Bodrum Gündem

Seramiğin ruhunu okuyan adam; Yüksel Güner vefat etti

 

Yüksel Güner sessiz gülümseyen yüzü ile uzun zamandır tanıdığım bir sanatçı. Seramikle ilgili bir şeyler yaptığını biliyordum ama yaşam öyküsünü dinlediğimde bu işin çok derinlere kadar gittiğini anladım. Adeta öykü yazıyor seramiklerle.

İnsancıkları var kendine özgü.

Bir şeyler anlatıyor ama öyle sıradan şeyler değil.

Bildiğin devrimci insancıklar.

Gümüşlük’deki evinin tamamını seramik atölye ve müzesi haline getirdiğini gördüğümde çok şaşırdım. Müze diyorum özellikle. Görmediyseniz mutlaka görün…

Yüksel Bey’in evinde hem hayat öyküsünü hem de hayat felsefesini öğrenmek adına bir araya geldik. Yüksel Güner’in sanatçı yaşantısından önceki bölümün konuşalım. Önce sizi ve ailenizi tanıyalım…

Öncelikle “Hoş geldiniz. Bana hem onur, hem mutluluk verdiniz. Aramızda uzun senelerin bir dostluğu var.

1939 yılında İstanbul, Üsküdar Ömerli’de doğdum. Erzurumlu bir baba ile Artvinli bir annenin çocuğuyum. Yani hem dadaşım, hem de uşakım dolayısıyla ikisinin karışımı bir kişiliğim var. Babam orada öğretmendi. Doğduğum yeri yaşayamadan babam Üsküdar’a tayin olmuş. Salacak’taki Ayazma Camii’nin orada yaşadık. İlkokulu babamın öğretmenim olduğu Ayazma İlkokulu’nda okudum. Sonra Paşakapısı Ortaokulu ve Haydarpaşa Lisesi’ni bitirdim.

Bu arada hayatımın başlangıcında önemli yeri olan bir şey var. Abim 11 yaşında sokaklarda gazete, kitap vs. satarak bu işe meraklı olduğunu gösterdi. Sonra Üsküdar Milli Eğitim Müdürlüğü’nün yanında 16 metrelik bir yer kiraladı. Hem mektebe devam ederken, hem de o dükkânı çalıştırdı. O okula giderken sağ olsun annem dükkânı beklerdi…”

Çocukluk biraz sıkıntılı geçmiş anlaşılan…

“5 yaşındaydım, annem bana yeni bir giyecek yapmıştı. O beni çok mutlu kıldı Çünkü o çocukluk çağımızda öyle yeni bir şeyler almak yok, abinizinki küçülürse ancak onu giyersin. O kıyafetle dükkâna kadar gitmek istedim ve yola koyuldum. Abim beni görünce sevineceğini sandım ama o beni azarladı. Eve gidince de annem kızdı. Çünkü ondan da habersiz gitmiştim.  Bunun üzerine bana ‘Mademki dükkânın yolunu biliyorsun, abine yemek götür.’ denildi. Bütün yaz boyunca her öğlen ona yemek götürmeye başladım. Biraz büyüyünce ağabeyim ‘Sen artık öğleden sonraları burada bekle, ben denize gideyim.’ Demeye başladı. Evimiz denize yakındı. Sabah denize gidiyor, öğleden sonra da dükkânı beklemeye gidiyordum. O dükkânda çok tecrübe kazandım. Bir kere kitapçı dükkânı olması nedeniyle çok kitap okumak fırsatını buldum. Daha da önemlisi insanları çok ufak yaşta tanımaya başladım. İnsanların ne kadar garip, ne kadar iyi, ne kadar kötü oldukları, neler yapabileceklerini gördüm küçük yaşta…”

Ticareti sevdiniz demek…

“Evet sevmiştim ama bir ilan hayatımı değiştirdi. Liseye giderken ağabeyim ile kafamızda bu işi birlikte büyütmek fikri gelişmişti. O zaman ekonomi eğitim veren iki eğitim kurumu var, dolayısı ile benim iktisat veya yüksek ticaret okumam gerekiyordu.  İktisat Fakültesine girmek üzere,  evraklarımı tamamlamak için liseye gittim. Lakin oradaki panoda ‘Tatbiki Güzel Sanatlar açılıyor.’ diye bir ilan gördüm. O ‘Tatbiki’ kelimesi beni öylesine etkiledi ki ki bütün o kitapçılık birikimimi ve 16 metre karelik dükkanın, Kadıköy de büyük ve çok katlı kitapevlerine dönüşmüş olmasına rağmen beklentimi bir anda sildim ve kimseye sormadan 1957’de Tatbiki Güzel Sanatlar Seramik bölümü ne kaydımı yaptırdım…”

O güne kadar sanatla bir yakınlığınız veya alakanız var mıydı?

“Yoktu. Ama babam evdeki tamirat işlerini yapmayı çok severdi. Evdeki boya işlerini hep bana yaptırırdı. İlkokul yıllarında okulun tamirat işlerini de babam yapardı ve cumartesi-pazar günleri beni de yanında götürüyordu. Babam bizi hiç boş bırakmazdı. Orada bir mimarla beraber okulu boyuyoruz. Adamın nereden, nasıl dikkatini çektiyse ‘Oğlunuzda müthiş bir yetenek var.’ dedi. Fırçayı sürerken nasıl anladı bilmiyorum. Herhalde o yaştaki bir çocuğun normal bir boyacı gibi fırçayı kullanmasından bir şeyler algıladı ve babama söyledi. Ama kafamda sanatla ilgili hiçbir şey yoktu. Tatbiki Güzel Sanatlarda altı bölüm vardı, bir tanesi de seramikti. Kendi kendime diğerleri ile mukayese ettim ve dedim ki ‘Türkiye yeni kalkınan bir ülke. Yeni bir konuda orada başarılı olmam diğerlerinden daha kolay olur.’ Bu arada seramiği de sordum, bilenler çok az. Her bilen de başka bir şey söylüyordu…”

Çok ilginç bir seçim. Sanıyorum yine ticari düşünmüşsünüz?

“Aslında çok ticari değil. Hakikaten seramiği çok sevdim. Okul da şöyle; Türkiye’nin sanayileşmeye başladığı yıllar. Almanlarla her zaman ülke düzeyinde iş birliğimiz de var. Demişler ki ‘Siz sanayileşmeye başladınız. Bizim Bauhause diye bir felsefemiz var ve bunun eğitimini verem eğitim kurumlarımız var. Yani yapılan eşyanın yalnız fonksiyonel olmaması estetik olması da gerekir. Arzu edilirse bu konuda her türlü desteği sağlıyarak  Türkiye de de böyle bir eğitim kurumunu kurar ve de eğitici kadrosunu da yollarız, demeleri üzerine “ İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu” adı ile 1957 de eğitime açıldı. Bende ilk öğrencilerinden biri oldum.

Oraya gelenlerin hepsiyle kafa dengi olduk. 3-5 kişi hariç diğerleri hakikaten konuları çok sevdi.  Alman eğitimindeki hoca-öğrenci ilişkisi de Türkiye’den o kadar farklıydı ki . Çok neşeli verimli bir ortamdı. Okumanın cenneti orası idi. 1. sınıf öğrencisiyken kendime fırın yapmaya karar verdim…”

Yeriniz Beşiktaş’taydı sanırım…

“Evet. Şimdiki konservatuarın bulunduğu yerde. Bizim okul sonra Marmara Üniversitesi oldu, sonra Güzel sanatlar Fakültesi olarak Acıbadem’e taşındı. Ben hepsini Beşiktaş’ta okudum ve ilk mezunlarıyız. Orası daha bir sıcak geldi.  Marmara Üniversitesi klasik bir bina. Burası Dolmabahçe Sarayı’nın bir eki idi. Hakikaten çok mutlu olarak cumartesi, pazar, bayram, akşam okula herkesten erken gider herkesten geç çıkardım. Giderken elimde çamur olsa da kimse ayıplamasa biri şeyler yapsam, diye aklımdan geçerdi…”

Bu bir tutku…

“Doğru bir tutkuydu. Çok sevdim yani. Benim önceden böyle çamurla bir tanışıklığım da yoktu. 1. sınıfı bitiriyorum. O zaman Türkiye’de seramik malzemesi ve donatımı yok. Şimdi her şey var. Rezistans teli için o kadar çok bekledim ki inanmazsınız. Ama ona rağmen inat ettim. Gittim Haznedar Ateş Tuğlası Fabrikası’nda tuğlalarımı yaptım. Elbette okulum da aracı oldu. Ben seramik fırınımı yaptım, elektrik teli de bulduk. O zaman elektirik bulmak da çok zor. Neyse sonunda hepsini çözdüm. Ufak tefek hediyelik eşyalar yaptım, onlara İstiklal Caddesi’nde bazı mağazalarda müşteri de buldum. Sevdiler, beğendiler. Sonra kız kardeşim de yardımcı olmaya başladı bana. Seramiği oda çok sevdi. Daha sonra o da bizim okula girdi. Böylece iki kardeş epey bir harçlık kazanacak şeyler yapabildik. Kız kardeşim Güngör ise yurt dışında eğitimine deva etti ve Tatbikiye öğretim üyesi oldu. Profesörlüğünden sonra da emekli olana kadar Seramik Bölüm başkanlığını yürüttü.

Bense, 3. sınıftan 4. sınıfa geçtiğim zaman bir fırsat yakaladım. Yıldız Porselen Fabrikası eleman arıyordu. Abdülhamit zamanında sarayın bahçesinde kurulan Çini fabrikası kapanmış, sonra onu Sümerbank’a devretmişler. Biz iki arkadaş gittik. Bize ‘Kullanacağınız çamur ve sırların hangi hammaddelerden oluşacağının laboratuvarda araştırmasını yapmanız istiyoruz.’ dediler. Çok güzel işler yaptık orada. Yıldız Parkı’nın içinde çalışmak ayrı bir keyifti doğrusu. Okul açılınca da fabrikanın müdürüne gittim ve okula gitmem gerektiğini söyledim. Bana idare edip edemeyeceğimi sordu. İşi bırakmamamı, bayağı başarılı şeyler yapıldığını söyledi. ‘Sizin için sakıncası yoksa ben okulu idare ederim.’ dedim. Çünkü okulda herkes bana çok başarılı olduğumu söylüyordu. Okulun ilk sömestrsinde okula,  atölye dersleri değil de tarih, sanat tarihi, Türkçe ve ticaret bilgisi gibi derslerine gittim…”

Bir işi severek yapınca başarı da ardından geliyor. Mezun olduktan sonra da devam ettiniz mi orada?

“Mezuniyet öncesi sınavlar henüz başlamamışken bir telgraf geldi. Altında İbrahim Bodur imzası vardı, ‘Çanakkale Seramik Fabrikaları olarak Çan’da kuruluşumuz bitti, Faaliyete başlarken sizin gibi elemanlara ihtiyacım var. Sizin de başarılı bir öğrenci olduğunuz öğrendim, gelin görüşelim.’ diyordu…”

Direk olarak İbrahim Bodur’dan mı iş teklifi aldınız?

“Evet. Şimdiki öğrencilerle mukayese ediyorum, aylarca oraları buraları dolaşıyorlar, torpil buluyorlar falan ama iş yok. Doğrusu biz çok şanslıydık. O zamanlar bizler 100 kişi koşuyorsak, şimdi gençler 100.000 kişi ile birlikte koşuyor. Rekabet çok fazla artık. İbrahim beyden böyle bir teklif almak bu beni çok mutlu etti. Mezun olur olmaz hemen apar topar Çan’a gittim, ‘Sır Hazırlama ve Frit Bölümü’nün şefisin.’ dediler.

Biraz detay lütfen…

“Frit, sırça. Şöyle bir şey; Bir takım ergiticiler, çok büyük bir potada ergitiliyor. Orada camlaşıp ergiyip akmaya başlayınca soğuk suyun içine akıtılıyor. Orada onlar çatlayıp patlıyor. Onlar da öğütüldükten sonra sır yapılıyor. Sırın daha kaliteli olmasını sağlıyor ve çatlamasını engelliyor…”

İbrahim Bodur ile yakın mıydınız?

“Oldukça yakındım. İşe başladığımda bana lojman verdiler. Ama lojmana sadece uyumaya gidiyorum. Bir hafta kadar geçti. Gece saat 11.00 civarıydı. Ben çalışıyorum halâ. İbrahim Bodur İstanbul dan  geldi. Beni orada görünce önce çok şaşırdı ama belli ki çok da mutlu oldu. ‘Ne işin var senin, niye eve gitmedin?’ dedi. ‘Uyumaya gideceğim ama biraz daha işim var.’ deyince ‘Saat on bir olmuş sen niye bu saate kadar çalışıyorsun?’ diye sordu. ‘Çünkü fabrikayı daha çabuk tanımak istiyorum.’ dedim. Mest oldu. Aradan bir süre geçti, yine geldi, yine oradayım. Benim maaş bin 200 liraydı, bin 700 lira oldu. Özel sektörün özelliği bu tabii. Devlet sektöründe böyle pat diye bir şey yapılmaz. İbrahim Bodur çalışan insanı çok severdi. Bu nedenle diyaloğumuz her zaman çok iyi oldu. Ben başarılı oldukça Sn Bodur hep mutlu olurdu.

Eşinizle nasıl tanıştınız?

“Okulda tanıştık. Ben 3. sınıftayken eşim 1. sınıfa başlamıştı. Davranışları, kişiliği, mavi mavi güzel bakışları dikkatimi çekiyordu. Ayrıca aynı meslekten olacağımız da bizi birbirimize daha kolay yakınlaştıdı. Mutlu olacağımıza inandık ve sonunda da anlaştık…”

Evlilik askerden önce mi sonra mı oldu?

“1963’de askerken evlendik…” Türkan öğrenci iken nişanlandık. Ben Çanakkale de işe başlamıştım. Askerliğim sırasında Türkan mezun olur olmaz 1963 de evlendik. Terhis olunca  Çanakkale de birlikte çalışmaya başladık.

Eşiniz Türkan Hanım hangi bölümü okudu?

“O da seramik okudu. İki meslektaş olmamızın mutluluğumuzda önemli yeri olduğuna inanıyoruz.

Altı yıl sonra İbrahim Bodur’dan ayrıldınız. Neden? İbrahim bey nasıl karşıladı?

“Eczacıbaşı’ndaki fabrika müdürü sn Faruk İşman da benim teknik derslerin hocasıydı.  Kartal fabrikası da büyütülüyordu. Telefon etti ‘Seninle çalışmak istiyorum. Gelir misin?’ dedi. Çan’da çalışmaktan İstanbul’a gitmeyi öncelikle çocuklarımız için tercih edeceğimi söyledim.

Sn Bodur Ayrılma isteğimizi hoş karşılamamış olmasına rağmen, bizim kararlı olmamız karşısında fazlaca üstelemedi.

Eczacıbaşı’na nasıl geldiniz?

Sn Faruk İşman.”Ayrılırken Eczacıbaşı na gidiyorum deme.  İstanbul’da atölyemi kuruyorum diyerek  ayrıldığını bildirerek ayrıl,  Sonra da bize gel.’ dedi.  Lakin iyi ki gitmişim. Bodur’u da çok takdir ederim, çok severim, çok da hizmet etmekten keyif alıyordum. Sonuçta Çanakkale de ikimiz de çok  mutlu olarak çalıştık.

Eczacıbaşın da ilk, yeni kurulan fabrikanın  İşletme Şefi olarak başlayıp, eski ve yeni fabrikaların İşletme Müdürü, Fabrika Müdürü ve  Genel Müdür oldum. Sonra Bozüyük’te yeni fabrika kuruldu. Bir süre Kartal ve Bozöyük fabrikalarının birlikte Genel Müdürlüğünü sürdürdüm. Genel müdürlük sonrası Holding e geçerek Yapı gurubu başkan yardımcılığı görevimi emekli olana kadar sürdürdüm. Ardından iki yılda danışmanlık yaparak Eczacıbaşı ında ki 35 yıl süren iş hayatımı sonlandırdım.   İşe başladığımdan itibaren kuruluşa karşı olan saygım ve sevgim ile başarılı olmak için çok gayret gösterdim. Üst ve alt kademedeki tüm çalışanlar ile astlık üstlük gibi bir ilişki yerine devamlı dost ve arkadaşca ilişkilleri hep canlı tutmayı çok önemsedim. Fabrika müdürlüğü görevimi sürdürürken gelecek sorumluluklara aday olabilmem için bazı takviye eğitimlere gerek olabileceği görüşüm ile İstanbul Üniversitesi İşletme fakültesi 1970-71 dönemi İşletme İhtisası eğitimi programı eğitimini başarı ile tamamladım. Oldukça zor bir eğitimdi ama iş hayatımın başarısında çok katkılı olduğuna inandım.

İş hayatım sırasında Üniversite, Sanayi İş birliği  görüşüne hizmet verebilmek amacı ile firmamdan talep edilen destek için üstlerimin görevlendirmesi üzerine, İstanbul Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Seramik Meslek Yüksek Okulu Kuruluşu organizasyonu ve Seramik derslerine öğretim görevlisi, İst. Teknik Üniversitesi Metalurji Fakültesi Seramik dersi Öğretim Görevlisi, İst. Teknik Üniversitesi Mimalık Fakültesi Endüstriyel Tasarım bölümü Tasarım Proje derslerine Öğretim görevlisi olarak toplam olarak 14 yıl severek hizmet verdim . Bu arada Seramik konulu bir eğitim kitabı yazarak seramik eğitimlerine yararlı olmaya çalıştım.

Kaç çocuğunuz var?

İki tane. Biri 1966 doğumlu Özge kızımız , diğeri 1967 doğumlu Ilım kızımız

Onlar ne iş yapıyorlar?

“İkisi de iyi okudu. Onlara hep gurur duyuyoruz. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden Boğaziçi’ne gittiler. Biri işletme, diğeri iktisat okudu. Küçükten iki kız torun, büyükten de bir erkek torun var. O da 29 yaşında ve Amerika’da. Bizim gibi onlar da erken evlendi. Kızlarımın ikisi de emekli ama çalışıyorlar…”

Eşiniz de sizinle birlikte mi, yoksa başka yerlerde mi çalıştı?

“İlk evlendiğimiz yıllarda Çan’da laboratuarda çalışmaya başladı. İbrahim Bey’le bir dostluğum olunca, ona da ’Burada bir sanat atölyesi kuralım.’ dedik. ‘Sanayi, sanat atölyesini de içinde barındırmalı. Bu bir ilk olur, çok da saygın bir yer olur’ dedim. ‘Tamam, bakarız.’ falan derken Türkan fabrikanın imkânlarında bir şeyler yaptı ve misafirhaneye, yani Bodur’un geldiğinde kaldığı yerlere astı onları. Bodur onları görünce ‘Yapıyorum atölyeyi.’ dedi. Uzun süre bu atölyeyi yönetti. Sonra İstanbul’a gelince Türkan’ın kendi atölyesini kurduk…”

Siz sanayi, eşiniz de sanat dünyasında yer aldı öyle mi?

“Çok doğru. Çiftehavuzlar’da oturuyorduk. Orada bir ev bulduk. 60 metrekare de bir dükkânı var yanında. İkisi iç içe. Tam bizim istediğimiz şey. Yapılırken yardımcı oldum ama ben hiç yoğun işin içine girmedim. O orada dersler verdi, seramikler yaptı, birçok yerin duvarlarına 60 metre kareye kadar çeşitli boyutlarda mimari seramik panolar yaptı.  Emeklilik öncesinde Eczacıbaşı’ndaki arkadaşlarımızla Gümüşlük’te arsa aldık. Emekli olunca Bodrum’da yaşamaya atölyeyi de buraya taşımaya karar verdik. Burada hem seramik yapar, hem de emekliliği sürdürürüz diye düşündük. Nitekim öyle yaptık…”

Nejat Eczacıbaşı mı, Şakir Eczacıbaşı mı yoksa Bülent Eczacıbaşı mı sanata daha çok önem verirdi?

“Nejat Bey gerçekten Türkiye çizgisinin çok üzerinde. Aldığı kültür ve ailesi de İzmir’in önemli ailelerinden biri. Hem Türkiye’de, hem de Türkiye dışında çok iyi eğitim almış. Bir de çok dinamik bir insandı. ‘Muhakkak büyüyeceğiz, büyüyeceğiz yeni şeyler yapacağız.’ derdi.  Müthiş itici bir insandı, bütün kadroyu iterdi. Kendi karar vermezdi, kararı bize aldırtırdı. Birçok patronun asla yapmayı düşünmediği yapardı. İbrahim Bey ise her şeyin kararını kendisi verir. Mesela lojmanda kimin oturacağına bile o kararını verir. Gerçi onun iyi tarafları da var. Nejat Bey delege eden bir insan. Herkese sorumluluğunu veriyor, ‘Bütün sorumluluk senin. Ben hiçbir karara katılmıyorum. Eğer bir şey olursa ben ortada yokum. Her şey senin.’ diyordu…”

Bülent Bey de öyle mi yetişmiş?

“Bülent Bey de iyi eğitim almış bir insan. O da o anne-babanın bakış açısı ile büyümüş muhakkak ama aynı karakterler mi derseniz, tam değil. Mesela Bülent Bey’den sonra Eczacıbaşı grubunun o büyüme hızında biraz yavaşladı. Hatta biraz küçüldü diyebilirim…”

Şakir Eczacıbaşı?

“Şakir Bey ilaç fabrikasından hep ağabeyinin yanında çalışmış. Ağabeyi işten biraz geri çekildikten ve holding kurulduktan sonra holdingin başkanı Nejat bey olsa da Şakir bey de onun en önemli yardımcısıydı. Şakir Bey gençliğinden beri sanatla uğraşan ve hakikaten çok dolu bir insan. Bir insanın bu kadar dolu olmasını ben onda gördüm. Hangi konuyu açarsanız açın bütün detaylarıyla size anlatabilirdi. Sanatçıları müthiş desteklemiştir. Türkiye’de sanat çok iyi yerlerde mi, hayır. Her şeye karşın Nejat ve Şakir Beyler sanatın biraz daha yukarılara taşınması için çok çaba sarf etmişlerdir. Çok etkindiler. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nı kurdular. Bu bile başlı başına çok büyük bir şey. Bütün bir yaz boyu İstanbul’da neler yapılıyor. Nejat Bey zorlamasaydı, belki yine yapılırdı ama daha uzun seneleri bulurdu. Hiç kimse o ilişkileri o düzeyde yapamazdı. Nejat Bey dünya çapında bir insan ve bütün ilişkileri kuruyordu…”

Bodrum’a geliş 2000 yılı değil mi?

“Bodrum’a ilk gelişimiz 1968 ama turist olarak. Eczacıbaşı’ndan 9 arkadaş 1990’da arsa aldık, müteahhit kat karşılığı 21 ev yaptı ve hepimiz birer ev sahibi olduk burada…”

Siz burayı nereden buldunuz? 1990’da buralar boştu.

“Doğru söylüyorsunuz. Buralarda hiç kimse yoktu. Göz ufkunda bir ev vardı, bir tarih profesörü bir Fransız kadınla evlenmiş ve ‘Ben vahşi bir yerde yaşamak istiyorum.’ demiş. O zaman yol yok, develerle falan taşınmışlar. Bir de şurada bir restoran yapılmış ama çalışmıyor. Bir de buralara yakın bir yerde tarihi bir kalıntı gördük. Meğer tarihi kalıntı değil, Gümsan inşaata başlamış, üç tane temel atmış ama gerisini yapmamış. Sonra orada otururken Koç’un Koza inşaat firmasının genel müdür yardımcısı olan arkadaşımdan bir telefon geldi. ‘Biz Koza olarak Gümsan Kooperatifi olarak anlaştık. Çok büyük arsaları var % 75’ini biz alıyoruz % 25’ine ev yapacağız. Oralar çok değerlenecek. Bilginiz olsun, orada arsa arayın.’ dedi. Gümsan her yeri kapamış bir tek burası kalmış. Burası da Faik Karakaya’nındı. Gümüşlük’ün ağası. Kasketiyle, kösteğiyle, pantolonuyla, konuşmasıyla, vakarıyla, sesinin tonuyla falan müthiş bir ağaydı. Ama burnu havada, ‘Ben orayı satmam. İlle istiyorsanız şu fiyata olur.’ dedi. Yani rayicin çok üzerinde bir fiyat söyledi. Koç gelecek ya, o ne derse desin biz kabul edeceğiz. Üç arkadaş aldık arsayı ve bizim arkadaşlarımızın kurduğu bir kooperatife devrettik. Evler bir senede bitti, biz bitirdiğimiz zaman daha hala hiçbir şey yoktu burada. Emekli olunca buraya geldik ve devamlı oturmaya başladık…”

O ev duruyor mu?

“Duruyor. Orada güzel bir sitedir orada da güzel insanlar var. Ben yaşantımı hep en iyileri ile yaşadım.  Ailem, eğitimim hele Tatbiki Güzel Sanatlar çok iyi idi, iş yerlerinde mutlu ve başarılı oldum. Bütün bunların üzerine emeklilik yaşantım da hepsinden daha güzel oldu. Hem atölyem var çalışıyorum, hem de şehirle, pislikle alakası olmayan, bol oksijen, yeşillik, deniz olan, iyi insanların bulunduğu bir doğa harikasının içindeyim. Çünkü böyle bir doğada insanlar iyi oluyor…”

İyimser oluyor.

“ Çok doğru iyimser de oluyor. Birbiriyle daha iyi diyalog kurabiliyor. İstanbul’a gittiğimiz zaman kaçıyorum vallahi. Çünkü dişler çıkmış, tırnaklar uzamış böyle insanlar stres yüklüyor, negatif elektrik. Arabaların egzozu, 30-40 katlı binalar. İyi ki Bodrum’a gelmişim, çok mutluyum…”

Atölyeyi burada kurduğunuzda fırın da yaptınız.

“İstanbul’da kurduğumuz atölyeyi söküp buraya taşıdık. Parçaları burada birleştirdik, içini yine ben yaptım. Burada ticari bir hüviyetimiz olmamasını istedik. Adam çalıştırmak, sigorta, devletle işimiz olmasın, tek parça, özgür, sanatsal. Bu da beni çok mutlu etti. Çünkü tekrar bir iş hayatına girmek istemedim. Şimdi keyifle yapıyorum. Bir sıkıntımız var o da yer. Her yerimiz doldu taştı. Bu nedenle de eşim artık seramik yapmıyor…”

Satıyor musunuz?

“Devede kulak. Burayı boşaltacak bir satış değil. O nedenle bizim hızımız kesiliyor. Ben isterim ki hep yapayım. Ama fiziki açıdan mümkün değil. Nereye koyacağım. Sanatsal, güzel şeyler yapıyoruz ama müşteri bulma yönünde ben biraz zayıfım. Yapmaktan çok mutlu oluyorum, beceriyorum, eşim de öyle ama satış bambaşka bir karakter. Dolayısıyla oradan kaybediyoruz…”

Kaybetmek mi, kazanmak mı onu düşünmek lazım.

“Tabi. Eğer üstüme binerse pişman oluyorum. ‘Aman üç tane, 5 tane daha. Çabuk atölyeye gir’ deyip sıkmayacak. Yaptıklarımı almak isteyen olursa ne ala. Mesela şu sergi için Mazhar Vardar Bey sağ olsun ‘Ben senden bu yıl sergi istiyorum’ dedi. Aklımda yoktu aslında. Bir tek depremde dışarıda bir pano vardı o düştü, onu yapacaktım. Sergiyi de üç ay önce söyledi. Üç ayda sergi hazırlamak için deli olmak lazım. Seramik öyle yağlı boya gibi değil, mümkün değil yetişmez. Çamuru hazırlayacaksın, şekillendireceksin, kurutacaksın, fırınlayacaksın, çıkartıp sırlayacaksın bir daha fırınlayacaksın, araştıracaksın yeni bir şey yapacaksın. Aynı şeyi yapamazsın ki. Dolayısıyla yetiştirdim ama çok yoruldum. 100 tane eser götürdüm ve getirdim. Hepsi kırılgan şeyler. Hepsini özel bir şekilde paketleyip götürüp, getirmek çok zor bir şey. Bu tarafı rahatsız ediyor ama öbür taraftan da çok bir özel zevk alıyorum…”

Başka sergiler de açtınız mı?

“Siz gelmeden önce saydım bir çoğu eşim Türkan ın da katıldığı 43 tane karma sergiye katılmışız.”

Oldukça iyi bir sayı…

“Bununla beraber yine bir kısmı eşim Tütkanla beraberol 22 tane de kişisel sergi yaptım. Bir kısmı yurt dışı, bir kısmı İstanbul, İzmir, Ankara ama kişisel sergilerin hemen hemen hepsi burada. Çünkü bu kadar şeyi buradan oraya buraya götürmek istemiyorum. Özellikle BodrumArt’ın yöneticisi olduğum sürece her yıl iki karma sergi yaptık. Hepsine de eşimle birlikte katıldık…”

Bodrum’da sanat konusunda elini taşın altına sokanlardansınız.

“Çok şükür oda beni çok mutlu ediyor…” Atölyemiz ve yaklaşık irili ufaklı 700 yapıtımız la  müze galerimiz, tüm ilgililerin 24 saat 365 gün (telefon etmek kaydı ile) ziyaretlerine açıktır. Tel : 0532 3228939

BodrumArt’tan bahsedelim biraz da.

“Önce Gümüşlük Çevre Koruma Derneği Başkanı oldum. O zaman Gümüşlük’e bir takım katkılar sağlayabilmek için uğraştım. Sonra Sn.Zerrin Hn. Öncülüğünde  Bodrum Sanat ve Kültür Derneği kurulunca ona üye oldum. Aynı dönem yönetim kurulunda da görev aldım. Sonra Çiğdem Damar ve Cenap Tezer başkanlığında başkan yardımcısı idim.  ayrılınca, beni başkan seçtiler ve 8 sene başkanlık yaptım. Kalkınması gereken bütün ülkelerde muhakkak sivil toplum örgütlerinin çok önemsenmesi ve herkesin oraya hem kayıt olmasını hem de aktif olmasını düşünürüm. Bu benim görevimdi ve yaptım. Artık başkan değilim ama üyeliğim devam ediyor. Artık başkanlık yapmayacağım, yeter. Belli bir yaşa geldim, daha gençler daha enerjik insanlar, başka birileri de yapsın istedim. Yapıyorlar, yapılmayacak bir şey yok. Yeter ki heyecanını duy. Sanayide çalıştığım sürede de bütün sanayinin kurduğu sivil toplum örgütlerinin hepsini ben kurdum ve görev aldım. O özellik bana babamdan geçti. Babam da öyleydi. O zaman Muallimler Birliği vardı, onun kurucularından ve yöneticilerindendi. Ona yardım ederdim, demek ki oradan kanıma girmiş. Ben de burada yapabildiğim kadar yaptım…”

Eserlerinizde farklı farklı şeyler var…

“Bodrum’a ilk geldiğimde ne yapayım diye düşündüğümde, dekoratif unsurlu şeyler yapmaya karar verdim. Neydi onlar? Türk motifleriydi, horozdu, laleydi, karanfildi. Hiçbir tanesini bir yerden kopya etmedim, kendim tasarlayarak yaptığım dekoratif konuları işledim bir süre. Sonra bir yerde doyuyorsun, bir de aynı şeyler yapma diyor insan kendi kendine. Kendime has bir şey olması lazım. Benim görmediğim ama görenlerin benim olduğunu anlayacağı ve beni mutlu edecek bir konu seçmem, bulmam lazım dedim. Bir anda olmuyor, çok düşündüm. Sonuçta bu beyaz insancıklar çıktı. Sosyolojisi, felsefesi, esprisi, kritiği, gönderisi, bir yapısı olan bu adamcıklar. Hepsi beden dili ile konuşur, hiç birinin mimikleri yoktur. Bunların hepsi birer heykeldir. Şimdiye kadar 10.000 tane falan yaptığım tahmin ediyorum. Buradan gidenler olduğu gibi burada da dünya kadar adam var. Hiçbir espriyi başkasından almadım, kendim yaratmaya çalıştım. Birinden kopya çekmedim. Herkes gördüğü zaman ‘Aaa bu Yüksel’in yaptığı seramik parçalar.’ dedirtiyor şimdilik. Ne zaman biter bilmiyorum, şimdilik devam ediyorum…”

Türkan Hanım’ın kendine göre bir tarzı var mı?

“O benden çok daha fazla detaycıdır. Çok elle oynanan şeyler yapıyor. Şu iki tane baykuş, ikimizin hiç benzer yönü yok. Onunkiler çok detaylı…”

Eşinizin eserleri sanki biraz daha üç boyutlu sanki.

“Bir kere çok el işçiliği var. Felsefelerimiz çok farklı.

Sanatçı, lakin sanayiden gelen bir sanatçı olarak gençler ne mesaj verirsiniz?

“Ben Türk Seramik Derneği’ni kurdum. Tabanı biraz geniş tuttum. Endüstri de olacak, sanat ta olacak ve bunun eğitimi verenler de olacak. Büyük bir şans, ben her üçünü de yaptım. Endüstri, sanat ve eğitim olarak da üniversitelerde 14 sene seramik ve tasarım dersi verdim. Tabi bu işimi engellemeyecek şekilde, hafta belli saatlerde giderek yaptığım bir şeydi. Gençlere bildiklerinizi aktarmak çok büyük bir keyif. Angarya diye kabul etmezseniz eğiticilik müthiş bir şey. O da babamdan geçmiş bana. Türkiye’de eğitim kalitesi çok bozuldu. Çünkü eğitici yetiştirmeden birçok üniversite açıldı. Apartman dairesinde bile üniversite kuruldu. Böyle olunca eğitimin kalitesi maalesef düşüyor. Düşük kaliteli bir eğitimden çok becerikli insanlar piyasaya sürülmesi mümkün değil. Müthiş bir eğitim ordusunu yurt dışına kaçırıyoruz. Çünkü liyakat hala yok. Dolayısıyla adam ‘Türkiye’de benim istediğim atmosferde çalışacak yer yok.’ diyor. Bana göre çok yazık ediyoruz. Giderek eğitim almamış mezunlar doluyor etraf. O zaman mutlu da olamıyorlar, o çok basit işte bile başarılı olamıyorlar. Oysa işini seven insanın bir şeyden başlaması, oradan tırmanması kendi elinde. Benim gençliğimde hepimizin önünde müthiş hedefler vardı ve biz ülkemizi çok severek o hedeflere hizmet etmek için gece-gündüz çalıştık. Ama angarya olarak kabul etmedik çalışmayı, çok mutlu olarak, çok severek, kendi işimiz gibi çalıştık. Türkiye’nin şimdi öyle bir dinamizmi yok…”

Yüksel Güner ve sevgili eşi Türkan Güner güleryüzleri ve tatlı sohbetleri ile adeta mutluluk saçan bir çift. Eserlerinin her biri geleceğe köprü olabilecek kadar değerli ve çok özel mesajlar içeriyor.

Türkan Güner bu söyleşinin sonunda çok özel ama çok özel bir eserini bana hediye etti. Elleri ile üç boyut kazandırmış, seramiği adeta oya gibi işlenmiş bir baykuş figürü.

Ömrümce saklayacağım çok değerli bir eser…

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

  1. Ayhan ÖZİNCE dedi ki:

    Sevgili Yüksel Güneri Eczacıbaşı Seramik ten tanıyorum… Yaşam öyküsünü böyle ayrıntılı okumaktan çok mutlu oldum… Çok sevdiğimiz çok saygıdeğer bir insandı…
    Büyük bir kayıp… Rahmetler diliyorum…Yolu ışık olsun…