ilgar Berlin’de Teknik Okul Müdürü idi; onun büyük yardımıyla, bir aylık çalışmanın sonunda izni zar-zor alabildim. O iznin Stuttgart iletişim komisyonundaki müzâkeresi ve oradaki savunmam başlıbaşına bir komik hikâyedir. Neyse, izni kopardım. Muhteşem bir şey oldu tabii. TRT INT yayına başladı. İçte ve dışta çok engellendim ama sabırla ve azimle direnerek başardım.

Avrasya da sizin başınızın altından mı çıktı yoksa?
“Tabii ben yine kaşınıyorum. Televizyon Daire Başkanı ve aynı zaman TRT Genel Müdür Muavini Vekiliyim ya; Radyoları da bağladılar, ama aklım fikrim devamlı yurt dışına yönelik TV yayınlarında. Sovyetler Birliği’nde dağılacak gibi bir hava var. Bir Kültür Konferansı için Hükûmet Can Dostum ve Büyüğüm Prof.Dr.Ekrem Akurgal ve Beni Budapeşte’ye delege olarak gönderdi.
Orada SSCB’deki Türk Cumhuriyetlerinin TV Genel Müdürleri ve Tataristan Radyo TV Genel Müdürü ile sık sık biraraya geldik. Onlara biz Türkiye’den sizlere Türkçe yayın nasıl yaparız diye sordum. Çekindikleri Moskova Televizyonun Rus Genel Müdürü de oradaydı. İyi bir adamdı; izâh ettim merâmımı. ‘Siyasi içerikli olmazsa, şarkı, türkü, eğlence olursa belki’ dedi. Tamam şarkı, türkü, eğlence; öyle bir başlayalım. Bir proje hazırladım.
O zaman Özal Cumhurbaşkanı, Demirel de Başbakan oldu. Projeyi Özal’a götürsem Demirel yaptırmaz,
para vermez, para ona bağlı çünkü. Ne yapayım ne edeyim falan derken Süleyman Bey’e haber yolladım. Heyecanlanmış. Namık Kemal Zeybek onun danışmanıydı, ‘Sedat önce O’na anlatsın.’ demiş.
Bir akşamüstü ofisinde O’na anlattım, çok heyecanlandı. ‘Bunun adı Türksat veya Avrasya olsun.’ dedim. AVRASYA lafı çok hoşuna gitti Namık Kemal Zeybek’in ve ‘Avrasya koyalım. İsim babası da ben olayım. Bir de adım Turancı’ya çıkmış asıl Turancı sensin Sedat!’ dedi bana gülerek. Bir gün sonra Demirel beni kabineye çağırdı. Erdal İnönü ve diğer Bakanlar var. ‘Sedat Bey kardeşim bunu gerçekten yapar mısınız?’ dedi. ‘Yaparım.’ dedim. ‘Ne kadar bir süre lazım?’ dedi, ‘Bana 3 ay verin.’ dedim. ‘Para?’ dedi. ‘Bana değil altyapı için PTT’ye 10 milyon dolar vereceksiniz.’ dedim. ‘Hanımefendi 10 milyon doları PTT’ye havale edin.’ dedi. Tansu Çiller diye bir kadın Bakan, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı vardı o zamanlar. Neyse Biz, PTT’den Cengiz Bulut ve Cengiz Anık’la birlikte 4-5 hafta sonra yayını başlattık. AVRASYA Televizyonu da öyle kuruldu işte…”

Ödül var mı?
“Olma mı?… 1992 Haziran sonları… Süleyman bey çağırdı beni, yan odada kulağıma‘Genel Müdür oluyorsunuz’ dediler. ‘Yok ben kaçıyorum’ dedim, Demirel ‘Neden?’ dedi. ‘Efendim, Küçük kızım Bilkent İç Mimâri Bölümünü kazandı. Benim para kazanmam lazım’ dedim. ‘Ne kadarmış?’ dedi. ‘7 milyon 500 bin lira.’ dedim. ‘Sizin 7 milyon 500 bin liranız yok mu Sedat Bey?’ dedi. ‘Yok efendim. 4 milyon 200 bin liramız varmış bankada.’ dedim. ‘TRT’de 25 yıldır çalışıyorsun; Genel Müdür Muâvinisin ve 7 milyonun yok. Senin araban da yoktur.’ Dedi gülerek. ‘Yok efendim’ dedim. ‘Seni bâzı Kamu Kuruluşlarının Yönetim Kurulları’na yazalım, Hakk-ı Huzur alırsın maaşın 15 milyon olur.’ dedi. Cavit Çağlar vardı yanında ‘Kabul etmez efendim solcu bu.’ dedi. Çok güldüler ve kapattılar konuyu…’Peki ne yapacaksınız?’ diye sordu kibarca.‘Beni Vehbi Koç Bey istiyor.’ dedim ‘Ne olarak?’ dedi. ‘Amerikan Warner Bros ve Fransız Kanal Plus’un da ortak olduğu yeni kurulacak Televizyona Genel Müdür olarak.’ dedim ‘Anlamadım. Vehbi Koç yanında 25 sene çalışmayanı Genel Müdür yapmaz.’ dedi. “Yapıyor” dedim. Mutlu oldu. Sırtıma şöyle bir vurdu, kapıya kadar uğurladı ‘Muhterem kardeşim sen devlete çok hizmet ettin. Vehbi Bey’e selamımı söyle. Ne zaman canın sıkılırsa dön gel. En yüksek makamlarda görevin hazır.’ dedi. Kibarca uğurladı beni…”

Vehbi Koç ile çalışmaya başladınız? Genel Müdürlük yaptınız mı?
“Koç’a gitmeden önce TRT’ye geldim istifamı vereceğim. TRT’de 25 yılımı tamamlayıp emekliliğimin dolmasına 3 ay 15 gün var. Odama geçtim, 3 tane genç var orada. Beni bekliyorlarmış. Buyurun dedim. Hiç uzatmadılar hemen konuya girdiler. ‘Biz Alo Bilgi diye bir telefon şirketi kurduk. Sizin bize gelmenizi istiyoruz’ dediler. ‘Ben o işlerden anlamam.’ dedim. 28 yaşında Oğuz Özerden adında cin gibi genç, yakışıklı biri; ‘Kime sorsak, Sedat Örsel diyorlar, sizi istiyoruz.’ dedi. Belli ki büyük paralar kazanmışlar. Amacı ve hedefleri büyük; yeni yatırımlar peşindeler. Daha önce benden randevu istemişler ben ‘hayır’ demişim. Şirketin büyük ortağı olan İngilizlerle, Londra’da bir yemekteyken, BBC’den üstdüzey biri de varmış masada. Bir kartın üstüne ‘Mr. Sedat Örsel aradığınız adam; devlet kafalı bir adamdır, kabul etmez ama siz bir teklif edin.’ diye yazmış. Onu söylediler. Ben de ‘teklif edin’ bakalım dedim. Ben İstanbul’a gitmek istemiyorum. Ankara’da kalmak istiyorum. Çünkü çocuklarım, ailem burada annem, babam sağ o zaman.  Önüme beyaz bir kağıt koyup ‘Ne yazarsanız kabul edeceğiz’ dediler.”

Ooo. Yazdınız mı?
“Ben de yazdım ve onlar da kabul ettiler. Bir yandan da Vehbi Bey kızacak diye ödüm kopuyor. ‘Ama ben Genel Müdür falan olmam, Ankara’da otururum.’ dedim. ‘Yok, o işler bizde;  zaten biz size sadece aradabir, gerekirse danışacağız, para pula falan karışmayacaksınız’ dediler. Böylece onlarla çalışmaya başladım. Ankara’da büro kurdular, ev, araba, şoför verdiler. Çalışmalar başladı. Bir karar alacakları zaman gerekli görürlerse fikrimi soruyordu Oğuz, ben de lehte, aleyhte fikrim neyse onu söylüyordum. Çok saygılıydı, kimi önerilerimi uygun bulup, uyguluyor, uygun görmediklerini tebesümmle savuşturuyordu. Yeni firmalar kurduk. Mesela o sırada yeni kurulan Kanal 6’nın gündüz yayınları için anlaşma yaptık. Oradan Dr.Stress, Hügo, diziler vs. canlı yayınlar yaptık. Çok onurlu ve eğlenceli bir süreçti. Oğuz Özerden inanılmaz zeki, kültürlü, saygılı bir patrondu. Derken Vehbi Bey’in sabrı taştı. ‘Gelsin’ demiş, gittim. ‘Seni hem Amerikalılar (Warner Bross), hem de Fransızlar (Kanal +) istiyor. Bizim ortak Genel Müdürümüz sizsiniz. Bize TV kanalı kuracaksınız’ dedi. Çâresiz hayhay dedim.
Ben Bilgi’den nasıl ayrılacağım diye tasalanırken, Özerden çok sevindi “Yaşasın; Sizi ben İstanbul’a getiremedim, Koç getiriyor, maaşınızı da o verecek ama ben yine size bedâvadan danışacağım” diye bastı kahkahayı. İstanbul’a, Nakkaştepe’de Koç Holding’e geçtim. Sevgili Dostum Mustafa Koç’la bitişik bir ofisim oldu. Orada şimdi adı CNN Türk olan Eko TV’yi kurdum…Oğuz da bana hep danıştı…”

Vehbi Bey’in vizyonunu anlatmak anlamında önemli. Ford’u da Türkiye’ye getiren birisi olarak düşünürsek Vehbi Koç’un televizyon sektörüne çok daha önceden girmesi gerekmez miydi?
“Valla o Koç ben hakir yalnızca emekli memur Sedat’ım. Ben Hukuk mezunuyum; İngiltere’de ve Japonya’da TV eğitimleri gördüm; ama asıl hayat mektebini Vehbi Koç okulunda bitirdim. İnanılmaz şeyler öğreniyordum tabii ki. Vehbi Bey’le haftada bir defa yemekte buluşup baş başa konuşurduk. Beni transfer ettiklerinde ilk sorduğu soru ‘Ne diyorsun bu TV işine?’ oldu. ‘Ben de yapmayın bu işi dedim. Bakın, hükümetin aleyhine yayın yapamazsınız, lehine de yapamazsınız. Reklam alırsanız, kendi firmalarınız reklamlarını ucuza vermek isterler, para kazanamazsınız. Başka firmalar size reklam vermezler.137 milyon dolar batar gider…’ dedim. Dikkatle dinledi, dinledi, ‘Yani sen kendi altındaki tahtayı mı çekiyorsun?’ dedi. ‘Evet efendim, ben Ankara’ya geri dönebilirim, bunu yapmayın.’ dedim. Rahmi Bey ‘Peki ne yapalım?’ dedi, o sırada Cep Telefonu işi güncel.‘Cep Telefonu işine girin, kişisel telefon.’ dedim. ‘Sedat Bey rüyalarda gezmeyin, o iş yürümez’ dedi. Ben yürür desem de beni susturdular, ‘Siz işinize bakın’ dediler…”

Mobil telefonlar var mıydı bunu söylediğinizde?
“Hayır daha yok. Sene 1993, Amerika’dan birileri mobil telefon getiriyor. Sonra Karamehmetler ve Uzan’lar başladılar, telefon işi aldı başını gitti… Yıllar sonra Rahmi Bey bir röportajında biz o treni kaçırdık diye itiraf etti.”

Alo Bilgi işi çok paralar kazandırdı değil mi?
“Çok doğru. Alo Bilgi’de Oğuz Özerden çok büyük paralar kazanmış. Muhteşem, bilgili bir adamdır. Tanıdığım en zeki insanlardan birisidir. New York’ta yemekte, bana kazandığı parayla ne yapacağını sordu, ben de bir Vakıf kurmasını ve çok üst düzeye eğitim verecek bir Üniversite sâhibi olmasını söyledim. Bana ‘Deli misiniz, milyon dolarlarımı niye vakfa bağışlayayım?’ dedi, gülüştük. O zaman özel üniversite olarak sadece Bilkent var.
Hayâlperestim ya; ‘Oxford gibi bir üniversitemiz olsun.’ dedim, ‘Olmaz’ dedi. Numara yapıyormuş.
Aradan bir sene falan geçti. Bir gün Toktamış Ateş önde, Oğuz Özerden arkada, yanlarında Eğitimci Latif Mutlu Nakkaştepe’de Koç Holding’e, bana geldiler, ‘Sizi yemeğe götürmeye geldik.’ dediler. Nedir diye sordum, Latif Abi ‘Biz üniversite kuruyoruz, seni almaya geldik’ dedi. Beylerbeyi’ne indik bana ‘Sen de geliyorsun’ dediler. ‘Gelmiyorum, ben Koç’un Genel Müdürüyüm. Daha ne olabilir ki? Ayrıca üniversitede ne işim var.’ dedim.
‘Sedat Bey siz zaten üniversite hocasısınız.’ dediler. Transfer, ev falan önerdiler, hocalık yaparsın, yanımızda olursun. ‘Ben de, yalnızca ders veririm ve  Ankara’dan uçakla gelir giderim. Aile odaklı bir adamım.’ dedim.
Oğuz peşimi bırakmadı. Neyse, Bilgi Üniversitesi kuruldu ve ben İletişim Fakültesinde Hocalığa başladım.
Hârika bir Hoca kadrosu kurmuşlardı. Tüm ünlü ve Usta Gazeteciler, Yazarlar, Televizyoncular…
Benim verdiğim“Medya Management” ve “Carriers In TV” dersleri çok tutuldu. Perşembe ve cuma günleri derslerim vardı, uçakla gidip iki gün derslere girip dönüyordum. 17 sene bunu devam ettirdim.
Ayrıca çeşitli şehirler ve okullarda konferanslar; hala devam ediyor 330 küsür oldu.
Ankara Üniversitesi de İLEF’de ders vermemi istedi. Devlet Okulu, hassas noktam. Oğuz da sağolsun kabul etti. Ücret ödememek kaydıyla hocalığı kabul edeceğimi dilekçeyle bildirdim. Senato onayladı. Dilekçeyi her sene yeniledim. Sonra Bilkent istedi, yabancı öğrenciler için gittim yıllarca. Arkasından Başkent Üniversitesi için Mehmet Haberal… Bir anda ben gırtlağıma kadar hocalığa gömüldüm. 1977’de başladığım öğretmenlik çok da hoşuma gidiyor. Bilgi Üniversitesi, stüdyoları ve Hocalarıyla çok popüler oldu. İlk günlerde 1.000 öğrenci alır mıyız diye düşünürken bir ara 38.000’e çıktı sayı, 3 tane büyük Kampüs oldu. Ben de yaşaldım ve yoruldum. 3 sene önce okul Amerikalılara geçti. 67 yaşında emekli olmam gerekiyordu ben 70 olmuştum.
Bu arada Betül Mardin de var. Benden 20 yaş büyük ve çalışıyor. Rektörlükten emekli bizi edemeyeceklerini söylediler. ‘İkramiyemi, tazminatımı alayım ölmeden.’ dedim. Bana bir cevap verdiler; ‘Betül Mardin’le siz mezarda emekli olacaksınız. Çünkü siz okulun markasısınız.’ Bütün bunlar güzeldi. Sonra bankaya kazara bir para yatırdılar. Hemen Hanımı alıp bankaya gittim. Çünkü bunlar Amerikalı, güvenilmez; geri falan çekerler. Parayı aldık başka bankaya yatırdık. 2 gün sonra başka bir kontrat geldi, bilmem ne danışmanı diye, şimdi o kadrodayım ve deli gibi Seminerler veriyorum her yerde.

Siz parayı pek sevmiyorsunuz ama para hep ayağınıza geliyor sanki…
Das Kapital parayı boşa vermez; sizi bulurlar, iyiyseniz. “Ben eğitim işinde, maâşım dışında, mümkün olduğu kadar ücretsiz olarak çalışmayı seviyorum. Bu konferans işini de zaten kendim başlattım. Bir tarihte İzmir’de İtalyan Lisesi’nde konuşma yapmamı istediler. Bilgi’nin Ege Bölgesi düzenlemiş. Gittim, öğrencilere bir konuşma yaptım, alkış kıyâmet. Çok hoşuma gitti. Öğretmenler, Lise son sınıf öğrencileri, yeni ufuklar, cıvıl cıvıl sorular soruyorlar falan. Döndüm ben bu işi yapacağım ona göre hazırlık yapın bütün bölgelere gideceğim dedim. Maâşımdan başka da “Ücret” almayacağım, ama okulu ben seçeceğim. Özel okulun sayısı kadar devlet okuluna da gideceğim, dedim. İşte, 331. konferansımı Karadeniz Ereğlisi’nde verdim geçenlerde…”

Ücretsiz mi hepsi?
“Evet tek kuruş almadığım gibi üste para harcıyorum. Şık giyinmeyi, iyi yemeği seven bir adamım; masraflı oluyor ha… Gittiğim yerlerde Okulların bir tek acı kahvelerini içiyorum o kadar. Çok sevdiğim bir işi yapıyorum. Sadece öğrencilere değil, öğretmenlere, yöneticilere, okul sahiplerine ve velilere de yönelik konferanslar, seminerler veriyorum. Şimdi işi çok büyüttüler. Mesela bir şehirdeki Rehber Öğretmenler toplanıp bir salon kiralıyorlar onlara Seminer veriyorum. Biraz önce bir telefon geldi, Matematik Öğretmenleri Zirvesi için, 30 Kasım’da Tarsus Amerikan Koleji’nin bir salonunda Türkiye’nin dörtbir yanından gelen öğretmen dostlara konferans vereceğim. İstanbul Tıp Fakültesi öğrencileri için eylülde bir rezervasyon var. Haftanın 2-3 günü Türkiye’nin her tarafını dolaşıyorum. Bu benim Başöğretmenim Atatürk’e olan bir borcum…”

Aslında Demirci Süleyman’ın istediği de buydu sanıyorum…
Tamâmen…“Birisi ‘Niye bunu yapıyorsunuz?’ diye sordu. Ustam-Atam yâni Babam‘Ben seni Türk milletine faydalı ol diye yetiştirdim yavrum.’ Dediği için dedim. Sanıyorum onu yapmaya çalışıyorum elimden geldiğince. Gençler tek umudumuz. Onları çok seviyorum; onlar da beni. Çok güvenirler. 50 yıllık Eşim bütün sırlarımı bilir, bir teki hâriç; öğrencilerimin sırlarını. Onlar benimle birlikte toprağa girecek. Bütün öğrencilerim en gizli dertlerini gelir bana anlatırlar. Benim için en büyük servet bu. Bir okulda afiş bastırmışlar, altına da ‘Prof. Dr. Sedat Örsel’ yazmışlar. Hemen değiştirin, suç bu; ben profesör değilim, dedim. İnanmadılar. Bilgi’de her dönem sonu öğrenciler hocalara 50 puan üzerinden not verirler. Bana derslere başladığımdan beri her sene 49.9, 49.9 falan veriyorlar. Benden 1-2 puan geriden de Betül Mardin gelir. Ben öğretmen, profesör, doçent falan değilim. Betül de lise mezunudur. Ama Dünyâ Halkla İlişkiler yâni PR Teşkilatının Başkanı. Bunlar övünülecek şeyler elbette. Çok disiplinliyimdir. 30 saniye derse geç gelseler almam, Televizyon yayına girdi, derim. Bunlar iletişim öğrencisi. Severek 42 yıldır yaptığım öğretmenliği hala da severek yapıyorum. Türkiye’min ve dünyanın her tarafında yerli-yabancı öğrencilerim var…”

Öğretmenlik sizin yaptığınız işlerin en tepesindeki şey. Ben sizin her konferansınızı ne yakalarım diye hakikaten bir şeyler öğrenmek için izliyorum.
“Öğretmen olmam gerektiğini bana can Dostum Prof.Dr. Aydın Güven Gürkan resmen emretti.  70’lerin sonu Aydın Hoca o zaman adı AİTİA Emek Gazetecilik Okulunun Müdürü, ben de TV Program Müdürüyüm. Bir sabah aradı ve ‘yarın burada derslerine başlıyorsun’ dedi. ‘Ben Hoca değilim yahu’ dedim, ‘Hem de ne Hocasın ama farkına varmayacak kadar salaksın’ diye ekledi. Başlayış o başlayış 42 sene!… Şimdi 78-79-80 mezunu öğrencilerimle buluşup yemekler yiyoruz. Çok severim öğretmenliği.
Mezar taşıma da sâdece “SEDAT ÖRSEL-ÖĞRETMEN” yazılmasını vasiyet ettim.
“Öğretmenlik bütün makamların, mesleklerin, unvanların en üstündeki bir meslektir. Einstein’ın, büyük İskender’in öğretmenleri vardı değil mi? Atatürk’ün bir öğretmeni vardı, hepimizin bir öğretmeni vardı.
Ne olursak olalım, onun üstüne asla çıkamayız. Ben okuma-yazmayı kendi kendime öğrendim ama bana dünyanın kapıları açan bir öğretmendir, Zeynep Doğu Hocamdır. 331 seminerdir ilkokul öğretmenimi tafsilatlı olarak anlatırım. Sebebi de gayet basittir. Bir çocuğun hayatını anne-baba ve ilkokul öğretmeni yönlendirir.
Ona ya dünyayı anlatır ya da anlatmaz. Anneyi cahil bıraktığınız zaman o ülkeye atom bombası atsanız o kadar zarar veremezsiniz…”
“Hepimiz çırağız. Hayat o kadar derin bir okyanus ki, biz bir damlayız. Dünyayı algılamak için okumak, çok okumak lazım. Yoksa hayatı ıskalarsın, bir çok şeyi göremezsin…”

Sizi biraz yordum biliyorum ama konuşmadığımız en önemli konulardan bir tanesi de demir heykel. Konuşmamızın başında çocukken başladığınız söylemiştiniz. Belki de kendi oyuncağınızı yapıyordunuz.
“Tabii tabii oyuncağımı yapıyordum…”

Demir heykel yapmak nereden aklınıza geldi?
“Resmi, karikatürü çok seviyorum. İlkokul öğretmenim babama gelip ‘15 gün oldu Sedat maâlesef okuma-yazmayı öğrenemeyecek. Herkes 15 gündür fasulye ile çizgiler çekiyor, Sedat sürekli karikatür yapıyor,’ diyor. Babam da ‘Sedat zaten okuma-yazmayı 5 yaşında kendi öğrendi.’ diyor. Ertesi günü bana ‘Kalk bakalım tahtaya, okula erken geldim, yaz’ dedi. Ben de, ‘Küçük harfle mi büyük harfle mi?’ diye, sordum, ‘Küçük harfle yaz serseri.’ dedi. Dediğini yazdım tabii sınıf şaşırdı. 50-60 kişilik sınıf kimse okuma-yazma bilmiyor. Ertesi gün bana 12 tane kitap hediye etti. Jules Verne kitapları ile bir tane de atlas. Bizi demirciyiz, bizim evde öyle kitaplar filan yok. Dünyanın yuvarlak olduğunu ilk defa o atlasta gördüm…”

Heykel?
“Karikatür çizmenin getirdiği bir şey var. Ben bir şey imâl etmeyi, üretmeyi, yaratmayı çok seviyorum.
Çocuğum; Ulus’a gidiyoruz Atatürk heykeli görüyorum, gazetelerde okuyorum, heyecanlanıyorum.
10 yaşıma geldiğimde 3. sınıftaydım alüminyumdan bir keser yaptım. Keserin her şeyi vardı. Babam onlarla oynamama çok sevinirdi. Hergelelik yapmasın da dükkânda olsun isterdi.
Hergelelik yaptığım da, öyel bir hevesim de yoktu aslında. Hayatımda hiç top oynamadım, bu yaşıma kadar hiç futbol maçı seyretmedim. Başka çocuklar uyduruk tahta atlara binerdi, ben gerçek ata binerdim.
Başkaları tahta silahlarla grav grav kovboyculuk oynardı; ben elimde 16’lık kıma ava gider tavşan, keklik vururdum. Babamım hayvansever av etiği ve  kurallarına göre; duran kuşa, tavşana ateş etmek yasaktı, mutlaka hareket edeceklerdi. Kuşu, tavşanı yaralamak yasaktı. Üç tane keklik vurunca, stop… Eve döneceksin.
Daha fazla vurmak katliama girer. Disiplinli ve sorumlu bir şekilde büyüdüm. Av köpeğinin talimini, bakımını sen yapacaksın. Taşçıların kullandığı mucarta diye bir çekiç vardır taşları pürüzlemek için kullanılır.
Çelikten yapılan o çekiç benim ilk heykelimdir. Yaptığım küçük heykelcikleri arkadaşlarım ‘Ne güzel’ diye alıp götürüyorlardı. Ortaokuldayken, ilk kaynak makinesini Kızılaydaki bir inşaâtta gördüm. Babamdan kaynak makinesi istedim. Kaynak makinesini aldı geldi ama kullanmasını bilmiyoruz. Bu arada ilkokulu bitirince babam beni Amerikan Kültür Derneği’ne yazdırdı. Mithat Paşa Caddesi’nde o zaman ortaokul öğrencileri için de sınıflar var. Ben dersten çıkınca bir saât orada İngilizce kursuna gidiyorum, sonra 17 km uzaktaki Mamak’a trenle gelip dükkâna giriyorum. Gece yarısına kadar da çalışıyoruz. Amerikan kütüphânesinden kaynakla ilgili kitap aldım. Babamla beraber yapa yapa öğrendik. Yabancı dergilerden ferforje desenleri yürüttüm, balkon, bahçe demirleri. Babamın çok hoşuna gitti, onları imâl etmeye başladık. Sonra tezgâhlar kurduk, yeni ustalar, yeni kalfalar falan. İnanılmaz güzel paralar kazandık, alınteri dökerek.

Özetleyelim mi söyleşimizi. Biraz da mesaj verelim. Öğretmensiniz ya ondan dedim…
“Hazır, durmuş, oturmuş bir yere, kuruluşa hiç gelmedim hayatımda. Hep kurucu oldum. Askerde bile montaj stüdyoları kuruyorsun, televizyon kuruyorsun, uydu yayınları, üniversite kuruyorsun. Tekrar heykele dönmek gerekirse; Resim iki boyutludur önünde durur bakarsın, ama heykelin etrafında dolabilirsin. Benim kişiliğim de öyle, önünde arkasında pürüzleri olan bir adam değilim; çok boyutlu ve gizlisi olmayanım yâni. Sadece sıfatıma bakarak bana not vermezler. Geçmişim, kültürüm, bilgim, aile yapım, duruşum, dostluğum ve vefâm var.
Bir sanat eseri de seyredenlere ânında hesap verebilmeli, beğenilmeli diye düşünürüm.
Heykel diğer sanatlardan üstün falan değil. Heykel konusunda çok önemli lâflar var, nasıl üstün sanat olduğu gibi falan. Ben öyle üstün sanat derdinde falan değilim. Ben bir duygumu, heyecanımı, düşüncemi ifade etmek istiyorum, dinleniyorum. Bunu da heykelle çok kolay bir şekilde yaptığıma inanıyorum. Mesela Kurtuluş Savaşı benim eski heykellerimden birisidir. Onu niye yaptım? Çünkü Atatürk’ün mucizesini anlatıyorum onda. Türk milleti onun önderliğinde, ayağına vurulmuş esaret prangasını kopartıp, zinciri havayı kaldırıyor ve düşmanın kafasına vurulacak bir gürz haline getiriyor. Bakıyorum orada sevimli bir hayvan, horoz, yengeç, kartal, puhu. Bunun heykelini yapmaya bayılıyorum. Çok imkânsızlıklar içinde yaptım o heykelleri. Çünkü çok gürültülü patırtılı, kaynaklı, dumanlı bir şey. Didim’de merdiven dibinde çalışırken, bir çekirge geldi, tezgaha kondu ve pat diye öldü. Eceli gelmiş , hemen onun heykelini yaptım; ölümsüzleşti garibim. Tabii sanatçı insanın sıkı bir felsefesi olması gerekiyor. Benim heykel felsefem söylemesi ayıp enikonu derindir. Çünkü bu topraklarda yüzyıllardır yapılmamış bir şeyi yapıyorum. İlk ben başlamadım tabii ki. Çok büyük heykeltıraşların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ve maâlesef heykeltıraşlarımız, resim sanatımız yurt içine de dışına da açılamıyorlar.
Bir yandan sanattan bîhaber kitleler, yönetimler, öte yandan sanat dünyâsının iç burkan hâli. Bizim buralarda çoğu ressam diğer ressamı ayağından aşağıya çeker, heykeltıraşlar, tiyatrocular, yazarlar, şâirler, oyuncular, besteciler de bunu yapar, desteklemezler…Biraraya gelip ekoller de kuramazlar. He koyun kendi bacağından yâni…”

Heykelde evrensele doğru bir yol alıyorsunuz…

“Yok canım!…Benim öyle, Türkiyeye ve dahası dünyaya açılayım gibi bir iddiam yok. Gerçi heykelleri görenler bir takım güzel şeyler yazıyorlar ama ben aynı kanaâtte değilim. Evrensel değil ulusal boyutta bile bir sanatçı saymıyorum kendimi. Bu benim tutkum. Hiç heykel satmadım; torunlarıma kalsın isterim, Hiç sergi de açmadım Cenap Tezer ortaya çıkıncaya kadar. Ama heykel felsefesi, kültürü, sanatı konusunda yerli-yabancı bir akademisyenle oturur bayağı ağır bir tartışma yaparım. Kendi yaptığım şeylere gelince; Benim mütevâzı atölye, rahatladığım bir yer. Çünkü ben kafası çok meşgûl olan bir adamım. Aynı anda bin tane derdi tasayı çekebilirim. 4 saat uyurum zaten. Üç yıl önce kaynak dumanı zehiriyle rahatsızlandım. O yüzden atölyeye girdiğim zaman özel maskeler falan takarım uzaylı gibi. O da tat vermiyor. Ama son nefesime kadar yapacağım. Aç motoru, tak maskeyi, çalıştır havalandırmayı; başla!… Heyketraşlar, bir heykeli tasarlarlar, çizimler yaparlar, bende o yok…”

Nasıl yani direkt imalata mı girişiyorsunuz?
“Mermerle çalışan heykeltraşlar taşı oyar içindeki heykeli çıkartırlar ortaya. Ben de “traşlama yok”… Montajlama var. Biz heykelin içine tükürülen bir ülkededeyiz. Atölyemde henüz yapılmamış heykeller hurda parçalar halindedir. Ben o parçaları toplayıp heykel haline getiriyorum. Konu sıkıntım olmadı hiç. Gündemi zengin ülkeyiz. Münasebetsizin birisi çıkıyor ekrana ‘Hamile kadın sokağa çıkarsa iffetsizdir.’ diyor. Yemeği bırakıp atölyeye koşuyorum bir hamile kadın heykeli yapıyorum. İffetsiz diyor ya ‘Hamile İffet Sokakta’ diye de bir isim koyuyorum. Çünkü ben protest bir adamım. Yaptığım işin bir mesajının olmasını seviyorum. Hepsine böyle bir mesaj koyabiliyor muyum, evet…”

Bukalemunun adı?
“Liboş’emun. Çünkü birilerini yalıyor o. Hemen hemen bütün heykellerimde bu tür mesajlar vardır…”

Uğur Mumcu’nun lafıdır liboş, onun bir etkisi olsa gerek.
“Olmaz olur mu? Yalnız Uğur Âbi değil ki, 68 kuşağı. Benim Can Dostum Attila İlhan var meselâ… İstanbul’da ders çıkışı, Perşembe akşamları kaldığım otelin pastanesinde saatlerce otururduk. Ben Hukuk dışında 3 üniversite daha bitirdim dışarıdan. Birincisi Bilge Karasu Üniversitesi, ikincisi Attila İlhan Üniversitesi, bir diğeri de Metin Erksan Üniversitesi. Doğan Hızlan’la yıllarca ‘Yaşayan Edebiyatçılar’ belgeselleri yaptığım için edebiyatçıların büyük çoğunluğunu tanırım. Onlar benim bilgi binamın mimarlarıdır. Hepsinden çok şeyler aldım. Uğur Âbi’den de çok şey öğrendim, esas şunu öğrendim; İnsan hayata geliyorsa bir dik duruşu olmalı, o duruşunu muhafaza etmeli ve geliştirmeli. Uğur Âbi, babasının hata yaptığını anlasa gözünü kırpmadan yazardı. O yüzden yok ettiler zâten. Ahmet Taner Kışlalı benim can dostumdu. Onu da o yüzden yok ettiler. Heykelde de böyle bir duruş sergilemeye çalışıyorum. Kuş, böcek heykeli yaparken bile. Şu ana kadar 107 heykel oldu. Şimdi başka bir yasaklıyı, Darwin’i yapıyorum…”

Son gördüğümde İnce Memed vardı.
“İnce Memed’in tahta kısmı 45 sene önce yapıldı. 70’ler…Atölyem falan yok, Maltepe’de kiradayım.
Bir inşaatın önünden geçerken çöpe atılmış bir kalas parçası buldum. Mutfaktan keskin bıçağı aldım onunla oymaya başladım balkonda kafam dağılsın diye. O günlerde öldürülen ve benim çok sevdiğim bir arkadaşım vardı, onun heykelini yapmak istiyordum; elimde kaldı, yapamadım. Oyamıyorsun, çok zor, parmaklarım şişti. Fakat o yarı yontulmuş kalas parçası bizimle beraber hep göç etti, nereye taşınsak bizimle gitti.


En son İncek’teki Atölyemde köşede bir yerde atılmış duruyordu. Geçenlerde büyük kızım Alev ‘Baba benim İnce Memed’ burada mı?’ dedi. ‘Ne dedin?’ dedim. Hiç aklıma gelmemişti. Bu daha yeni 2 ay önce oldu.


Çıkarttım yarı yontulmuş kalası koydum önüme, ‘Bunu İnce Memed haline getireceğim ve sana hediye edeceğim Yavrum.’ dedim. İlk defa ağaç ve demir bir arada olan bir heykel. Demir vidalardan oluşan bir fişeklik, tüfek, Adana şalvarı. Dibeklihan’da sergilendi; çok beğenildi, dönüşte Alev’imin evine gitti. Neyzen Tevfik meselâ. Biraz figüratif şeyler yapmak istiyorum. Çünkü ben vefâlı bir adamım. Türk ve dünyâ kültürüne, sanatına, felsefesine hizmet etmiş insanlarla ilgili şeyler yapmak istiyorum. Mesela Bilge Karasu’nun ‘Troya’da Ölüm’ü yaptım. Nazım’ın şiirleri üzerine 4 tane heykel yaptım. Bunlar bana ilham veren şeylerdir. ‘Seni pulluk yapacağız kelepçemin demiri’ diyor Nâzım. Felsefeye bakar mısınız, ben özgür olacağım, beni esârete mahkum eden kelepçe demirini eriteceğim ve ondan pulluk yapacağım. Yani esaretten kurtulup, üretime dönük bir şey yapacağım. Bu müthiş bir dünya görüşüdür. Ben de onun heykelini yaptım. ‘Beni bir köy mezarına gömün’ünün de heykel yaptım…”…”Sarşın Bir Kurda Benziyordu”nun da; Atatürk’ün de…

Sanat eserinde mesaj olmalı mı?
“Ben sanatta bu tür slogancı, güdücü, ukala işi tartışmaları sevmiyorum; girmem de. Sanatçı özgür olmalı. Bırakacaksın sanatıyla neyi ifade etmek istiyorsa eseriyle onu serbestçe anlatsın; beğenirsin, beğenmezsin…”

Zaten mesaj geliyorsa gelir.
“Tabii. Ben hiç sevmem böyle şeyi. Sanatçı eserini uzun uzun izah ediyorsa o eser bana göre tam bitmiş değildir. Edebiyat gibi değildir heykel. Onda derdini betimler uzun uzun yazarsın. Ama heykel  seyredenle tamamlanan bir sanattır. Esere bakıp, altında yatan mesajı anlıyorsa, hârika… Açılışta ilk defa birisi ‘Bu ne?’ dedi.  Victor Jara’nın ellerine bakıp. Üzüldüm. Anlatmak istemedim. Ama çok merak ettiler, bu ‘Venceremos – Kazanacağız’ diyor. Anlatmak zorunda kaldım. Sanat eserini anlamak, önbilgi gerektirir. İnsanlar daha önce böyle heykeller görmemişse Victor Jara’yı da bilmiyorsa işim zor… Heykelini yaptığım Victor Jara benim kahramanlarımdan biridir, Şilili Ozan; Faşizme başkaldırmış, ellerini kesip, kurşuna dizmişler. Eee Victor Jara’yı bileceksin, heykelde onun dramını bulacaksın; nasıl olacak?…  Benim yarımlığımdan mı?… Baktığın her sanat eseri insanda merak ve araştırma hissi uyandırmalı. Bizde ne merak vardır ne de araştırma. Önyargı ve boş inanç kültürüyle idare ederiz… Ben derste de bununla oynarım. Araya bir cümle sıkıştırırım, ‘Hocam bu ne?’ derler; araştırın keratalar, derim. Öğretmenin görevi ders adı altında çeri-çöpü hafızlatmak değil, ufuk açmaktır…”

Bir televizyoncuyla konuşuyoruz ve magazine girmezsek olmaz. Eşinizi 55 yıl önce tanıdınız, sonra çocuklarınız oldu. Büyük bir acı yaşadınız. Bize çekirdek ailenizden de bahseder misiniz?
“Nursen’i Ankara Hukuk Fakültesi 1-A sınıfında 3. sırada otururken tanıdım. Natalie Wood’a çok benziyordu. 1964’te, âşık oldum; o da bana. 17,5 yaşından beri biz hiç ayrılmadık. Fakülte 3. sınıfta iken de evlendik.
Hayatta aldığım en doğru karardır. Hani bir söz var ya ‘Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’, diye. Başarılı olan o. Önümde beni anlayan, anladığım bir kadın vardı yol gösteren, seven. Bana göre başarı mutluluktur.. Eşini ve işini seven mutlu olur. O çok iyi bir avukattır. Ben hukuk okudum ama hiç hukukçuluk yapmadım. İnanılmaz derecede ufuk açan bir insandır. Gülen, disiplinli, titiz, görgülü ve müthiş organizatör. Bizim ev çok hijyeniktir. Nursen, benim hayat arkadaşım, dostum, hayatta en güvendiğim insandır.
Ben 1971’de İngiltere’ye giderken hâmile idi. Telefon yoktu, aylarca konuşamadık. Döndüm büyük kızım ilkgözağrım Alev’im doğdu. Alev Sezer isimli aktör bir arkadaşım vardı, çok severdim. Onun adını verdik.  Askerdeyken de 1975’de ikinci kızım, canım Işık’ım doğdu. Ona da Işık Yenersu’ya olan aşkımdan dolayı onun adını verdik. Alev çocukken ben sürekli yurt dışına gidiyordum, elimde hep bir çanta. ‘Babam gibi dış seyahatleri olan, diplomatik bir iş yapacağım.’ derdi. Lisede Birleşmiş Milletler’de çalışacağını söylemeye başladı.
Bizim paramız olmadığı için, TED Kolejini kazandığı hâlde, parasız Almanca Anadolu Lisesi’ne yazdırdık.
Çok iyi Almanca öğrendi. Hatta Almanca öğretmeni onun bir Alman işçisi çocuğu olduğunu zannediyordu.
Tek tercihi ODTÜ İşletme Fakültesi idi. Kazandı ve kazandığı gün de ‘Baba işe girmek zorundayım değil mi?…’ dedi. Gitti Siemens’e girdi. 8 sene orada çalıştı, parasını biriktirdi. Onun ideâli İtalya’da Bocconi Üniversitesi’nde mastır yapmaktı. Gitti, başarıyla bitirdi, bir sürü iş teklifi aldı. Hatta bir tanesi Amerika’da uçurulan Dünya Ticaret Merkezi’ndeydi. Kabul etseydi oraya gidecekti. Ama o Türkiye’ye dönmek istedi. Sonuçta geldi ve Birleşmiş Milletler’e başvurdu. Şu anda Mülteciler Yüksek Komiserliği’nde çok önemli bir mevkide. 4-5 lisan konuşan müthiş başarılı birisi.  Küçük kızım Işık da daha bebekken resim çizerdi ve iç mimar olmak isterdi.

Biz anne-baba olarak çocuklarımızı kararlarında hep destekledik tabii. O da gitti Bilkent’in iç mimarisini kazandı. O da okurken hep çalıştı. Sonra ODTÜ’de Endüstriyel Tasarım mastırı yaptı. O da İtalya’ya gitti İtalyanca öğrendi. Şimdi İzmir’de Yaşar Üniversitesi’nde sevilen bir Hoca.  İki çocuğum da kendi paralarıyla okudular. İkisi de aşık oldukları çocuklarla evlendiler. Büyük kızımın kocası Can Oğlum Neşet’imiz inanılmaz derecede hayat dolu, çalışkan, entelektüel, 4-5 dil konuşan muhteşem, çok büyük bir insandı. Maâlesef 3 ay önce âni kalp kriziyle yitirdik. Onlarınki müthiş bir aşktı. 10 sene evli kaldılar. Ardında güzel yavrumu ve 10 yaşında Gün adında hârika bir kız torunumu ve bana onulmaz acılar bıraktı gitti can Oğlum. Ötekinin ikizleri var; Nil ve Tuna. Onlar da 10 yaşındalar. Biz aslında gülen, güldüren mutlu bir aileyiz. Mustafa Kemal Atatürk’ten ve güzel ülkemizden başka kimseye borcumuz yok ve olmadı. Ülkeyi, milletini çok seven çocuklar yetiştirdik. Damatlarım da öyle; hârika âilelerden gelen pırıl pırıl gençler. Işık’ın eşi Can, Vestel’in tasarım işlerinin bayağı tepesinde, Uluslarası Ödüller alan bir tasarımcı. ODTÜ mezunu. Çocuklarım sanatları ve müziği severler. Işık aynı zamanda konservatuar gitar bölümünü bitirdi. Binlerce tanıdığım vardır ama evimize giren insan sayısı 30’u geçmez. Daha çok biz bize kalmak için böyleyiz. Ben tüm kıtaları defalarca gördüm; Kuzey Kutup dâiresini bile. Okudum, okuyorum. Şimdi yaşaldık ama hala arı gibi çalışıyoruz ve Sevdiğimle geziyoruz.

Bize zaman ayırdığınız için size teşekkür ederim.
“Kimseyle böyle uzun bir röportaj yapmadım Fâtih, tenhâda iyi yakaladın beni; Ustasın…”

Çırağınıza yapmış oldunuz.
“Estağfurullah, ne münasebet? Hepimiz hepimizin çırağız, ben de demirci çırağıyım. Cenap’ı (Tezer) çok geç tanıdım, çok üzüldüm. Onun heykelini gözlerim dola dola yaptım. Onun beğenilmesi Sevgili Gülây Tezer ve evlatları tarafından sahnenin duvarına çakılması çok hoşuma gitti. Çünkü Türkiye bu tür insanları çok fazla yetiştirmiyor. Çok bencil insan yetiştiriyor. Farkındaysan ben de paylaşımcıyım her anlamda,  bencil, kendine yontan bir adam değilim. Orada da anons ederlerken çok sıkıldım. Sanatçı lafı bana ağır geliyor. Ben aydınlık bir insanlık inancının, meraklı bir felsefenin, gerçekçi bir dünya görüşünün adamıyım. Onu heykellerimde, derslerimde, konferanslarımda da ifade ediyorum. Söylediğim şu; Dünyanın en güzel ülkesinde yaşıyoruz, lütfen Atatürk’ümüzün bu kutsal emânetine sahip çıkın, koruyun ve güzelleştirin…”

Biliyorum yine beni eleştirecek çok uzun bir söyleşi olmuş diyeceksiniz. Lakin iddia ediyorum sonuna kadar sıkılmadan okudunuz.
Böyle enterasan bir adamın yaşamını ve mesajlarını okumak iyi gelmedi mi?
Çocuklarımıza anlatacağımız, örnek göstereceğimiz ve hatta kendi yaşamınızla eşleştirdiğiniz bölümler olmadı mı?
Yanıtı sizde kalsın…

Not: Sedat Örsel ile bu söyleşimiz 2019 yılında gerçekleştirmiştik ve BG DERGİ 14.Sayımızda da yayınlamıştık. 

Yorumlar

  1. Evren Mert Değirmenci dedi ki:

    Hiç sıkılmadan büyük bir zevkle okudum, bu güzel söyleşi için çok teşekkürler, ellerinize sağlık. Demirci Çırağı, Bilge Adam Sedat Hocamıza sevgiler…