Bodrum Gündem

Can Pulak’a Onur Ödülü ve Morgda çekilen fotoğraf

Yıl 1977

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi 2. sınıf öğrencisiyim.

Anadolu Ajans’ta staj yaptıktan sonra, Günaydın Gazetesi’nde gece muhabiri olarak çalışmaya başladım.

Böylece, Ankara’nın Babıali’si, Ankaralı Gazetecilerin doğum yeri Rüzgarlı Sokak’la tanıştım.

Günaydın Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Can Pulak’tı. İlk kez bir Ankara Temsilcisi ile çalışacaktım.

Her akşam, haber merkezi boşalırken, saat tam 18.00’de gazeteye gelirdim. Gece boyunca gazetenin istihbaratı bana emanet edildiği için, İstihbarat Şefi Rahmetli Orhan Yılmaz’ın masasına “gururla” otururdum.

Haldun Simavi’ye ait Günaydın Gazetesi, Rüzgarlı Sokağa açılan Agah Efendi Çıkmazı üzerinde bir binanın 2. katındaki mütevazi bir daireye sıkışmıştı.

Bugünkü modern gazete büroları gibi değildi.

Gazeteyi 1 milyon tiraja ulaştıran çalışanların ortamı, mütevazi değil, içler acısıydı.

Ankara Temsilcisi Can Pulak, odasının yarısını İdari Temsilci Yalçın Güzeltürk’le paylaşırdı. Zaten “bakla” kadar olan oda, camla ortadan ikiye bölününce iyice küçülmüştü. Can Pulak konuklarını VİP salonlarında değil, sadece iki koltuğun sığdığı bu küçücük sözde “makam” odasında ağırlardı.

Yazı İşleri ile Temsilci odasının arasına sıkışan küçük bir salon haber merkezi olarak kullanoloyordu. İstihbarat şefi Orhan Yılmaz dahil, polis-adliye, belediye, siyasi parti, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı ve parlamento muhabirleri yani tüm muhabirler bu mekanı paylaşırdı.

İstihbaratın tam karşısındaki camlı bölmede, reklam ve idarede görevli arkadaşlar, onların yanındaki salonda ise pikaj-montaj servisi sabaha kadar çalışırdı.

Karanlık odayı görseydiniz, gözleriniz yaşarırdı.

Banyo veya tuvaletten bozulan bu bölüme iki kişi sığmazdı. Bir köşede duran Agrandizör, fotoğraf basımında kullanılan solüsyonların konulduğu iki küçük plastik kap, ile kuruması için mandalla iplere asılan yıkanmış filmler dekoru tamamlıyordu.

Film sarmak beceri isterdi

Almanya’dan ithal edilen metrelerce uzunluğundaki film rulolarını karanlık odada, 36 karelik kartuşlara sarardık.

Bu, zifiri karanlıkta, sadece el beceresi gerektiren bir işti. Karanlıkta, elimize aldığımız boş film kartuşlarının kapağını çıkardıktan sonra, filmi itinayla sarar, kartuşun kapağı kapatırdık. Bazen kapağı kapattığımızı zanneder, ışığı yakınca filmi de yakardık

Renkli ve siyah beyaz filmler yurt dışında alındığı için harcamalarda da özen gösterirdik. Aslında yönetim tarafından getirilen bir mecburiyetti.

Çektiğimiz her film karesinin hesabını verirdik. Kaç kare çektiğimizi yazar ve hesabını da verirdik. Takip ettiğimiz olaylarda fotoğraf çekerken cimri davranır önemli karelere deklanşör basardık.

Gece muhabirliği

Her akşam saat 18.00’de gece mesaisine başlarken, şefin masasının sol tarafındaki polis telsizinin kulaklığını takar, gece boyunca kanalları değiştirerek asayiş ve gece kulüplerini basın ahlak polisinin, “şifreli konuşmaları “çözmeye çalışırdım. Bazen gece boyunca kulaklığı çıkarmadığım olurdu.

Aslında telsiz dinlemek yasaktı. Oturduğum yerden giriş kapısını görebildiğim için, polis geldiği anda, sesini kapatarak, telsizi masanın altına saklardım.

 Yan tarafımdaki Can Pulak’ın odasının ışıkları geç saatlere kadar yanardı. Gitmeden önce de istihbarat servisine gelerek, “bir şey var mı” diye sorardı. Daha sonra yazı işlerine ve pikaj-montaj servisine girerek “iyi akşamlar” derdi.

Gazeteden çıkardı ancak eve gitmezdi. Gece boyunca haber peşinde, gazetecilik yapardı…

Menderes’in vefatı

Tarih, 1 Mart 1978.

Darbeciler tarafından idam edilen Başbakan Adnan Menderes’in oğlu Mutlu Menderes, Ulus, Çankırı Caddesindeki trafik kazasında hayatını kaybetmişti.

Can Pulak’la birlikte Anadolu Kulüp’teki bir resepsiyon sırasında haberi aldık.

Bana, “fırla” dedi.

Çankırı Caddesi’ne gittiğimde Mutlu Menderes’in cenazesi olay yerinden alınmış, A.Ü Tıp Fakültesi Hastanesi’nin morguna kaldırılmıştı.

Can Pulak’a haber verdim. “Bir fotoğrafını almaya çalışalım” dedi.

Uzun yıllar sürecek Gazetecilik mesleğine yeni başlamıştım. “Mutlu beyin fotoğrafını bulamadım” demek, benim için iyi bir başlangıç olmazdı.

Aksine, o fotoğrafı bulup getirmem lazımdı. Ertesi gün en yakın rakibimiz Hürriyet Gazetesi’nde benim bulamadığım fotoğrafı görmek, hoş olmazdı.

Gazetecilik deyimiyle, “Atlamış” durumuna düşerdim. Ki, gazetecilik yaşantım boyunca “atlatılmayı” hiç sevemedim.

Bütün çabalarıma rağmen, çok fazla atlatıldığımı itiraf etmeliyim.

Gece akıp gidiyor, gazetenin şehir baskı saati yaklaşıyordu. Çabuk hareket etmeliydim ve Mutlu Menderes’in fotoğrafını bulmalıydım.

Dişçi İsmail

Menderes’in cenazesinin kaldırıldığı Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne gittim. Kapıdaki “Dişçi İsmail’i” tanırdım. Neden “dişçi” denilmişti, bilmiyorum. Babamın arkadaşıydı. Hastanedeki Morgun anahtarı da onda dururdu.

Dişçi İsmail’den yalvar yakar morgun anahtarını aldım. Hastanenin arka tarafında, gözlerden uzak, ıssız, karanlık bir köşedeki, ürkütücü morgun önüne geldim. Morgun kapısının üzerinde yanan amperi düşük tek lambanın ışığı beni daha da korkutuyordu.

Elimdeki anahtarı, kilide sokarak açtığım kapıdan çıkan ses ve içerinin karanlığı vazgeçmem için önemli nedenlerdi.

Ama, buraya gelmişken bu fotoğrafı çekmeliydim. Can Pulak gözümün önünden geçti. O’na “fotoğrafı bulamadım” demek istemiyordum.

Çünkü, aynı gün göreve başladığım iki gazeteci arkadaşıma “gazetecilik sizin işiniz değil siz başka meslek arayın” demişti.

Ben de aynı sözleri duymak ve gazetecilikten vazgeçmek istemiyordum. Belki, bu fotoğraf benim gazetedeki yerimi ve Can beyin kafasındaki imajımı sağlamlaştırabilirdi.

Morgda çekilen fotoğraf

Bunları düşünürken, morgun ışığını açtım. Girişteki salonun bana göre sol tarafında, imamının masa ve sandalyesi vardı.

Cenazelerin yıkandığı musalla taşlarının yanından geçerek buzdolaplarının bulunduğu odaya girdim. Buzdolaplarındaki çekmeceleri tek tek çekerek Mutlu Menderes’in cenazesini aramaya başladım.

Cenazelerin ayak ucundaki isimlikleri okuyarak, Menderes’in cenazesine ulaştım.

Ancak cenaze, fotoğraf makinesinin havaya kaldırılarak bile fotoğrafının çekilemeyeceği bir yükseklikteydi.

Alttaki çekmecelerin üzerine basarak Menderes’in yattığı çekmeceye ulaştım. Çekmecenin üzerinde iki ayağımı açarak önce Menderes’in üzerindeki kefeni kaldırdım. Mutlu Menderes’in solgun yüzünü gördüm. Omuzlarına kadar kefeni açtım.

Artık hiçbir şey düşünemiyordum. Robot gibiydim. Sadece fotoğrafa odaklanmıştım. Makinenin deklanşörüne kaç defa bastığımı hatırlamıyorum.

İşim bittiğinde, Menderes’in yüzünü örttüm. Çekmecenin üzerinden indim. Ardından buzdolabının çekmecelerini tek tek kapattım ve morgdan çıktım.

Karanlıkta yürümeye başladım.

Hastanenin kapıcısı Dişçi İsmail’e morgun anahtarlarını verdim. İsmail efendi, bir anahtarlara bir de yüzüme bakarak, “ne oldu sana böyle?” diye sordu.

“Niye, ne var ki” diye soruyla karşılık verdim. Dişçi İsmail, “Yüzün bembeyaz, cenaze gibisin” dedi…

Saatler gece yarısını geçiyordu. Gazetenin baskıya girmesine az bir süre kalmıştı. Aceleyle büroya döndüm. Can Pulak gazeteydi. “Ne oldu” diye sordu. Fotoğrafı çektiğimi söyleyerek karanlık odaya girdim.

Filmi yıkadım, iki veya üç kareyi karta bastım. Kurutup Can beye götürdüm.

Çok beğenmişti.

Henüz, fotoğrafı nasıl çektiğimiz hikayesini anlatmamıştım. Ama Can bey, buzdolabının çekmecesinde yatan fotoğrafın morgda çekildiğini anlamıştı.

“Hemen yazı işlerine götür” dedi.

Rahmetli Metin Gören veya Serdar Sayınalp, Mutlu Menderes’in fotoğrafının sayfadaki yerini hazırlamıştı.

Kısa sürede sayfaya konuldu. Sayfanın filmi çekildi ve pikaj-montajdaki arkadaşlarım sayfaya yerleştirdikten sonra gazete baskıya gitti.

Sabah oluyor

Günaydın Gazetesi o tarihte Son Havadis matbaasında basılıyordu. Sabaha karşı saat 03.00 sıralarında emeğimin karşılığını görmek için matbaaya gittim.

Rotatif makinelerden ilk çıkan gazetelerden birini elime aldım. Uzun, uzun gazetenin manşetindeki Mutlu Menderes’in fotoğrafına baktım.

Günaydın okuyucuları Mutlu Menderes’e sadece bir fotoğraf olarak bakacaklar belki haberi de okuyacaklardı.

Mutlu Menderes’e. Fotoğrafın nasıl çekildiğinden ise haberleri bile olmayacaktı.

Olsun,

İşte bunun adı Gazetecilikti.

Tarih 10 Ocak 2024 Çarşamba.

Dün, Gazeteciler Cemiyeti “Gazeteci olunmaz, Gazeteci doğulur” diyen Can Pulak’a Onur Ödülü verdi. Ekranda Gazetecilik yaşantısı, fotoğraflarla  anlatılıyordu. Can Pulak’ın kurduğu “efsane gazeteci ekibinin” arasında benim ismimi de anons etmeleri hoşuma gitti. Böyle bir ekiple çalışmış olmam benim için de büyük bir onurdu.

Can ağabeyi kutluyorum. O’nu bu ödüle layık gören Gazeteciler Cemiyeti’ni de kutluyorum.

 

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.