Bodrum Gündem

Zamanı Durduran Ressam Mine Arasan


“Gümüşlük’te çocukluğuma hapsoldum ve bu nedenle
kadınlığa olan yolculuğum tamamlanamadı.
Doktora gittim dedi ki;
“Büyümeyen çocuk hastalığına yakalanmışsın…”
Tedavisi de yokmuş. İşte bu bir mucize…”
Zamanı Durduran Ressam

Mine Arasan

Yıllardan bu yana tanırım Mine Arasan’ı. Sorsalar nev-i şahsına münhasır bir insan, renkli bir kişilik, iyi bir ressam diye tarif edebilirdim. Lakin bu söyleşi ile onu hiç tanımadığımı anladım. O çocuksu davranışlarının altında neler varmış neler.

Anlattıklarının bir kısmını burada paylaşacağım, bir kısmını ise uzun zamandır üzerinde çalıştığı kitabını okuduğunuzda öğreneceksiniz. Şu ipucunu söyleşi boyunca aklınızda tutun; “Hiçbir şey göründüğü gibi değil…”

Mine Arasan Sanata Adanmış bir Hayat…

En başından başlıyoruz söyleşiye. Doğduğu yıllardan.

“Aslında ben hayatımı anlatmaya kalksam saatleri bırakın, günler sürer. O nedenle kısa kısa aldığım notlardan, benim yaşam öykümü sana anlatmaya çalışacağım. Mine Arasan Sanata Adanmış bir Hayat. Benim hayatım sürprizler, mucizeler, şoklar, acılar ve bunların yanında büyük mutluluklar da var. Bir de hep sorduğum bir soru var; yalnızlık ödül müydü bana, yoksa ceza mıydı? Ben de hala bu sorumun yanıtını bilemiyorum. Şimdi beni benden dinlediğinizde belki bir yargıya varabileceksiniz. Bu nedenle can dostum gazeteci Fatih’e anlatacağım her şeyimi.

Ben kaç yaşındayım bilmiyorum. Belki de 150 yaşındayım. Bana yıllardan bu yana ‘Hayatı gülümseten sanatçı’ diye seslendiler. ‘Zamansız yaşıyor’ dediler. Mine, Mine Arasan’ı sanatçı yaptı aslında. Herkesin birazcık da olsa sırtını dayadığı kişiler ya da objeler vardır. Benim için ise sadece Mine vardı. 16 seneden bu yana Gümüşlük’te Koyunbaba mevkiinde yaşıyorum. Bunu şu nedenle söylüyorum; ben Kırklareli Koyunbaba’da doğdum. Bu kader midir, nedir bilemiyorum. Haziran güneşinde doğmuşum ve annemin dediğine göre bütün bebekler gibi ağlamak yerine, doğduğum an gülmüşüm. Pembe yanaklarım ve yeşil gözlerim varmış. Beni çok sevmişler ve çok şımartmışlar. O nedenle hala çok şımarığım. Sanki yaşamım boyunca gökkuşağının renkleri ile beslenmişim. Kimi zaman toprakla, kimi zaman kömürle resimler çizmişim ve sonunda renkli kalemlerim olmuş. Ben bebeklerle hiç oynamadım. Bu nedenle dört buçuk yaşında ressam olmuşum. Yerinde duramayan bir çocukmuşum. Duvarları bile boyuyor, resimler yapıyormuşum o yaşlarda. Birazcık da annemden azar işitirmişim…”

Okul hayatı?

“Kayıt etmemişler ama 5 yaşından itibaren okula göndermişler. Yedi yaşıma geldiğimde de, İstanbul Anadolu Hisarı, Göksu’da yaşayan Ali dayım babama ‘Ahmet bey, çocuklarını da al İstanbul’a gel. Burada sana iş de buluruz, her türlü olanağı da sağlarız. Çocukların da burada iyi bir eğitim alırlar…’ demiş. Babam da bu teklifi uygun bulmuş ve hep birlikte Anadolu Hisarı’na yerleşiyoruz. Ben de Yenimahalle Taş Mektebi’nde ilköğretimime başlıyorum. Orada hep siyah okul önlükleri giyiyorlar, beyaz yakalar takıyorlardı. Anneme; ‘Neden siyah? Neden renkli değil? Herkes sevdiği renkte okul önlüğü giyse daha iyi olmaz mıydı?’ diye soruyordum. Annem Sabriye hanım terziydi aynı zamanda. Sevgi doluydu. O bir melekti. Çünkü annem ve babam sonsuza kadar birbirlerine aşıktılar. Sevgi ortamında büyüdüm. Onlar hiç kavga etmezlerdi…”

Lise eğitimi?

“İlkokul bitti ve Kandilli Kız Lisesi’ne gittim. Çok enteresan bir okuldu. O yıllarda Anadolu Hisarı’nda Fecri Ebcioğlu’nun evinde kiracı olarak oturduk. Ben onun arabasını yıkamasına yardım ederdim. Bir de aklımda kalan 40 yamalı bir pijaması vardı. Kandilli Kız Lisesi ikinci sınıftayım. Babam da matbaacı. Onun işyeri Avrupa yakasında. Evden işe gidiş gelişlerinde de oldukça zorlanıyor. Eniştem Ali Karcı -bu arada Ali Karcı Türkiye İşçi Partisi Milletvekiliydi- diyor ki; ‘İşe gidiş gelişlerin çok zor oluyor. Senin işe yakın bir semte taşınmanda fayda var…’ Babam da hak veriyor ve biz Çapa’ya taşınıyoruz. Çok üzülmüştüm. Çapa’da Selçuk Kız Lisesi’ne kaydımı aldılar. O dönemde ideallerimi ve hedefimi belirlemiştim aslında. Ben ressam olacaktım, sanatçı olacaktım. Lise eğitimim süresince ben yazları hep çalıştım. Ajanslarda grafik bölümünde çalıştım. Karikatür çiziyordum. Doğan Kardeş Dostları vardı. Orada karikatürlerim yayınlanıyordu. Çalışmayı da çok seviyordum…”

Ve Güzel Sanatlar hayali gerçekleşiyor…

“Liseye giderken güzel ve alımlı bir kız olduğum için görücüler gelmeye başlamıştı. Ben babama; ‘Babacığım ben evlenmeyeceğim. Ben ressam olacağım…’ derdim. Babam da ‘Tamam evlenme de o zaman doktor, mühendis ol bari. Ressamlık meslek değil…’ derdi. Görücüler geldiğinde ben evden kaçıyordum. Lise bitmek üzereyken ben odama kapandım ve açlık grevi yaptım üç gün. Çünkü Güzel Sanatlara gitmek istiyordum. Sonunda annem babamı bir şekilde ikna etti. Babam da ‘Ne hali varsa görsün. Ama beş kuruş vermem…’ dedi. Ben de Beşiktaş’ta Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’na müracaat ettim ve kabul edildim…”

Tam bu sırada kaç yılıydı diye soruverdim. Yanıt ne olabilir sizce?

“Bilmiyorum ki. Benim için zaman yok. Zamansız yaşayan biriyim ben…”

Bir daha tarih sormayacağım dedim. Ama…

“Evet sonunda hedefime ulaşmıştım. Ressam olacaktım. Üstelik uluslararası bir sanatçı olacaktım. Tabi babam destek vermediği için okul bitene kadar ek işler yapmak zorunda kaldım. Grafik işleri alıyordum. Bu arada okula film artistleri, tiyatro sanatçıları, yönetmenler geliyordu. Tiyatroyu da çok seviyordum. Okulumuzun amatör tiyatro grubu vardı. Ben de orada Turgut Özakman’ın topal kızını oynuyordum. Bir gün Renan Fosforoğlu geldi okula. Beni çok beğenmiş. Bana tiyatroda oynamamı teklif etti. Ben de kabul ettim. Yaklaşık iki sene oyunculuk yaptım. Geceleri tiyatroya gidiyordum. Gündüzleri de okula. Çapa-Beşiktaş güzergâhındaki otobüsün dili olsa da o günleri anlatsa. Sonra Üç Maymun Kabare Tiyatrosu’ndan teklif geldi ve Müjde Ar, Ercan Yazgan gibi sanatçılarla birlikte oynadım…”

Bedri Rahmi Eyüboğlu’na şiir bile yazmış…

“Güzel bir kızdım. Doğruya doğru. Fotomodellik teklifleri de aldım. Yani demem şudur; dört yıl çok yoğun ve çalışarak geçti. Şunu da söylemek isterim; benim hayatım hiçbir zaman tozpembe olmadı. Hayatımı hep ben boyadım. Ben renklendirdim. Her şeye rağmen hep gülümsedim. Şunu da eklemek gerekir. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Bedri Rahmi Eyüboğlu hocamızın atölyesine de katıldım. Salaş kahvehaneler önünde oturuyorduk ve desen derslerini dinlerdik. Ağzından sigarası hiç eksik olmazdı. Bedri Rahmi hocam için şiir bile yazmıştım. İnanılmaz biriydi…”

Okul bitti ve…

“Evet okul bitti ve yaşamı sürdürebilmek için yine para kazanmam gerekiyordu. Nişantaşı’nda Mod Ajans’a girdim ve grafiker olarak çalışmaya başladım. Okul yıllarımda da ek olarak iş yapmıştım. Amblem, kapak dizaynı, logo gibi işler yapmıştım. O nedenle sektöre yabancı değildim. Bir gün ajansa Cağaloğlu Modern Matbaanın sahibi Bülent Engin geldi. ‘Mine adında bir grafikerin adını duyuyorum…’ dedi. Tanıştık. İşlerimi çok beğenmiş. Ben ‘Burada aldığının iki katı maaş teklif ediyorum. Modern matbaada çalışır mısın?’ dedi. Para benim için asla önemli değildi. Şimdi de öyle. Lakin benim hayatımın merkezinde resim vardı sanatım vardı ve onu yapabilmek için para kazanmam gerekiyordu. Diğer taraftan babama ilk televizyonu ben almalıydım, anneme ilk çamaşır makinasını da ben almalıydım. Babam bir gün ‘Ya çek-yat diye bir şey yapmışlar. Çekip yatıyorsun, bir tarafında da kütüphanesi var…’ demişti. İşte onu da ben almalıydım. Para bu nedenle gerekiyordu. Ben bu söylediklerimin hepsini gerçekleştirdim…”

Bu anlatılanlara ne yorum yapılabilir. Bu bir yaşam felsefesi.

“Evet para kazandım ama benim her zaman mütevazi bir yaşamım oldu…”

Mine Arasan’ın Modern Matbaaya geçmesi ile ekstra işler gelmeye başlıyor ve çok iyi para kazanıyor.

“Altı ay kadar sonra araba almam lazım dedim. İlk arabamı aldım. Beyaz bir Reno. Yarısı peşin, yarısını da taksitle ödedim…”

Para kazanıyor ama asıl hedeften uzaklaşıyor muydu Mine Arasan?

“Modern Matbaada 2 sene, 3 sene çalıştım, yıllar su gibi akıp geçiyor. Ben grafikerlik yapıyorum. Çok çalışıyordum. Arabam da vardı daha hızlıydım ve çalışmak için zaman kazanıyordum. Masa başında oturuyordum ve para kazanıyordum, ama bu arada hayal kurma yeteneğim daha da gelişiyor ve çoğalıyordu. Sanki beynimden dışarı çıkmak, fışkırmak istiyordu. Kendi kendime ‘Hani ben ressam olacaktım…’ diyordum. Sadece iş ve ev arasındaydı yaşamım. Eve bile iş taşıyordum…”

Acaba bu yaşam tarzı onu ressamlığa mı taşıyacaktı, yoksa kuruyacak mıydı o hayali?

“İşte bunları düşünürken bir mucize olmalıydı. Bu arada biz beş kardeşiz. Bir ağabeyim ve üç de kız kardeşim var. İşte bu mucize bir Pazar günü yaşandı. Kumburgaz’a yazığa gitmiştik. Kardeşim yemek hazırlarken beş yaşındaki yeğenim Gökçe’yi de alarak sahile indim. Benim kardeşlerimin hepsi erkenden evlendiler. Ben evlenmeyecektim, ben ressam olacaktım. Gökçe top oynuyor, ben de kitap okuyordum. Bir ara top gitti, biraz ileride sohbet eden beş-altı genç delikanlıdan birisinin kafasına çarptı. Uzun boylu, yanık tenli, yakışıklı mı yakışıklı delikanlı kalktı topu alıp yanıma kadar geldi ve ‘Hanımefendi galiba top çocuğunuzun…’ dedi ve Gökçe’nin başını okşadı. Ben de ‘Hayır o benim yeğenim’ dedim. Ben öyle deyince ‘Merhaba ben Necip’ dedi. Necip Arasan’dı. Eyvah, eyvah. Acaba kader ağlarını örüyor muydu? İlk bakış ve aşk. O gün epey bir sohbet ettik. Fatih’te oturuyormuş, mimarlık mezunu ve doktora yapıyormuş. Bir süre sonra da buluşmalar başladı. Galiba aşık olmuştum. Çünkü kalbim hep dışardaymış gibi atıyordu. İşyerindeki arkadaşlarım ben de bir değişiklik olduğunu söylüyorlardı ama ben gizlemeye çalışıyordum. Fakat bir gün elinde bir demet çiçek ile işyerime gelince her şey ortaya çıktı ve ben işyerimdeki arkadaşlarımla tanıştırmak zorunda kaldım. ‘Arkadaşım Necip Arasan. Kendisi mimar…’

Evlendiniz mi?

“Öyle hemen olur mu? Yaklaşık iki yıllık bir süreç sonunda sözlendik. Sonra nişan ve sonunda malum 8 Aralık 1978’de nikâhımızı kıydık, evlendik. Böylelikle soyadım da Arasan oldu. Merter’e gelin gittim. Her şeyimizi ikimiz aldık…”

Burada hiç sesimi çıkarmadım. Söyleşimizin burasına kadar sadece evlilik tarihini verdi. Zamansız Mine Arasan için bu tarih çok önemli olsa gerek. Söyleşimizin ilerleyen bölümlerinde yine bazı tarihler verecek mi acaba?

“Evlendiğimizde çalışma hayatıma ara vermemi istedi. Doğrusu uzun yıllardır çalışan birisi olarak bir dinlenme fırsatıydı benim için. Fakat bu asla olmadı. Modern Matbaadayken firmalara tebrik kartları tasarlıyordum. Biliyorsun eskiden bayramlarda, yılbaşında tebrik kartı atılırdı. Eskiden diyorum ama 20 yıl öncesine kadar böyleydi. Sanki milattan önceymiş gibi söyledim. Bu arada evimizin her şeyini kendimiz aldık dedim ya gerçekten öyle oldu. Yatağımızı altı ay sonra alabildik. Annemin verdiği bir döşekte yattık altı ay. Sonra, artık yatağımızı da aldığımıza göre çocuk da yapabiliriz dedik…”

12 Eylül 80 darbesinin yapıldığı gün, sıkıyönetime rağmen boğaz sefası…

“Tam dokuz ay sonra, 12 Eylül 1980 günü için hastaneden randevumuzu aldık. Çantamızı aldık ve doğum için hastanenin yolunu tuttuk. Bakıyoruz etrafımıza hiç kimsecikler yok. Yokuşun başında iki asker, ellerindeki tüfekleri bize doğrulttular ‘Nereye gidiyorsunuz?’ dedi birisi. Eşim ‘Hastaneye. Eşim doğum yapacak…’ Baktı bana, gülümsedi ve eşime ‘Önce izin kâğıdı almalısınız…’ dedi. Meğer darbe olmuş. Neyse biz izin kâğıdını aldık ve hastaneye gittik. Hastanede doktor yok. Yani benim doktorum yok. Doktor kontrol etti doğum yok. Biz de elimizde izin kâğıdımız var ya kendimizi boğaza attık. Arkadaşlara uğruyoruz. Şaşırıyorlar. Nasıl rahatça dışarıda olabildiğimizi merak ediyorlar tabi. O gün mükemmeldi…”

Doğum olmadı mı?

“O gün olmadı. 16 Eylül 1980’de oğlumuz Aras Arasan dünyaya geldi. Babası koydu adını. İkincisi olunca da sen koy dedi. Ama ikinci çocuğumuz olmadı…”

Mutluluğunuz katlandı…

“Evet çok mutluyduk. Çok zor bir doğum olmuştu ama çok güzel bir bebeğimiz olmuştu. Evimize geldik. Ziyaretçilerimiz geliyordu ve ‘Çok güzel bir bebek. Hiç bu kadar güzel bebek görmedik…’ diyorlardı. Acaba maşallah demişler miydi? Sanırım bazıları dememişlerdi. Acaba doktorun bir hatası mı vardı? İki ay sonra bir şeyler oldu çocuğuma. Çok ağır bir havale geçirdi. Doktor doktor koşturduk. Henüz iki aylıktı ve Aras yüz felci oldu. Oğlumun bir tarafı çarpıldı. Düşünsenize henüz iki aylıktı. Hayatımdaki en büyük acılardan birisiydi bu yaşadıklarım. Ölümcül dediler. Hastane hastane dolaşıyoruz. Ama umudumu hiç yitirmedim. Oğlum iyileşecek ve hatta yüzü de iyileşecek ben de onu elinden tutup hastaneden öyle çıkacağız diyordum. Çaresizlik içinde geçen yıllar. Bir sene sonra Aras’ın bir gözü- açıldı. İki sene sonra burnu düzeldi, üçüncü, dördüncü yılda da ağzı düzeldi. Aras dört yaşındaydı. Güzel kıyafetlerini giydirdim, sapsarı saçlarını taradım ve elinden tuttum Çapa’ya hastaneye gittik. Doktorlarımızı ziyaret ettik. Hepsi ağız birliği etmişçesine ‘Bu çocuk ölümcül bir hastalığa tutulmuştu. Senin sevgin ve inancın bu çocuğu yeniden yaşama döndürdü…’ dediler…”

Aras altı yaşına geliyor. Mine Arasan resim yapmaya, boyamaya asla ara vermiyor. Birikiyor resimleri ve sergilemesi göstermesi gerekiyor eserlerini.

“Eşimi karşıma aldım. ‘Ben bu evlilikten istifa etmek istiyorum…’ dedim. Çok şaşırdı. ‘Aras büyüdü, benim artık açılmam lazım ve eserlerimi paylaşmam lazım insanlarla…’ dedim. ‘Tamam. Aras’ı kreşe gönder. Seni seviyorum…’ dedi. O güne kadar aşık olduğum bu adama her zaman sen bilirsin diyordum, peki diyordum, tamam diyordum. Çünkü aşıktım ve ipnotize olmuş gibiydim…”

Yaşasın özgürlük…

“Ertesi gün bir kreş buldum ve Aras’ı kreşe verdim. Sonra koştura koştura Beşiktaş’a okuluma. Gravür hocam Mustafa Aslıer. Çok şey öğrendim ondan. Mezun olduktan altı yıl sonra yeniden gravür atölyesinde çalışmaya başladım ve ilk sergimi Beyoğlu Anadolu Bankası Sanat Galerisinde açtım. İnanılmaz bir ilgi gördü…”

Sergi sonunda Anadolu Bankası Sanat Galerisi Müdürü, gazeteci, sanat eleştirmeni Kamil Suveren Mine Arasan’a galeride sanat danışmanlığı teklifinde bulunur. Ancak eşi önce kabul etmez. Fakat Kamil Suveren ve Mine Arasan’ın ısrarları ile sonunda ikna olur…

“Sergiler açıyordum sanatçılara. Böylelikle çok şey öğrendim. 1985 yılında da Kazım Taşkent Sanat Galerisinde ikinci kişisel ilüstrasyon sergimi açtım. Murat Berker de galerinin sanat danışmanıydı ve hayatıma dokunan isimlerden birisiydi. Yarışmalara katılıyordum ve ödüller alıyordum…”

Her şey çok güzel gidiyorken Mine Arasan’ın eşi çalışmasına izin vermiyor ve sanat danışmanlığı işini bırakmak zorunda kalıyor.

“Bir ay kadar sonra Murat Berker telefon etti. ‘Mine ben senin sanatını ve çalışkanlığını çok iyi biliyorum. Ben Basın Müzesi Müdürü oldum. Orada da beş salon var ve senin sanat danışmanı olmanı istiyorum…’ dedi. Çok zor bir süreçti. Eşim kabul etmek istemedi. Bir şekilde ikna ettik sonunda. Basın Müzesinde çalışmaya başladım. Sergiler yaptım, söyleşiler yaptım. Yurtdışından sanatçılar geliyor, yarışmalara da katılıyoruz. En yoğun ve en verimli yıllarım Basın Müzesinde geçti. Altı buçuk yıl.

Çok yoğun bir çalışma hayatı. Mine Arasan çok yoruluyor. Akşamları biricik evladı ile geçirdiği zamanlar biraz olsun yorgunluğunu unutturuyordu.

Ve yine bir şok!!!

“24 Kasım 1989. Basın Müzesindeyim ve çalışıyorum. Yine şövaleme tuvalimi koydum resim yapıyorum. Telefon çalıyor. Sanki o gün çalan o telefon biraz acı mı çalmıştı ne? Telefonun ahizesini kaldırdım. Karşıdaki ses eşimin bir arkadaşıydı. ‘Mine başın sağ olsun…’ dedi. ‘Nasıl yani?’ diyebildim. ‘Necip’i kaybetmişiz. Şimdi öğrendim. Hemen seni aradım…’ dedi. Eşim mimardı ve Antalya’da çalışıyordu. Eşim, aşık olduğum kocamdı. Çocuğumun da babasıydı. Ne yani, artık yok muydu? Hoşça kal karıcığım, hoşça kal biricik oğlum demeden, habersizce gitmek mi vardı? Ama böyle gidilmez ki. Sadece on yıl, kısacık sade bir evlilik ve sadece bir evlat. O büyük aşkım temelli taşınmıştı artık gökyüzüne. İşte o gün o büyük kutsal emaneti içime hapsettim. O büyük aşkı göğüs kafesimin içine koydum. Ben de o gün zamansızlığa taşındım. Hani sohbetimizin en başında demiştim ya zamansız yaşamayı tercih ettim diye. İşte gerçekten zamansız oluşum bundan sonradır. İçime hapsettiğim bu derin aşkı ve sessiz çığlığı renklerle tuvale aktardım. O büyük aşkım, sevgim kırmızı ve mora dönüştü. Dokunduğum her şeyi sanata dönüştürmek için uğraştım. Duvarlara, galerilere, çocuklara, kâinatın en derinlerine kalbine taşıdım. Arasan soyadını da saygıyla ve sevgiyle taşıdım, taşıyorum ve onu içimde yaşatmaya yemin ettim…”

Burada biraz ara verdik. Mine Arasan çok duygulandı. Sanki o anı yeniden yaşıyordu ve ağlamamak için de zor tutuyordu kendisini. Kendinizi Mine Arasan’ın yerine koyun bir an; birisi eşinizin öldüğünü söylüyor. Büyük bir travma. Bu konuda başka bir şey söylemek istemedi ve konuyu kapattık.

“Aras okuluna devam ediyor. Cumartesi günleri Basın Müzesine götürüyordum. Orada büyüyordu. Aras hep renklerin, boyaların, sergi ve galerinin içinde büyüdü. Dersleri biraz kötüydü ve ders çalışmak istemiyordu. Sanıyorum hayata biraz eksik başladığını düşünüyordu. Neredeyse bir yıl babasının ölümünü söylemedim, lakin sonunda anladı ve bu travma onun eğitim hayatına çok olumsuz olarak yansıdı. Ortaokulu ite kaka zorla bitirdi…”

Bu sırada söylediği cümle çok çarpıcıydı “Yalnızlık bana ceza mı, yoksa ödül müydü bilemiyorum. Özgür ve sanatçı olmam için bu yaşadıklarım bir armağan mıydı acaba?” diye çok düşündüm. 

 “Artık biliyorum. Yalnızlık bana bir armağandı. Eğer yalnız kalmasaydım Mine Arasan olamayacaktım. Ama diğer yandan da ‘ceza mıydı?’ diye sormadan da edemiyorum. Kadın olmayı, eş olmayı ve hatta anne olmayı becerememiş miydim? Bütün enerjim, duygularım sadece sanat için miydi? Yüzümdeki gülümseme bile gerçek değil miydi? Maske miydi? Kendimle hesaplaşmalarım ve kendimi sorgulayışlarım ne kadar daha sürecekti bilemiyordum. Ama hayat devam ediyordu. Şener Şen’in bir sözünü hatırlıyorum; ‘Acınızı herkese göstermeyin, çünkü içinizde yanan o ateşe kimin odun atacağını bilemezsiniz…’ Onun için hep gülümsedim. İnsanlar benim hep çok mutlu olduğumu sandılar. Her şeye rağmen gülümsemeye devam ettim…”

Basın Müzesinde geçen yıllar Mine Arasan’ın iyi bir çevre yapmasını sağlıyor. Birçok gazeteci ve yazar Mine Arasan’ı yazmış. Basın Müzesine yeni bir müdür atanıyor ve Mine Arasan onunla fikir ayrılığına düşüyor. Mine Arasan da böylece altı buçuk yıl süren Basın Müzesi serüvenini bitiriyor.

“Yeşilköy’deki 2001 Koleji kurucusu Hilmi Nakipoğlu bir gün bana ‘Kocaman bir salon var. Ne yapabiliriz? diye sordu. Ben de ‘Bana sorarsanız galeri yapabiliriz. Ben başka bir şey bilmem…’ dedim. ‘Tamam…’ dedi. Ve o salonu galeri haline getirdik. Daha sonraları birçok sanat etkinliğinde aktif rol aldım ve bir süre de Bakırköy Belediye Başkanı Ahmet Bahadırlı ile çalıştım. Bakırköy Belediyesine ilk sanat galerisini de ben kazandırdım bu süreçte. Bakırköy Belediyesindeyken engelli çocuklara da resim dersi veriyordum. Aslında ben çocuklarla daha iyi anlaşıyorum…”

Bu arada Mine Arasan’ın oğlu Aras, Eresin Turizm Otelcilik Lisesine başlıyor. Zamanı yok eden Mine Arasan sanat ile iç içe ve çok çalışıyor.

“Benim artık ne üzülmeye, ne de incinmeye zamanım yoktu. Eşimi kaybettikten sonra yıkılmak, yenilmek asla olmamalıydı. Çünkü ben Mine idim, dimdik ayaktaydım ve kuvvetliydim. Çünkü bir çocuğum vardı. Ama hepsinin yanında yaşamımın merkezinde de hep sanat ve resim vardı. Yeşilköy’de bir evim vardı. Eşimden kalmıştı ve biraz küçüktü. Aras’ta büyüyordu ve Yeşilyurt’a taşındık. Çünkü çalışma atölyem olmalıydı. Bu arada çok enterasan bir olayı da paylaşayım; Fako İlaçları, yeni bir çocuk ilacı çıkartacak. Tunç Turgut tebrik kartlarını karıştırırken, benim yaptığım balonlar ve çocukların olduğu bir karta rastlıyor ve hemen talimat veriyor bu ressamı bana bulun diye. Sonunda beni buluyorlar. İşte bu da benim yaşamındaki dönüm noktalarından birisiydi. Tam on yıl boyunca Türkiye’nin her bir yerinde hastanelere gidiyorum ve hasta çocuklarla resimler yapıyoruz. İlaç kutuları, masa takvimleri, afişler neler neler yaptık bu on yılda anlata anlata bitmez…”

Mine Arasan’ın kalbi incindiği, kırıldığı, yıprandığı ve üzüldüğü çok zamanlar oluyordu. Sonuçta iş yaşamı. Ama bu kalp kırılmalarını, incinmelerini sanatla, resimlerle ve renkli boyalarla onarıyor. Kendisini dışa kapatan ama içinde resim yapma arzusu olan herkesi o kapalı dünyalarından dışarıya çıkartarak resim yapmayı sevdirip, öğreterek çok önemli bir misyon da yüklemiş kendisine. Şövalye ruhu ile her görüşten ve kültürden insanın içindeki resim yapma arzusunu dışarı çıkarmayı da başarmış. Birçok insana dokunuyor Mine Arasan. 

“Bütün bunları yapıyordum ama beni gören, bana dokunan kimse yoktu. Birisi kalkıp seni Amerika’ya götüreyim, Avrupa’ya götüreyim demedi. Sen başarılı bir ressamsın, başarılı bir sanatçısın senin elinden tutalım demedi. Ben vardım ama kimse beni görmedi…”

Biricik oğlu Aras Turizm Lisesinden mezun oluyor ve Yalova’da Turizm Yüksek Okulunu kazanıyor. Mine Arasan evladına dikiş dikmeyi, yemek yapmayı, ayakkabı boyamayı, bazı aletleri tamir etmeyi yani hayatta kalmayı öğretmiş. Aras büyüyüp, olgunlaşırken, annesi Mine Arasan ise hep çocuk kalmayı tercih etmiş…

“9 Ağustos. Yaşamımın en büyük şoklarından birisini daha yaşadım. Gece saat üç civarıydı. Yine içimde bir sıkıntı. Kapı yine çok telaşlı ve acı acı çalıyor. Hani daha önce çalan ve eşimin ölüm haberini aldığım o telefon gibiydi sanki. Uykulu ve tedirgin bir şekilde kapıyı açtım. Arkadaşım Filiz ve oğlu Ömer kapıda endişeli gözlerle bana bakıyorlar. Aras ve Emre trafik kazası geçirmişler. Şaşkınlık mı, acı mı, endişe mi, yoksa başka bir duygu mu yaşadıklarım bilmiyordum. Hastaneye götürmeye gelmişler beni. Sanki yok olmuştum. Kıyafetimi değiştirdim, yatağımı düzeltiyorum. Filiz kolumdan tutup beni çekiyor. Şu an bile o anı anlatmakta zorlanıyorum. Sanki şimdi de o anı yaşıyorum. Çapa Hastanesine gidiyoruz. Oda da Emre var annesi ve babası başında, Aras ise diğer yatakta yalnız ve kanlar içinde. Sanki ölmüş ve kimse ilgilenmiyordu. ‘Oğlum üşüyor neden üstünü örtmüyor…’ diyormuşum. Sonra Filiz ile birlikte Aras’ı alıp özel bir hastaneye götürdük. Yoğun bakıma aldılar hemen. Ben o anları hiç hatırlamıyorum, sonradan anlattılar bana. Yoğun bakım kapısında çökmüşüm ‘Allahım özür diliyorum. Ne hata yaptım bilmiyorum ama yaptığım hata için çok özür diliyorum…’ demiş durmuşum saatlerce. Hayat benim için yine durmuştu. O sırada bir adam geldi ‘Geçmiş olsun…’ dedi. Gelen adam Aras ile birlikte kaza yaptıkları arkadaşı Emre’nin babasıymış. Emre kız arkadaşı ile bozuşmuş, Aras ile dertleşmek için buluşmuşlar ve Emre çok içkiliymiş. Bana; “Aras’ta çok büyük bir sorun yokmuş. Beyinde de bir hasar oluşmamış. Burası çok pahalı Çapa’da benim tanıdıklarım var oraya götürelim…’ dedi. Bana bir şey imzalattılar. Saatler sonra ameliyattan çıktı Aras. Dalağını almışlar, karaciğeri parçalanmış. Bir hafta yoğun bakımda kaldı. Ben Çapa’da hastanenin bahçesinde yattım. İkinci sınıfa geçmişti. Okuluna da devam edemedi bu kazadan kaynaklı. Çok uzun bir tedavi süreci yaşadık. Aylarca hastanede kaldık. Kaşının bir kısmı ve kafatasının bir bölümü yoktu. Bu arada yoğun bakımdayken ikinci gündü galiba bir defter açtım. Aras’ın ve benim tanıdıklarım güzel dileklerini ve dualarını bu deftere yazdılar ve bunun sonucunda çıkan o enerji ile uzun bir zamanda da olsa hayati tehlikeyi atlattı ve eve geldik. Yaklaşık bir yıl boyunca başının yarısı sarılıydı. Bir yılın sonunda okuluna yeniden başladı ve başarı ile tamamladı. Turizmci olacaktı ama “Anneciğim ben artık otellerde çalışamam. Çünkü turizm sektöründe dış görünüm önemlidir. Bu yara izi ile turizm sektöründe çalışamam…’ dedi. ‘Ben sana estetik yaptırırım, böyle düşünme…’ dedim ve bir doktor buldum. Param kısıtlı olduğu için beklediğimiz gibi olmadı hiçbir şey. Detayları anlatmayacağım artık…”

Mine Arasan’ın yaşam öyküsünü dinledikçe, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını çok daha net anlıyordum…

“Yıl 2007’de eşimden kalan evimizi sattık. Aras’ bana ‘Anneciğim sen Bodrum’u çok seviyorsun. Oradan bir ev al ve oraya yerleş…’ dedi. Önce Turgutreis’te bütçeme uygun 43 metrekare bir ev aldık. Günbatımı vardı ve arka taraftan da dağlara bakıyordu. Ben o evi masal evi gibi yaptım. Birçok sanatçı ziyaretime geldi ve dostlarım oldular. On bir sene boyunca altı ay Bodrum, altı ay İstanbul’da yaşadım. Çok çalıştım, çok koştum yıllarca. 2014’de Gümüşlükteki bu evimi aldım. Burayı da Mine Arasan Sanat Evi yaptım. Yurtiçi ve yurtdışı birçok etkinliğe katıldım. Sergiler açtım. Ben hem resim yapıyorum hem yazıyorum. Hep atölyemdeyim. Mine’yi arasan nerede bulursun? Atölyesinde bulursun…”

Mine Arasan onlarca resim ile birlikte üç şiir ve desen kitabı da hazırlamış. Bodrum’a aşık bir sanatçı. Renkleri hayallerinde, düşlerinde görmüş. Bodrum’un mavisini, yeşilini kırmızısını da almış tuvalini boyamış. Kediler, balıklar var, çiçekler var resimlerinde.

“Ara sıra resim yapmakla ressam da olunmaz, sanatçı da olunmaz. Resim için, sanat için ömür vermek lazım. Ben ömrümü verdim. Hiçbir zaman ara vermedim sanata. Bahçeme iyilikler ekiyorum, onları gülücükler ile suluyorum. Sonra da tuvallerimin üzerindeki pembe, mor, kırmızı çiçekler açıyor işte. Ama önce insan olmak önemli sonra her şey olabilirsiniz. Hayatın bütün zorluklarına karşı, inadına sanatla karşı durdum…”

Yarınlar?

“Hani benim hayatımda acılar, şoklar kadar mucizeler de var demiştim ya. Artık mucizeler yaşamak istiyorum dedim ve Gümüşlük bana aşkını ilan etti ve ben de kabul ettim. Gümüşlük’te çocukluğuma hapsoldum ve bu nedenle kadınlığa olan yolculuğum tamamlanamadı. Doktora gittim, büyümeyen çocuk hastalığına yakalanmışım. Tedavisi de yokmuş. İşte bu bir mucize…”

‘Eğer çok param olsaydı ve zaman da satılıyor olsaydı, ben hep zaman satın alırdım…’ diye konuşuyor zamansız kadın Mine Arasan. Sürekli üretmek istiyor ve sürekli çalışıyor.

Zaman satın alamayacağı için, zamanı durdurmuş ve çocuk Mine’de kalmış.

Zaman akmıyor artık onun için…

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

  1. Gonul Yakut dedi ki:

    Mineyi Bodrumda ressam ,sanatci lar sokaginda tanidim.turgutreiste.2006 yili.Aksamlari ressam arkadaslarla standlarda resimlerimizi sergilerdik.Bana evi yakindi.Ortak arkadaslarimizla yaz donemleri.keyifli gecerdi.Mine cok caliskandi.Hep uretirdi.Bodrum artli olarak bir cok etkinliktede birarada olduk.Hayat hikayesini okudum,cok guzel yazilmis.Ruhu saad olsun.