Bodrum Gündem

YARATILDIK DA NE OLDU? Ronald Karel yazdı…

Sevgili okurlar, makalemin birinci bölümü oldukça ilgi çekti ve bu konu hakkındaki düşüncelerimi ve inandıklarımı paylaşmam için bana mesajlar gönderildi. Herkese çok teşekkür ediyorum. Ümit ederim ki niyetim anlaşılmıştır. Bu denli kötü idare edilen, bu denli kötü yaşanan dünyamızın neden bu halde olduğunu, ruhani, bilimsel içgüdülerim ve inançlarımla bir yandan da kendime göre hayata rasyonel bakışımla anlatmaya çalıştım ve bu makalemde de anlatmaya devam edeceğim. Ancak bunun arkasında yaşanılmış bir olay var.

1990 yılının Ocak ayında Brüksel deki bir toplantıda tesadüfen bir iç hastalıkları doktoru tanıdım, konu nasıl açıldıysa ben kendisine  “Araba kullanmaya korkuyorum ve araba kullanırken bir kamyona yandan çarpıyor, vücudum göğe doğru yükseliyor ve yıldızları görüyorum. Bu sahneler yıllar yılı beni direksiyon başına geçmeme engel oldu” diye dert yakınmıştım.

İşte ilk bölümde bahsettiğim İANDS’ın Belçika yetkilisi olan doktor bana ölümsüzlüğü ve hepimizi birer görünmez üniversal atom olduğumuzu anlatınca, söyledikleri her cümle beni son derece etkilemişti.

Günlerce, haftalarca o toplantıdaki konuşmalar beynimde ve ruhumda yer almaya başlamış hatta kendi kendime sorduğum bazı sorulara da cevaplar bulmaya başlamıştım.

Birkaç ay sonra katıldığım toplantılar sayesinde hayat başka bir açıdan bakmaya başladım. Dahiliyeci bana “Sen ya trafik kazasında öldün, ya da o şekilde öleceksin” demişti. Ama ben ölümden korkmuyordum. O cümle beni hiç rahatsız etmedi.

Aslında daha çocuk yaştayken, Moda’daki evimize su parası toplamaya gelen memura şaşırıp anneme “Su Allah’ın işi neden satıyorlar?” diye tepki gösterirdim. Bazı olayları önceden hissederdim. Benim meşhur “deprem bulutları”  araştırmamın biraz da buna bağlı olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlamıştım. 16-18 yaşlarında hiçbir eğitimim olmamasına rağmen nasıl oluyor da o bulutların ‘’iyonize’’ olduklarını bilebiliyordum? Nasıl oluyor da alçak atmosferde negatif ve pozitif iyonların oluştuğunu, ozon gazının meydana geldiğini bilebiliyordum? Nasıl oluyor da elektromanyetik dalgaların oluşumunu konuşabiliyordum? Aslında ben o olan depremleri bilimsel yönden görebiliyordum ama bu gayrı ihtiyari oluyordu. Yani sadece altıncı his değildi, beraberinde bilimsel açıklaması da flaş gibi gözümün önünde canlanıyordu. Bazılarımız derler ya ‘’ sen bu iş için dünyaya geldin’’, bu cümleye tamamen katılıyorum, reenkarne olurken beraberimizde getirdiğimiz gerçek kozmik bilgiler yüksek çakralarımız sayesinde beynimize hitap edebiliyor, ruhumuzla kararlar verebiliyoruz.

Lakin her ne kadar o zaman bilimsel sözcükler doğruysa da düşündüğüm mekanizma yanlıştı. O kadar da olsun değil mi? 2009 tarihinde NASA Ames laboratuvarlarında bunların büyük bir bölümü ispatlandı.

1992 senesinde Brüksel de ehliyetimi aldım ve korkmadan araba sürüyorum, hem de Avrupa kıtasını üç kez baştan başa geçerek, hem de bir keresinde sağdan direksiyon, frenleri iyi tutmayan İngiliz arabamla, üstelik bu arabayı 6 ay ve artı 3 ay da cezalı bir şekilde Türkiye de kullanarak.

Bu yazımda reenkarnasyonun bir ucundan tutmaya çalışacağım. Yeni konuşmaya başlayan bazı çocukların zaman zaman acayip cümleler kurup, hatta bilmedikleri bir lisanda bazı uzak yerleri tarif edip, bazı isimler söylemeleri çok az da olsa bazı bilim adamlarının dikkatini çekti.

GÖRÜNMEYEN ÜNİVERSAL ATOM…

Bugün IANDS dan başka dünyanın birçok ülkesinde TIP, ‘’ölümden sonra hayatı’’ incelemeye başladı.. Örneğin Virginia üniversitesindeki nörobiyoloji ve psikiyatri bölümünde çalışan üç doktor NDE larla ilgileniyorlar. (Near Death Experiencer)

ronald karel yazıları

Bu üç uzman çok genç yaşlarda geçmiş hayatlarını hatırlayan çocukların konuşmalarını inceleyip, çocukların yönlendirdikleri aileleri buluyorlar. Çoğu zaman aileler çok uzak ülkelerde de olabiliyorlar. Bazen çocuklar geçmiş hayatta kullandıkları lisanı bile konuşabiliyorlar. Ancak bu durum trans anında gerçekleşebiliyor. Çünkü yapılan araştırmalarda ki bende buna son derece katılıyorum, geçmiş hayatla transa girmek saniyeleri geçmiyor.. Flaş gibi kısa videolar şeklinde ruhunuzla görüyor sonra tekrar bugünkü hayata dönüyorsunuz.. Bazen de buna ‘deja vu’ diyorsunuz. Sanki gittiğiniz o yeri tanıdınız ve ortada başka zaman olduğunuzdan eminsiniz. Aslında bu deja vu olayı birçoğumuzun başından geçmiştir.

Bu ani çakra yükselmesi sayesinde gerçekleşebiliyor bence. Aslında bu konuyu daha başka birçok konuyla bağdaştırabiliriz. Mesela en çok yaratabildiğimiz an beynimizin dinlenmiş halinde olur.. Sessizlik, sabah erken saatleri gibi durumlarda düşüncelerimiz istemeyerek de olsa ruhumuzdan, iç güdülerimizden çıkar.. Ama yine de çakra seviyemizin üç ve daha üzerinde olması gerekir diye düşünüyorum.

İnsanlar sayfiye yerlerine giderler, açık havada dolaşırlar, klasik müzik dinlerler ve sonunda ‘’ ruhumu dinlendirdim’’ der çoğumuz bilmeyerek. Aslında beynimiz boşaldı ve derin nefes aldık ve rahatladık ve bu yüzden içimiz rahatlamış olur.. İstemeyerek, otomatik olarak ‘oh ruhum ne rahat oldu’ deriz.

Altıncı hisse gelince, maalesef insanoğlu her konuda olduğu gibi bu konuyu da kirletmiştir. Altıncı his bence yukarda bahsettiğim gibi spontane olarak, çok rahat olduğumuz anda çok kısa bir süre içerisinde olacakları görmektir. O olay zaten olacaktır, yani siz yapmıyorsunuz. O olacak olan olayı siz evvelden altıncı çakranızla (hissinizle) görüyorsunuz. Lakin bu birkaç saniyeyi geçmez.

Gelelim insanoğlunun yaptığına.. 1980 li yıllarda Paris te ‘’voyeur- yani falcılar’’ sempozyumu olmuştu. Onlarca masa ve bazen kapalı odalar içerisinde falcılar yolacak müşterileri bekliyordu. İnanın tahmin edemediğinizden fazla insanlar yer yer kuyruk yapıp falcılara kendi geleceklerini soruyorlardı. Detaylara girmeyeceğim. Kahve falından tutun, küreye bakmaya, el çizgilerini okumaya kadar birçok fala bakıyorlardı. Yani kısacası üçkâğıtçılıktan başka bir olay değildi.

Benim yandığım, bilim dünyasının ‘izole araştırmacılar hariç’ ‘’Yaratan ve Yaratılan’’ konusuna hiç değinmediğidir. Bence nerden ve nasıl geldiğimiz konusu dünyanın en önemli araştırma konusu olması gerekirken maalesef toplum çoğu zaman rahatsız olmaktadır. Kâinatımız bugün bir felaket yani insanlık dramı yaşamaktadır.

Kainatımızda inanılmaz bir negatif yaşam şekli mevcut galiba. O denli ki kötü bir şey yapan bir şahıs hemen tanınıyor ama iyi bir şey yapan bir insan çeşitli tepkilerle karşılaşıyor.. Adam gitti Papa ya kurşun sıktı, beş saniyelik bir olayla 6 kıtada meşhur oldu. Bir de insanlığa yararlı bir iş yapan eski bilim adamlarını düşünün hemen hemen birçoğu sefalet içerisinde yaşadılar, kıskanıldılar, hapse girdiler, kafaları kesildi veya yakıldılar.

İşte spiritüellik dünyanın dengesini düzeltebilir, çünkü spiritüel bir kişi ailesine başka gözle bakar, karşısındakini anlamaya çalışır.. Spiritüel toplumlar olsaydı herhalde yaşamanın keyfini çıkarır, diğer toplumların yapısını, düşüncelerini daha iyi inceler ve insanlar ve toplumlar arasında barışçıl diyaloglar oluşurdu diye düşünüyorum.

Bugün ne yaptık? Abuk sabuk ortaya atılan bir ‘’Big Ben’ teorisi entel dantel kitleler tarafından kabul edilmiş ve insanlığa da zerre kadar faydası dokunmamaktadır. İşte böyle bir dünyada biz insanlar, hayvan ve bitkilerle hayatımızı bir bilinmeyene doğru yaşamaktayız.

Aslında hayvanlar insanlardan daha çok doğal yaşamaktadırlar. Her hayvan sevgiye muhtaçtır, sevgi bazen vahşi hayvanları bile etkilemektedir. Biz insanlar neden doğal bir şekilde yaşayamıyoruz?

Hayatın kısa olduğunu düşünerek, egomuzla ve bencilliğimizle yaşıyor sonra çıkıp dünya ne kadar kötü gidiyor diye yakınıyoruz.

Tekrar eski hayatlarını hatırlayan çocuklara dönecek olursak, tablo daha da vahim oluyor. Eski ailelerini hatırlayan küçücük çocuklar bağnaz psikologlar tarafından tedavi edilmekte olup ileriki yaşlarda kendilerine olan güvenleri sarsılmaktadır.

Psikolog ve psikiyatrları hiç sevmem. Ölümsüz ruh ile ölümlü beyni, yani canlıların temel yapılarını bilmeden bu mesleğin başarılı olması bence imkânsızdır.

ronald karel yazıları 1

Yolda yürürken araba ezecek diye korkanı, uçağa binmeye korkanı, köpekten korkanı, gece yarısı saldırıya uğrayacak diye yolda yürümeye cesaret edemeyeni, olası bir savaşta ölecek diye askere gitmeye korkanı vs gibi yüzlerce örnekler mevcut hayatımızda. Ama sizler, sevgili okurlar, bırakın gençleri ama çok yaşlı olmalarına rağmen, toprağın altına gömüleceğim diye, ölüp yok olacağım diye korkanların orantısı ne kadar acaba?

Hepimize ‘’içgüdü’’ dediğimiz o üniversal atomumuza bu ‘’ölümsüzlük’’ damgası vurulmasaydı, yani gerçekten ölüm olsaydı, bugün milyonlarca insan ilerleyen yaşlarda bunalıma girerdi diye düşünüyorum.

Araştırırken bazı makaleler gözüme çarptı. Ben tıptan hiç anlamam ama sadece konumla ilgili bölümleri incelemek istedim. Bu konuda hiçbir iddiam yoktur.

Iowa Üniversitesi’nden Justin Feinstein ve ekibinin, Nature Neuroscience adlı dergide yayımlanan çalışmalarında, beyinde tehdide yönelik tepkiden veya buna bağlı fizyolojik bir takım değişikliklerden sorumlu birden fazla sistem olabileceği gözler önüne serildiğini iddia ediyorlarmış.

Nörobilimcilerin uzun zamandır varsaydıklarının aksine, beyinde korku merkezi olarak bilinen yerde bir eksiklik ya da yetersizlik olsa dahi, insanlar korku yaşayabiliyormuş.

Uzun yıllardır hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar, beynin derinliklerinde bulunan küçük badem şeklinde olan “amigdala”nın korkudan sorumlu en önemli bölge olduğunu gösteriyormuş. Bu bulgu, daha sonra insanlar üzerinde yapılan çalışmalarda da onaylanmış.

Acaba şöyle bir beyin jimnastiği yapalım, çiftleşme esnasında vücuda giren üniversal atom o bölgeye bir etki yapıp ‘’ ruhumuzun ’’ ölümsüz olduğu için beynimizin de bu noktaya odaklanmamasını engelliyor mu?

Yüce Allah hepimizi yaratırken gerek ruhumuza gerekse beynimize ölüm korkusunu işlemiyor demek geliyor içimden…

ronald karel yazıları 2

Üstteki  resimde, sol tarafta birinci bölümde koyduğum çakraları, sağ tarafta ise ‘’aura’’mızı yani vücudumuzu çeviren ışık ile vücudumuzun içerisine bizim ‘’ruhumuzu’’ pratik hayatta ‘’ iç güdü’’ dediğimiz ölümsüz üniversal atomu, ve üstte de ölümlü beynimizi koydum..

Aura kavramı, bütün dünya varlıklarında ortak olarak bulunan ve Teofizide kullanılan bir kavramdır. Her insanda, vücudu sarmalanmış halde bir elektromanyetik alan bulunmaktadır. Bedeni sarmalayan bu elektro manyetik alana aura adı verilmektedir.

Bu alan, aynı zamanda bir kalkan görevi de üstlenmektedir. Auranın güçlü veya güçsüz olması, birçok durumu etkileyen bir faktörü oluşturur. Örnek verilecek olunursa, aurası güçlü olan kişiler, hastalıklardan ve negatif durumlardan daha fazla uzak kalmayı başarırlar. Aurası zayıf olan kişilerde ise bu durum tam da tersini ifade etmektedir. Bu kişiler, fiziksel anlamda daha çabuk ve sık olarak hastalanmaktadırlar.

Aura, iki farkı türde bulunmaktadır. Bu farklı çeşitler, Spritüel ve Eteriktir. Eterik aura, insanlar tarafından görülebilme özelliğine sahiptir. Çünkü Eterik aura, insan bedenine yaklaşık olarak 20 cm uzaklıkta bulunmaktadır. Dünya üzerinde yer alan canlı veya cansız her nesnenin aurası bulunmaktadır. Fakat burada bir ayrım söz konusudur. O ayrım da, canlı varlıkların auroları daha kolay ve net olarak saptanabilmektedir. Bunun nedeni ise, canlıları meydana getiren atomların daha aktif yapıda bulunmalarıdır.

ronald karel yazıları 3Şimdi madem ki konu elektromanyetik alana girdi, şöyle bir düşünelim. Tamam, bir insanın aurası çok kuvvetli olabilir, yani kendisini çok iyi korur ve negatif dalgaları keser, daha az hasta olur. Acaba aurası kuvvetli olan birçok insan yan yana gelirse, aralarında bir elektromanyetik alan oluşturup bu alana başka kimseyi sokmazlarsa ne olur? Yani birbirlerine son derece bağlı, mantal yoluyla ve spirituel yoluyla auraları birleşmiş ve mesela diyelim ki bir futbol maçı yapıyorlar. Acaba biz de bu maçı seyrederken kendi kendimize ‘’ Şu Gallere bak adamlar yorulmadan, büyük bir enerji ile kolektif bir şekilde acayip futbol oynuyorlar’’ diyebilir miyiz? Konu ortada, acaba aramızda bu konuyu ve benzerlerini düşünecek olan olacak mıdır?

Tavla oynarken, bazen istediğimiz zarın gelmesi ve o zarın devamlı gelmesi her ne kadar karşımızdakini sinirlendiriyorsa dahi acaba o zarı da bizim auramızın içine aldığımız için mi istediğimiz rakamlar gerçekleşmekte?

Bunun gibi onlarca örneği kendi kendimizce yaratabiliriz.

Aşkta kazanan oyunda kaybeder cümlesi bütün dünyada çok yaygındır. Acaba yeryüzünde kaç kişi bu cümleyi inceledi? Bir auranın içerisine başka bir aurayı alırsak (sevgili, eş) o zaman oynadığımız oyun auramızın dışında kalıyor.. Ama oynadığımız oyunu auramızın içerisine alıyorsak o zaman sevdiğimiz dışarda kalıyor mu? diye düşünebilir insan.

Bu auro konusuna gelecek yazılarımızda daha de değineceğiz.  Örnekleri kendim vermeme rağmen bu konu Erdoğan Gül ün makalesinden esinlenmiştir.

ronald karel yazıları 4

TABLO A

Üniversal atom biyolojik vücutta

Ailemizin bize verdiği fiziki vücudumuz,  etrafındaki eterik vücudumuz ki fiziki vücudumuzla aynısıdır sadece öldüğümüz zaman eterik vücut fiziksel vücuttan ayrılır, eterik vücudun üzerinde auramız, yani bizi koruyan ışık ve en önemlisi bizim BEN dediğimiz atom üniversal vücudumuzun içerisinde 7 çakra halinde bulunmasıdır.

Üniversal atom vücudu kısa süre için terk ediyor.

İşte öteki tarafla bu taraf arasındaki tek bağ.

Ameliyat masalarında kısa bir süre için gerek üniversal atom gerekse eterik vücut fiziksel vücudu terk ediyorlar. Tavandan kendi ameliyat oldukları masayı görüyorlar, dolaşıyorlar, hastanenin yan odalarını gezebiliyorlar.. İçlerinde ferahlık var, acı yok, bazıları tepelerinde muazzam bir beyaz ışık görüyorlar ama gidemiyorlar. O ışık kendilerine büyük bir rahatlık veriyor. Yani 3 numaralı resmi tarif edecek olursak üniversal atomlar yani bizim BEN imiz tekrar vücuda girmek istemiyor. Bazen yaşadıkları hayatı hızlıca gözlerinin önünde kayıyor.

Geriye dönüş

Daha sonra hızlıca mıknatısla çekiliyormuşlar gibi vücutlarına geri dönüyorlar.

Bence bu dünya ile öteki dünya arasındaki yegâne ilişki ameliyat masalarında koma halindeki hastaların, nabızları durdukları zaman vücutlarından ayrılıp tavandan kendilerini görmek, ışığı fark etmek, hastane odalarını gezmek, konuşulanları duymaktır.

——————————————————————————————–

Dünyanın çeşitli ülkelerinde, değişik kültürlere bağlı kişiler beş aşağı ve beş yukarı aynı şeyleri görmüşlerdir, yani halüsinasyon değildir. Resimde gördüğünüz gibi, 1 numarada üniversal atom vücudumuzda yaşıyoruz, resim 2 de kısa süreliğine vücuttan çıkıp 3 numarada ise ya ışığı görüyoruz, ya etrafta ne olup bittiğini…

Yeryüzünde on binlerce insanın gördükleri ve anlattıkları sonucu bu tablo ortaya çıkmıştır.

YA AŞK?

İşte Yaratılanın en büyük zaaflarından birisi… Aşk!

Önce bugünkü dünyada aşk nedir?

‘’ Evet var mı Ahmet beye talip çıkan? Bakın emekli maaşı varmış.. Uzun boylu, sadece 75 yaşında, çok iyi kalpliymiş’’

İnsanlık yerlerde sürünüyor.. Aşk bir ticaret haline gelmiş, hem de yanlış bir ticaret haline, çünkü kişi yanlış tanıtılıyor. Bu ticarette kişiliğinin hiçbir önemi olmayan zat bir mal gibi oraya buraya gagalanmaya çalışılıyor, fiziği ile elektrik alınıyor, bankadaki hesabıyla elektrik alınıyor, emekli maaşıyla elektrik alınıyor, eviyle barkıyla elektrik alınıyor, ama bunlar yoksa elektrik kontak yapıyor.

Bence gerçek aşk kutsaldır… Ölümsüzdür… Sınır bilmez.. Irk tanımaz… Maddiyat bilmez… Gerçek aşk verir, hem de kayıtsız şartsız… Aşık olduğu kişiden hesap sormaz, verdiği her şey karşılıksızdır…

Acaba gerçek aşk geçmiş hayatlarda zaten buluşmuş, bugünkü hayatta auraları birbirlerine uyum sağlayan iki ruhun beraber olmaları mıdır?

Gerçek aşk ruh ikizi ile gerçekleşir… Fizik ikinci planda kalır diye düşünüyorum. Ama tabii ki sosyal adaptasyon denilen bir olay mevcut. Bir ayağımız bütün bu spiritüel vakalara hakim olsun ama diğer ayağımız ise bugünkü dünyadaki yaşam şekline göre hareket etsin.

Bugünkü aşk anlayışı beni çileden çıkarıyor. Tamamen demesek de çoğu zaman fiziki olan ve adına aşk konulan bu beraberliklerin çoğu boşanmalarla sonuçlanıyor.

Üstelik benim tahminimce dünyanın en yakışıklı erkeği ile dünyanın en güzel kadını evlendikten sonra ne yüz güzelliği kalır ne de fizik güzelliği.. Dostluk kalır, anlayış kalır, ruh sevgisi kalır, seks kalır, ebedi arkadaşlık kalır..

Bugünkü ve geçmişteki dünyada bütün krallar, kraliçeler, zenginler, politikacıların evlatları, film yıldızları, hele dizi yıldızları, mankenler vs nedense hep ‘’büyük aşkla’’ evlenirler.. Gazeteler manşetler atarlar, televizyonlarda ilk haberlerde yer alırlar, halk coşkuyla alkışlar. Manşetleri okuduğunuzda büyük aşk büyük insanlara aittir diye düşünür bazı çeyrek hücreli beyinler… Bu insanlar hiç normal evlilik yapmazlar, istisnasız sanki hepsi büyük aşkı çok iyi tanıdıkları için mükemmel bir evlilik yaparlar.

Aşkı, meşki anlamayan biz garibanlar ise bu özel toplumun dışındayız.

Boşanma yüzdeliklerine gelince o ilk bahsettiklerimin büyük bir kısmı kısa bir süre sonra yaprak dökümü gibi patır patır dökülürken, bizler yani basit insanlar evliliklerimizi daha bilinçli ve mutluluk içinde devam ettiririz. Tabii ki bu mukayeseyi ilk yazdığım ‘’ özel çiftlere’’ göre yaptım.

Aşk aynı zamanda heyecandır. Hele hele yasak aşk.. Biz erkekler bu konuda sabıkalıyız. Bütün kıtalarda bu aynısıdır. Evleniriz, çocuk yaparız, bizimle beraber eşimiz çalışır, ama biz akşam eve geldiğimizde yayılırız. Eşimiz çocuklarla uğraşır, yemek yapar, bulaşık yıkar, ortalığı temizler, ertesi gün bütün ailenin giyeceklerini hazırlar..

Biz yayılmaya devam ederiz..

ABD deki arkadaşım bana erkeklerin çoğunun bir de karılarına ‘’ bana bira getiiir’’ diye bağırdıklarını defalarca söylemişti. Yine ABD de 1988 yılında bir magazinde kadınların orgazm olmalarını mucize olarak yazmıştı.

Sonra kadın artık yıpranmıştır, biz erkekler yatakta haşna fişne olmak isteriz.. Kadının otomatik olarak başı ağrır..

Kadına bir de hakaret ederiz. ‘’ Ulan kadın beş kuruş etmezsin, bu ne yahu?’’

Bana inanın 28 ülke gördüm, dört ülkede ikametim var, her yerde beş aşağı beş yukarı aynı sahneler.

Hayda yasak aşk peşine düşer garibim erkekler.. Oh ne güzel, evde nasıl olsa evi idare eden var.. Ne de olsa erkeğiz.. Gerisini size bırakıyorum..

He valla, böyle bir hayat varken kim düşünür nereden geldiğimizi? Nasıl geldiğimizi? Valla ben bunları neden yazıyorum ki?

Aramızda kalsın yukarıya gittiğimde Allah’a yalvaracağım, eğer beni bir daha buraya gönderecekse gelecek hayatta kadın olarak gelmeyeyim diye…  

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.