Bodrum Gündem

Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek

Dünyanın meçhul yeri kalmadı derler.

Anadolu’da Knidos adlı bir yer vardır. Orasını malum say­mak abartma olur. Knidos’a ara sıra balıkçılar uğrarmış̧. Ben bir tanesini yakaladım. Adam anlatıyordu:

Kılavuzumuz hava ve hevesimizdir. Su değirmeni dönerken, suları köpürte köpürte arkaya savurduğu gibi, biz de denizleri, kıyıları, kentleri, her günkü usandırıcı yaşamayı, yolu yöntemi, kuralı hep fırlata fırlata; dümenimizi talihe, pruvamızı da açık ufuklara havale ederiz.

Bu denize “Ege” ya da “Arşipel” denir.

Çünkü altı yedi bin yıl önce kayığı ilk yüzdüren dalgalar ve dalgalara ilk binen kayıklar hep buralıydılar.

Ege, olağan arzuları uyandıran bir deniz değildir. Neden Yedi Harika’nın dördü, beşi hep Ege kıyılarında gün gördüler de, başka yerlerde yükselmediler? Kayığın sağından solundan binlerce uçan balık, exocet denizden havaya fırlar.

Kayık, deniz serpintisi ve binlerce balığın yeşil yeşil kanatlarının fışıltısı ile birlikte süzülüp açılır. Bu Ekvator balıklarının burada bulunuşları, iklimin ne kadar tatlı olduğunu gösterir. İklim tam insan boyundadır. Sıcağı da, soğuğu da insan tahammülünü aşmaz. İklimi paltoyla, sobayla ya da yelpazeyle düzeltmeye gerek yoktur. İşte bundan dolayı buradaki şekillerin gerek fikri, gerek mimari niteliği doğruluktur; yalan, ikiyüzlülük cici bicileriyle örtünüp gizlenmeyi kabul etmezliktir. Bunun örneği de, Knidos kıyılarıdır.

Anadolu’yu bir yere bakar varsaysak, onun ancak denize baktığını düşünebiliriz. Anadolu’nun bütün kolları Ege Denizine açılmıştır. Bu kollardan en güneydeki Datça Yarımadasıdır. Sanki Anadolu, denize sevgisinden, Ege köpüklerine atılmış̧ ve kırk beş̧ mil uzanan Datça Yarımadasını yaratırken, Kriyo Burnunda; “İşte Arşipel, bak senin koynuna gel­dim! Çünkü ben, senin Knidos’unum!” diye bağırmıştır. Bundan dolayı Datça Yarımadası, Anadolu’nun Knidos’ta şakıyan dilidir.

Burun pek uzun ve yalnızdır. Elli altmış̧ metre yükseklere kadar bir çalısı olmayan yalçın kayalara bakılırsa, kışın deniz ya da serpintilerin taa oralara yükseldiği anlaşılır. Burun denizle baş başa kalmıştır. Esintisine göre Cebelitarık’tan, Trablusgarp’tan ve Mataban Burnundan gelen dalgalar, gönüllerinin yettiğince kabarıp hızlanmak fırsatını bulduktan sonra, sonunda Anadolu’nun bu heybetli burnuna gelirler ve taşkın sevgilerden patlayan bir yürek gibi, Knidos’u yupyumuşak köpükleriyle sararlar. Böylelikle, Knidos Ege’ye, Ege de Knidos’a kavuşur.

Knidos kenti, Kriyo (Tekir) Burnunun tam ucun­da ve burnun sağlı sollu eğimlerindedir. Bir sağda, bir solda dalgakıranlı iki limanı vardır. Oraya ilk kez, gurup denizde kızarıp ve menekşe dalgalarda morarırken vardık. Balık paraketemizin baş şamandırasını kuzey limana attık. O limanda milattan dört yüzyıl önce Knidoslu Konon, koca bir Lakademon filosunu müthiş̧ bir deniz savaşında yenmişti. Yirmi yıl önce bir balıkçı arkadaş̧, bu limanın dibinden, som altından yapılmış̧ iki şarap kupası çıkarmıştı. Bunlar Dorik düzende oyulmuş̧ ve işlenmişti. Oraya ilk vardığım ve gözlerimi çevremde gezdirdiğim zaman şaşkınlığım büyüktü. Fakat şaşkınlığım ne denli büyük olursa olsun, oranın güzelliği daha büyüktü.

Knidos yıkıdır (harabedir), ıssızdır, yakınlarında ne bir köy, ne de bir insan vardır. Fakat yaşayan daha canlı; daha anlamlı ve derindir

Çağ çağı siler, zaman zamanı söndürür. Ama burada çağların silemeyeceği, zamanların söndüremeyeceği bir güzellik var. Burası harabe değil, cennet yıkıntısı…

Şimdi harabenin çatlak duvarlarının kulelerinin, çökmüş̧ surlarının, devrilmiş̧ sütunlarının üzerinde güzellik gururunun, yalnızlığın ışığı parlıyor. Kalabalık ev yıkıkları arasından, bembeyaz yollar ağararak yokuş̧ yukarı süzülüyorlar. Mermerler sanki binlerce yılın gurup ve şafaklarının pembesini eme eme, utanan gelin yanağı gibi kızarmışlardır.

Buradaki mermerlerin en iyi ve en sağlamlarını Sultan Aziz, va­purlar dolusuyla İstanbul’a taşıtmış̧, onları kestirip biçtirmiş̧ ve ziyafet pastasına benzeyen Dolmabahçe Sarayını yaptırmıştır.

Çağlar geçmiş̧, devletler yükselip yıkılmış̧, savaşlar kazanılıp yitirilmiş̧, gürültüler olmuş̧, fakat Knidos bağırmamış̧, seslenmemiş̧, hep sessizliğe bürünmüştür. Burada ne Hayyam’ın kumrusu, ne de Firdevs’inin baykuşuyla örümceği var! Ancak bem­beyaz bir Knidos, geniş̧ bir özgürlük ve derin bir sessizlik var…

Tarihçi Lusien, “De Amoribus” adlı yapıtında Knidos’taki Afrodit Tapınağına yaklaşmasını şöyle anlatır:

“Kutsal bahçenin yanına gelmiştik. Güzel koku­lar bizi sarhoş etti. Avlu, Afrodit’e yakışır, güzel ko­kulu ağaçlarla yemyeşildi. Daima çiçek açan ve ye­miş veren mersin ağaçları, Tanrıçaya saygı sunar gibiydiler. Bu avluda defneler ve sergiler vardır. Bu­radaki ağaçların hiçbirisi yaşlanmaz. Her zaman gençtirler, daima yeni dallar sürerler.”

İşte, bugün bile yıkılarda biten çalılar, iki bin yıl önce Lusien’in sözünü ettiği defnelerin, mersinlerin yavrularıdırlar. Bunlar, iki bin yıl önce Lusien’in kokladığı kokunun anısını; eski tarihin kokusunu, sesini bana ulaştırıyorlardı. Zaten defnenin asıl yurdu Knidos’tur. Oradan dünyaya yayılmıştır. Her ne kadar bronzdan da olsa; dünyanın her köşesinde şapkala­ rın altlarını, alınları süsleyen çelenkler, zavallı Knidos’un özgürlük defneleridirler.

İnsanoğlu’nun, insan imgesinin düşünebildiği en güzel Afrodit, Praksiteles’in başeseri Knidos Afroditi idi. Luvr’daki Milo Afroditi, etten kemikten, güzel, dolgun ve tombul bir kadındır. Knidos Afroditinde et yoktur. O yalnız, dişi insan şeklinin güzelliğidir. Milo Afroditi canlansaydı, yirmi yıl sonra yaşlanırdı. Kni­dos Afroditi ise, yalnız güzellik olduğu için yaşlan­maz, ihtiyarlamazdı.

Milo Afroditi, bir eyyam (günler) için bir sinema yıldızı ya da herhangi bir zenginin pehpehlenen karı­sı olabilirdi. Ama Knidos Afroditi, ancak şairin müziği ve gizidir.

Şair, filozof, düşünür ve kâşif neyi gör­müş, neyi bulmuş ve neyi yaratmışsa, dünyada ge­lişmede oraya varmış demek olacağına göre, işte in­san hayali de, Knidos’ta, insan gövdesi için o umu­da, o aşamaya ermişti.

Bu Afroditi, İmparator Teodosyus Bizans’a getirtip Losus Sarayına koymuştu. Bu Afrodit, sonra bütün sarayla birlikte yandı. O Venüs’ün taklidi, Kni­dos sikkelerine basıldı. Vatikan ve Münih müzelerin­ deki Knidos Afroditleri bu sikkelerden kopya edilmiş olmak dolayısıyla, o Venüs’ün gölgesinin gölgesi sa­yılabilirdi.

Çiçero, bütün dünyanın Knidos Afroditine mef­tun kaldığını; Pilinius da bu güzel Afroditi görmek için dünyanın her yanından Knidos’a akın edildiğini yazıyor.

Yine Lusien, Kriyo Burnunun, Knidos’un ve Triyopiya Yarımadasının güzelliklerini saydıktan sonra, Afrodit’ten söz ederken bayağı çekime tutuluyor ve şöyle anlatıyor:.

“Tapınağa girdik. Orta yerde Paros mermerin­den  tapınağın pek parlak bir örneği duruyordu. Du­ daklarında biraz çekingen, biraz utangaç bir gülüm­ seme vardı. Güzelliğini hiçbir şey örtmemiş… Sol eli­nin eğimiyle kapadığı yerden başka…

Tapınağın her yanında kapıları var. Böylece Tanrıçaya her yandan bakılabiliyor. Tapınağın bek­çisi bize kapıyı açtığı zaman birdenbire başeserin (şaheserin) etkisiyle vurulduk. Şaşkınlığımızı birkaç kez belirtmekten kendimizi alıkoyamadık…”

Gece yarısı olunca, yüryüzünün geceyle örtü­len kısmında esrarlı bir ruh dolanır. Anlaşılmayan bir nedenle, bütün yaratıklar uyanırlar. Horozlar öter, uyuyan atlar, inekler, keçiler, köpekler gözlerini açarlar, bakınırlar, durum değiştirirler ve yeni baştan uykularına dalarlar. Geceyi açıkta, kayıkta geçiren­ler bu durumu pek iyi sezerler. Kayıkta hem ben, hem de tayfam uyandık. “Ne o? Sabah mı oluyor? Paraketemizi atmak zamanı geldi mi?” dediler. “Ha­yır mutlu gece sürüyor!” dedim. Yine uyudular. Yıkı­ların üzerinden esen esgin (rüzgâr), burcu burcu mersin ve defne kokuları getiriyordu. Ben kalktım, kıyıya çıktım. Knidos kalıntılarının sokaklarına dal­dım. Afrodit Tapınağına gidiyordum. Yürürken, her adımda bir yüzyılı arşınlıyormuşum gibi oldu. Adım­larımın “Trak! Trak!” edişi, sokaklarda yankılanıyor­du. Yıllar, yüzyıllar, kurumuş yapraklar gibi buraya dökülmüşler. Knidos Afroditinin bu yere sinen güzel­liğini bir türlü ödememişlerdi. Çırılçıplak Knidos Afroditi, bu yerin üzerinde parlayan ay gibi, Knidos’un bir heykeli değil, ruhu olmuştu.

Yokuş yukarı çıkıyordum. Kentin çarşısının or­ tasından, Odeon’dan, Diyonizos’la Müz’lerin tapına­ ğından geçtim. Kuzeydoğudaki Akropol’de Afrodit Tapınağına vardım. Tepedeydim. Sağım solumdaki ve önümdeki denizin fışıltısını duyuyordum. Bütün Arşipel, altımda enginlere varan nurlu, gümüş bir çarşaf gibi yayılıyordu. Bu ışıldayan zemin üzerinde ve tam önümde, volkanı hâlâ tüten Nisiros Adası, sağımda İstanköy, solumda Kalkiya, Telos, Antitelos, Kandeliyusa, Yali, Rodos ve Sömbeki adalarıyla onların bir sürü yavru adacıkları sıralanıyordu.

Güney ikliminin etkisi midir, nedir; burada yıl­dızlar başka yerde gördüklerimden çok daha genç imişler gibi şen ve şakrak… Samanyolu bütün gece­nin boylu boyunca savrulmuş, pırıldayan bir elmas toz. Ay kaynağından harıl harıl akan nur çağlayanı, Atrodit Tapınağından arta kalan mermer avluyu yıkıyor, taşlar kar gibi ağarıyordu. İnsan ay ışığının serin ve büyüleyici öpücüğünü kendi yüzünde duyuyor gibi oluyordu. Denizin sesi uzaklıkların da, yüzyıllarında, kumsalların da, genel tarihin de seslerine karışa karışa ta bulunduğum tepeye gelerek orada bin bir yankı uyandırıyordu.

Avluda mermerlerin üzerine uzanmıştım. Kalıntıyla bakış̧ ve sessizlik diliyle konuşuyorduk. Uykum geldi, daldım. Fakat hemen uyandım. Karşımda yarı düş̧, yarı gerçek, Knidos Afrodit’inin ayakta sallanan hayalini gördüm. Konuşurken gözlerini, yüzünü, ellerini oynatıyordu. Durmayan, ama hayat gibi hep değişen bu hareketler, tepesinden tırnağına kadar süzülen bir uyum akıtırken, çevrede bir ölümsüzlük dalgası yaratıyordu.

“İnsanlar arasındaki ayrılık, gelinle senin arana giren duvaktır. İnsan birliğini ayıran ince, bir başkalık duvağı, duvağın ardında sezilen yüzün bir güzelliği, bir gülümsemesi vardır. Ben işte, o hayal meyal gördüğün güzelliğin ta kendisiyim! Gelinler sanıldıkları gibi olmasalar bile, gelinde hayal ettiğin, aradığın güzellik ve gerçek benim! Sen beni Bizans’ın Losus Sarayında yandı kül oldu, bitti sanma. Kadın erkek, çoluk çocuk milyonlarca insanda yaşayan, yürüyen, bakan, seven ve sevilen yine benim. Gözleri ışıktan kamaşan kara baykuşlar gibi, öteye beriye çöken felaketler, ancak burada masmavi bir gedik, bir aralık bıraktıkları için ben buraya her gece ay ve yıldız ışığıyla gelir, eski yerimde gezerim.

Ben doğulu bir tanrıçayım. Asurlular bana ‘İştar’ dediler. Fenikeliler bana ‘Astoret! Astoret!’ diye yalvarırlardı. Suriye’de adım Atargatis’ti. Babilliler bana ‘Belit’ (Melitta!) diye taparlardı. İnsan olalı ve daha önceleri hep vardım. Ben Astarte’yim. En derin hücrenizde, her atomda kaynayan hayat kaynağıyım. Heptim, hepim ve hep olacağım. Bunun için ölümsüzüm. Benim geçmediğim yer yoktur. Tapınak olsun, duvar olsun; insan, hayvan, zindan, kule, saray, ordu; kısacası bana yol vermeyen her şeyi mutlaka ölüm çiğner ve bana yol açar.

Seni ben doğurdum. Elverir ki seni doğurayım, yeryüzüne yeni bir kafa getireyim; doğururken ölmeye razıyım. Hem de güle güle. Praksiteles bana kanat takmadı. Çünkü ben, düş̧ dünyasından melek ya da gılman değil, ama bu dünyanın taşından, toprağından, maddesinden yapılma bir kadınım. Ve yeryüzüne, acı beyin doğuran anayım. Gökteki düşsel melekler gerçek olsalar bile, onlar hiç yeni bir şey doğuramazlar. Gözlerim doğum işkencesiyle çukurlaşırken kemiklerim açılır, etlerim parça parça olur. Eğer cennet varsa ve o cennette de kanatlı melekler varsa, onlar kanatlarından utansınlar. İşte sana ilk önce ana biçiminde göründüm. Bu dünyaya gözlerini açtığın zaman ilk önce ben sana gülümsedim. İşte ben bu güzelliğimle seni bağrımda, kendimle, kanımla besledim. Sonra da sana koynumun sütünü emzirdim. Üzerine sevgiyle titreyen, sana sütünü veren, üzerine eğilip sana gülümseyen ölümsüz güzellik benim.

İnsanlar önce beni bir ay tanrıçası diye tanırlardı. Onun için burada sana eski ışığımla parlıyorum. Tarih başlamadan bile beni doğu; otlar, ağaçlara can verici, hayat ve hareket bağışlayıcı diye severdi. Ama o zaman bile denizle, enginlerle birliğim vardı. Deniz dünyanın en büyük yaratıcısıdır. Doğurgandır. Engin bağrında sever, sevdirir, çoğaltır ve var eder. Onun için aynı zamanda bir engin tanrıçasıydım. Doğuda çok öncelerden beri hayat hep su gibi akıcı, yürüyücü, ileri atılıcı bir şey olarak sezilirdi. Mademki ışıktım, aydım, denizdim; elbette tanyerinin ufuktan ağarması gibi Helenler beni ‘Afrodit’ diye enginin köpüklerinden yarattılar. Helenler, kendi yıldızım olan Venüs’ün şafak ağarırken Ege Denizinin doğusundan doğduğunu görmemişler miydi?

Onun için beni doğudan, ufkun köpüklerinden yarattılar. İlk önce bana, yeşil derinliklerin Tanrısı olan Poseidon taptı.

Doğudan geldiğim için bana ilk önce Kitera’da tapınaklar kurdular. Sonra Fenikeliler, Ege’de uçuşan yelkenleriyle beni Girit’e getirdiler. Yunanistan’a vardığım zaman hayatı hayat eden ne varsa, o bendim. Onun için sevgi ve güzellik Tanrıçasıydım.

Bir gün geldi, bütün güzelliğimle Praksiteles’in beyninde parlayan hayal oldum. Işıklı bir duman gibi döne döne buraya geldim durdum. Bembeyaz bir heykel olarak buraya dikildim. Yaradılışın birbirlerine karşı çekici yarattığı varlıklar gelip önümde birleşirlerdi. Bu iki ayrı cisim, benim ruhumda biri birlerine kavuşurlardı.

Bana apak güvercinler getirirlerdi. Yaşamanın çılgın isteği, yaşamayı özleminin derin şarkısı, mavi göklerde yüz binlerce güvercinimin uğultusuna karışırdı. Bu yerler şimdi bir yıkımdır. Ama sen o türkünün denizde sayısız renkle çakan ve fısıltıyla söylenen uyumunu burada duyuyorsun…

Bir an geldi ki; sevdiğin kadının gözlerinde parladım. Dudaklarından sana gülümsedim. Elbette bakışımı, gülüşümü görünce beni aya, yıldıza, denizlere benzettin. Çünkü bakışım ve gülüşüm, sana bakan yıldızlardı. Sana gülen, bakan varlıktı. Eğer o an bir avuç toz olsaydım, beni göklere savurur, Samanyolları yaratırdın. Çünkü ben senin gözünde bütün insanlığı temsil ediyordum. Bütün insanlığı bir gövdede sana veriyordum. Bana doğru uzattığın kollarına bütün güzellikleri, evreni seriyordum. Yüce dağların kuvvetini bağışlıyordum. Gönlünün bana doğru atılışına bütün okyanusların sonsuz genişliğini veriyordum. Bir an için sana cennet kapılarını açtım. Göklerin milyarlarca yıldızını kulaklarında çınlattım. Aylar, güneşler, beyninde fırıl fırıl dönerken sana göksel müzikler dinlettim. Esginler seni sonsuz yüksekliklere çıkardı. Çünkü bir an içinde, sana sonsuzluklar yaşattım. Gövdemle ölüme set çektim. İşte bu nedenle, Afrodit’im…

Yaşam öyledir ki; birlikte yaratılan, yaşayan ve büyüyenler birbirlerini seveceklerdir. Çünkü birbirlerini sevmekten başka her ne yaparlarsa, birbirlerinin celladı olarak birbirlerini öldüreceklerdi.

Sevgi ve sevincim öyledir ki; cefa ve üzüncü omuzlara bölerek onu hiç ederim; sevgimi yüreklere bölüştürmekle onu ’hep’ ederim. Ben Astarte’yim. İnsanın işkenceyi hiç etmekteki inancı ve umuduyum. Ben o umudum ki; yıkıntı içindeki dünyayı çalışmayla cennete çevirtmeye gücüm yeter. Mademki varım; hayat değil miyim, umut değil miyim ve öteyi gösteren değil miyim? İnsan, güçlüklerini benimle çözümler ve onları ortadan kaldırır. Sultanlar ve köleler, tanyeri ağarırken geceden artakalan gölgeler gibi önümden kaçarlar. Ben Afrodit’im. Enginin en yüksek dalgasının üstündeki köpüğüm. Maddenin özü, sütün kaymağı ve yaradılışın son ürünüyüm. Çünkü bilince varmış̧ maddeyim. Dalgadan dalgaya yürüyerek köpürür ve bütün güzelliğimle sonsuza dek çırılçıplak parlarım. Bütün toplumları saran ölüm çemberlerini çözen ve daha engin, daha öte, daha güzel dünyalara insanı doğurur ve vardırırım.

Bazen bana ‘Havva’ dediler. Bazen de ‘Meryem’ dediler. En eski Mısır’da bile insanoğlu Horus ve doğuran İsis değil miydim? Bin bir adla anıldım. Kitera dediler, beni Kıbrıs’ diye çağırdılar. Her zaman genç ve güzel olan ve her zaman yeni yeni doğan Brahma, yine bendim. Öldürücü Azrail’e karşılık, hep müjdeler getiren Cebrail ben değildim de kimdi?

Ama Uzakdoğu’da beni tulum göbekli ve ağzımdan ateş̧ püskürür yapıyorlardı. Ben asıl Knidos’ta, insanlığın ve kadının dosdoğru ve tertemiz enstektti (içgüdüsü) olduğumu gösterdim ve bu enstenkt bütün insanların bekası (kalımı) sırasında öylesine güzel bir dengede duruyordu ki… Bir ticaret malıymışım gibi, alım satım piyasasında, bana da paraca değer biçtiler. Durduğum yerden devrilmeseydim, varlığın en güzel ve en temiz şeyi olarak kalırdım.

Baloda ve salonda henüz çocukluktan çıkmış̧ dekolteli kıza, seksenlik milyonerin elleri, kolları, sinek kapmağa hazırlanan örümceğin yaşlı bacakları gibi titremeseydi, sulanan ağzından, sarkan alt dudağının yoluyla, salyası frakının beyaz plastronuna, öküz salyası gibi sünüp de akmasaydı, kendimden ve gövdemden utanacak neyim vardı?

Doğan çocuklar bile, benimle ilgili bilgiyi mutlaka gizli olarak mezbelelerden öğrenmek ve aşk pandomimasını, lağımlarına denk akan sokaklarda, açlık haçına çakılmış̧ olan kendi öz kardeşleriyle meşk etmek zorundadırlar. Gemi azıya alan o görünümleri büyük kentlerin eğlence yerlerinde gören gençliğin başından, hangi eğitim, hangi öğretim o yakıcı izlenimi silebilir?

Şimdi çöplükte öğrenilen gizi, ben insanlara güzellikle, ışıkla ve sevgiyle anlattım. İnsanlara güzellik ve temizlik duygusunu verdim. Bu sıralarda bana bir de ‘seksapel’ niteliği taktılar. Yaratılış̧ boşluğu sevmez. İnsanlar yalnız parayla uğraşan boş kafaları elbette seksapel ile doldurdular. Bu yolda propaganda ile epeyce para da topladılar, insanların burnunun biçimini, dudağının rengini, kirpiklerinin durumunu; üst baş ve yüz gözlerin nasıl olması gerektiğini, şimdi ancak, gözü kaparozda (yolsuz gelirde) olan ticaret kurumları saptıyorlar. Oysa benim güzelliğimi, gözü hiç de parada değil, ama güzellikte olan bir sanatçı yarattı. ‘Güzel insan böyle olacaktır. Madem ben böylesine güzel insanı düşünebildim; bu güzel insana ulaşıldı…’ dedi.

Ben, güzelliğin Afrodit’iyim… Parayla satılan seksapelin Afrodit’i değil…

Ben, hangi şeyin üzerinde parlarsam onu güzel kılan Astarte’yim. Gençliğin şafağında, titreyen dudaklarla insan, öpüşler sayıklarken, ona düşlerinde gülümseyen benim. Peri adalarında, fışıltılı kıyılarda, büyülü dağ̆ ve yamaçlarda ona gülümseyen Melitta benim. Denizde, ırmak kıyılarında ona seslenen Isis benim. Açık dudaklarından kokular soluyan çiçeklerde, yağmurlarda, renkte, türküde, insanı çağıran benim. Var olanı parça parça edip geçmişin üzerine yıkan fırtınanın sesinde çığlık salan Astarte benim.

Hatta dünyada var olmak zorunluğunu bile, yolunda can verilir, sevinçli bir çile durumuna getiren, insana kendisini sevdiren yine benim. Her yabancının yüzüne bir kardeş̧ tatlılığı veren benim. İnsan her yüzde, her bakışta beni arar. Çünkü herkesin başkalığı, ancak yüzüme geçen bir maskedir. Ben Astarte’yim. Her gözden ben bakarım. Bütün beyinlerde bilincim. Bütün bilinçlerde bir umudum. Çünkü ben hayatım…”

Ay ışığı, kirpiklerimin arasından gönlüme akıyordu. Astarte’nin çıplak aklığı, ay ışığında gölge salıyordu. Gövdesinde sanki ışıktan bir kan dolaşıyordu. Gözlerimi açmaktan korkuyordum. Ama yavaş̧ yavaş̧ aydınlık diniyordu. Sonunda ışık sustu. Uyandım. Gördüğüm düştü. İrkildim. Kalıntılar arasında kimse yoktu. Issız yerde ay ışıldıyor, ezgin fısıldıyordu.

Birdenbire Arşipel’in ufku yandı. Venüs, ufuktan parlayıp göklere ağdı (fırladı). Gün, aydınını muştuluyordu. Sendeleyerek kalktım ve kayığa döndüm.

Bir kente gün doğarken bakanlar, kentin uyanmasını, tramvayların işlemesini, otomobillerin, hırıltılarını ve klaksonlarını beklerler. Ama ben Knidos’un üzerindeki sisler eriyince, sonsuzluğa kadar uyanmayacak olan bir kenti seyretmekte olduğumu anladım…

Zavallı Knidos. Bütün tayfayla birlikte ona denizden çınlayan birer “merhaba!” yolladık.

İki bin yıl önce ölen kent duydu mu acaba?”

#HalikarnasBalıkçısı

Not: Balıkçının tüm kitaplarını redakte eden, baskıya hazırlayan ve basımını sağlayan değerli hocam, meslektaşım rahmetli Prof.Dr Şadan Gökovalı’ya minnetle.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.