Bodrum Gündem

Türk Halk Müziğinin önemli isimlerinden Şakir Öner Günhan vefat etti

Türk Halk Müziğinin önemli isimlerinden Şakir Öner Günhan vefat etti

Türk Halk Müziğinin önemli isimlerinden Şakir Öner Günhan vefat etti. Günhan’ın cenazesi 14 Nisan 2024 Pazar günü öğle namazını müteakip Bitez Camii’nden (Adliye Binası karşısı) cenazesi kaldırılacak.

Bodrum Gündem Haber

Şakir Öner Günhan ile BG Derginin 18. Sayısı için yaptığımız güzel söyleşiyi siz değerli okurlarımız ile paylaşıyoruz…

“Öncelikle merhaba. Yozgatlı bir baba, Erzurumlu bir anneden 1942 yılında Mudanya’da dünyaya geliyorum. Babamın memuriyeti gereği neredeyse bütün okullarımı değişik vilayetlerde okuyorum. Benim için enteresan. Mardin ilkokula başladığım bir yöre. Daha sonra Ege’ye geliyoruz, Manisa’da uzun yıllar kalıyoruz. Ortaokulumu Mersin’de okuyorum ve nihayet dönüp dolaşıp sonunda Ankara’ya geliyoruz. Ankara Kurtuluş Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi İktisat Bölümünden mezun oluyorum. Bunun yanı sıra Gazi Eğitim Beden Eğitimi Bölümünü ve Ankara Devlet Konservatuarı Şan Bölümünü de bitirdim…

Sadece bitirmekle kalmadım, bu okulları okurken okulun en faal talebelerinden biriydim de. Nasıl faal? Mesela, şiir günleri, müsamereler, münazaralar, liselerarası bilgi yarışmaları düzenlerdik. Bu faaliyetlerin elebaşı her daim bendim. Folklara da ilkokulda başladım…”

Babamın Yozgatlı oluşu ve halk müziğine merakı birinci etken. Diğer taraftan annem lise mezunuydu ve çok güzel ud çalardı. Tabii ki ilgi ve kabiliyet aileden bana sirayet etmiş. O yıllarda, yani ilkokul sıralarında her çocuk gibi bana da mandolin alındı. Müziğe öyle başladım ama ağabeyim pek mandolin yanlısı değildi. Ağabeyim daha farklıydı, ilgi alanları da farklıydı. O yargıç oldu.

 

Babanız ne iş yapardı?

“Babam savcıydı. Anadolu’nun değişik yörelerinde cezaevlerinden sorumlu savcı olarak görev yaptı. Bundan dolayı benim cezaevi ortamına giriş-çıkışlarım serbestti. Bu nedenle mahkumlarla da dostluklar kurmuşumdur. Bilirsiniz çok klasik bir şeydir; hapishanelerde çoğunlukla bağlama çalınır. Zaten mandolin çalıyordum, bağlama çalmayı da mahkumlardan cezaevinde öğrendim. Mahkumların bağlama çalışlarını pür dikkat izler, akşam lojmana geldiğimde de öğrendiklerimi bağlamayla hemen çalardım. Annem de babam da çok şaşırırlardı. ‘Sen bunu nereden öğrendin?’ diye sorarlardı. Herhalde doğuştan gelen bir kaabiliyet olsa gerek. Derken bu halk oyunları ile başladığım serüven, halk türkülerine dönüştü. Zaten bildiğiniz gibi folklor ‘Halk bilimi’ anlamına gelir. Bunun içine sadece halk oyunu değil, türkülerimiz, meydan oyunları, kapalı saha oyunları, açık saha oyunları da girer. Ben de hemen hemen hepsini yaptım dersem hiç yalan söylemiş olmam…”

Profesyonelliğe adım adım…

“Çok doğru, her şey adım adım. Efendim zaman geldi geçti ve yıl 1966 olduğunda Türkiye Radyoları, Türkiye çapında sanatçı alma gayesiyle bir ilan yayınlamış. Bu ilanı ben duymadım. Bir gün lisede müzik öğretmenim Nermin Ödemiş beni yanına çağırdı. Kendisini saygı ile yad ediyorum. Dedi ki; ‘Bu dilekçeyi al, radyoya götür.’ Ankara Kurtuluş Lisesi Sıhhiye’ye çok yakındır. Aradan Sıhhiye’ye çıktıktan 200 metre sonra Ankara Radyosu. Ben dilekçeyi aldım bu ruh halimle doğru radyoya. Radyoya girdim, bir müracaat masası kurulmuş, dilekçeyi oraya uzattım. Hanımefendi dilekçeyi aldı, açtı, şöyle bir baktı ‘Şakir Öner Günhan siz misiniz?’ dedi. ‘Evet…’ dedim, şaşırdım. ‘İmzanızı atın lütfen…’ dedi. Müzik öğretmenim radyoda sınava girebilmem için benim adıma dilekçe yazmış. Benim haberim de orada oldu. İmzamı attım, verdim ve bir gün saptandı. O gün sınavlar başladı. Hatırladığım kadarıyla sadece Ankara Radyosuna 4 bin küsur kişi müracaat etmişti. Sene 1966 aylardan Mayıs. Neyse girdik sınavlara, hiç unutmam sınavda söylediğim türkü bir Kilis türküsüydü. Çok kalabalık bir jüri topluluğu var. Daha ‘Harman yeri sürseler’ dedim, bir hanım jüriden kalktı ve ‘Bir dakika bir dakika, sizin adınız ne?’ dedi…”

O günlere gittim, duygulandım. Çok özür diliyorum.. Neyse hanımefendiye cevap verdim; ‘Şakir Öner Günhan efendim…’ dedim. ‘Çok teşekkür ederiz, çıkabilirsin…’ dedi. ‘Eyvah…’ dedim. Tepemden aşağı nasıl kaynar su döküldü. ‘Bana bu kadar kısa söylettiklerine göre olmadı.’ dedim. Bir süre geçti radyonun kapısına listeler asıldı. Baktım ‘1- Şakir Öner Günhan’ yazmaktaydı. Çok sevindim. Lakin her şey bitmemişti daha, çünkü imtihanın tekrarı vardı. İlk imtihanda belli bir grup elendi, kalan grubun tekrar dinlenmesi lazım. Tekrar sınava gittiğimde daha başka bir şey söylemeyi düşündüm. Ama sınavda o hanımefendi kalktı ve ‘Sizin adınız neydi?’ dedi. Adımı söyledim, ‘Siz bir türkü söylemiştiniz, yine onu söyler misiniz?’ dedi. Yine demoralize oldum. ‘Peki…’ dedim ve söylemeye başladım. Yine ‘Harman yeri sürseler’ dedim, o hanımefendi yine ayağa kalktı ‘Yeterli. Çok teşekkür ediyorum, çıkabilirsiniz…’ dedi. Bu defa biraz daha az üzüntülüyüm. Çünkü birincisinde o kadar okuduğum halde kazandım ya dedim ki ‘Herhalde bunda da vardır bir hikmet…’ Arayı atlayarak geçeyim, yıllar yıllar sonra biz de o jüride üye olduk. O zaman anladım ki eğer sesinizde bir şey varsa iki kelime, bir satır yetiyor, artıyor bile. Sonra biz de sınavlarda gelen yarışmacılara böyle bir satır, iki kelime hatta sesini konuşturarak da dinlememiz yeterliydi. TRT’de 42 yıl görev yaptım. O yıllarda TRT’de her basamak için sınava girmeniz gerekliydi. Hele hele özellikle spiker olabilmeniz için, program yapabilmeniz için, program çekebilmeniz için. Bunların ayrı ayrı sınavları vardı ve BBC’den de hocalarımız gelmişti. Girdiğiniz sınavın en az 6 ay kursunu görerek o branşa geçebilirdiniz. Biz de o evreleri atlattık. 73’de prodüktör oldum Radyo ve TV programları yaptım…”

İlk programınız neydi?

“Saz İle Söz İle Yörelerimiz Türkülerimiz, Ankara Rüzgarı, Bir Solist ve bir çok koro programları. O kadar çok program yaptım ki hangi birini sayayım. 42 yıl dile kolay. Sonra sahneye çıktım…”

TRT’ye girdiğinizde TRT Genel Müdürü kimdi?

“TRT’nin ilk genel müdürü Adnan Öztrak beydi. O zamanlar program müdürümüz Turgut Özakman’dı. Hocalarımı saysam o yıllarda Türkiye’nin parmakla gösterilen, değerli, ya saz sanatçısı ya ses sanatçısı, ya da müzikolog; mesela Muammer Sun solfej hocamızdı. Kendisini saygıyla yad ediyorum, ellerinden öpüyorum. Gültekin Oransay’lar, Saadet İkesus’lar, Tarık Kip’ler… O kadar çok değerli hocalarımız vardı ki, dersler huşu içerisinde geçerdi. Bir sürü okulda okudum ama radyodaki dersler ki, o yıllarda bütün okullarda dersler büyük bir saygınlık içerisinde geçerdi. Tabii, orada bir meslek öğreniyorsunuz. Öğrendiğiniz meslek çok özelliği olan bir meslek. Karşınızdaki öğretmen, size öğreten kişi o mesleğin en üst düzeydeki kişisi. Yani elinizde değil. Elimizde olmadan o kadar saygılı geçerdi ki derslerimiz. Ders deyince; ben 4 sene de üniversite bitirdim, lakin 7-8 sene radyoda ders bitmedi. 2007’de emekli oldum hala haftada bir gün bütün koro toplanır, ders yapardık. Onun içindir ki TRT’den mezun olmak çok önemlidir…”

 Şakir Öner Günhan hiçbir zaman tek okul, tek iş ile yetinmemiş. Her daim bir koltukta iki karpuz taşımış. Ankara Kurtuluş Lisesi’ne Beden Eğitimi ve Müzik Öğretmeni olarak göreve başlamış ve yaklaşık 6 sene öğretmenlik yapmış. Bu arada da radyoya girmiş ve radyoda da stajı devam ediyor. Öğleye kadar staj yapıyor, öğleden sonra küçücük bir arabası var, biniyor doğru okula koşuyor…

“Bildiğiniz gibi 2007’den beri Bodrum’a yerleştim, artık Bodrum’da yaşıyorum. O kadar mutluyum ki, o yıllardan 60-70 tane talebelerim var. İş adamı olmuşlar ve sonra onlar da benim gibi emekli olmuş, Bodrum’a yerleşmiş. Ara sıra toplanıyoruz ve lisede geçirdiğimiz o günleri yad ediyoruz.

Askerlikten bahsetmezsek olmaz değil mi?

“Tabii ki; 1970’de kura ile Bursa Personel Okulu’nda 6 ay yedek subay okudum. Daha sonra yine kura ile İzmit Askerlik Şubesi’ne gittim. O kadar heyecanlıydım ki kuradan çektiğim o küçücük kağıt parçasını kendim okumak istedim. Ankara’dan bir albay gelmişti ‘Olur…’ dedi, okuyorum ama ‘İzmit, İznik, İzmir…’ o kadar çok birbirine karıştırmışım ki o anda gayri ihtiyari ‘İzmit neredeydi?’ diye sormuşum. Sonradan bunu bana anlattılar çok gülmüştük. İzmit Askerlik Şubesi’nde vatani görevimi tamamlayarak tekrar radyoya döndüm…”

40’lı yıllar size ne ifade ediyor? Çocukluğunuz, o dinamik gençlik çağınız nasıl geçti?

“Efendim 40’lı yıllar daha ziyade doğudaydık. O zamanlar her memurun muhakkak gitmesi gerekli olan ‘Şark Hizmeti’ vardı. Bizim şark hizmetimiz yaklaşık 3,5 sene Mardin’de geçti. İlkokula Mardin’de başladım. Şunu rahatlıkla söyleyeyim; ortaokul sıralarına geldiğimde Mersin’e gelmiştik, muz meyvesini ilk defa orada gördüm. Çünkü doğuya o yıllarda meyve, sebze yazın ara sıra gelirdi, kamyondan satılırdı, alan alırdı alamayan bir sonraki kamyona kalırdı. Ancak o yörenin yetiştirdiği meyveler, sebzeler boldu. Özellikle karpuz. Ama daha sonra Ege’ye geldikçe bu taraflarda biraz daha meyveleri, sebzeleri falan tanımaya başladık. Özellikle Manisa’da ortaokulumu okudum. Bağlık, bahçelik bir yöre idi. Babamın devlet memuru olmasından dolayı orta gelir düzeyinde bir aileydik. Ama haftada bir kere açık hava sinemasına gidebilirdik. Ceketlerimizin dirsekleri biraz yamalı olurdu, gerçi sonradan moda oldu bu yamalı ceket. Pabuçlarımız muhakkak pençeye giderdi. Ayda bir kere tıraş olurduk ama bütün tıraşlarımız üç numara olurdu. Belki de onun için bugün saçım gür, hiç şikayetçi değilim. Ama ne yazık ki ortaokulun son sınıfında babamı Mahmut Günhan’ı kaybettim…”

Çok erken kaybetmişsiniz…

Bir konuya değinmek istiyorum özellikle. Babam çok sigara içerdi. O nedenle sigaradan nefret ederim. Çok sigara içmesinden dolayı rahatsızlandı ve onu kaybettik. Ben daha liseye bile başlamamıştım. Derken malum 60 ihtilalini yaşadık…”

Anneniz de lise mezunuydu değil mi?

“Evet.”

Ne iş yapardı?

“Annem lise mezunu olduğu halde bir iş yapmazdı. Çünkü o kadar sık memleket değişiyorduk ki, her 2-3 sene de bir eşyalar toplanıyor bir başka yere tayin ediliyoruz. O yıllarda böyle idi. Ankara’da iken babamızı kaybedince, ağabeyim ile ikimiz hayatımızı çalışarak kazandık. O yıllarda liseye devam mecburiyeti olduğu için geceleri Nezahat Bayram’a (ki benim ikinci annem gibidir) ona saz çalardım. Kendisini saygı ile yad ediyorum. Gece geç yatmama rağmen sabah hiçbir gün okuluma geç kalmadım. Her gün tam saatinde herkesten önce okuldaydım. Öğleye kadar okurduk ama ben akşama doğru okuldan dönerdim. Çünkü öğleden sonra da muhakkak az önce söylediğim sosyal faaliyetlerimiz olurdu. Benim omuzlarımdaydı. Onun için hep okuldaydım. Kocaman bir harita odamız vardı, halk oyunlarını da orada oynardık, tiyatro çalışmalarını da orada yapardık. Yani orası bizim ikinci yuvamızdı. Okulun bütün faaliyet çalışmalarını yapan talebeleri orada bir araya gelirdik. Derken 60 yılında Kurtuluş Lisesi’ne talebe olarak başladık. O yıllarda ‘Talebe Başkanı’ seçilirdi, şimdi de var mıdır bilmiyorum. Lise 3’te talebe başkanı, 2. sınıftan da yardımcısı seçiliyordu. Ama o sene o kadar çok oy aldım ki 3. sınıftaki ağabeylerimden daha çok bana oy çıktı. Müdür bey başta olmak üzere yöneticilerimiz oturup konuşmuşlar ve ‘Ya Şakir daha çok oy aldı. Ne yaparız, ne ederiz?’ demişler. Sonradan Eczacılık Fakültesi Dekanlığı da yapan bir ağabeyim vardı (ki hala yaşıyor) kendilerine saygılarımı iletirim. O başkan, ben yardımcısı oldum. Çok daha fazla oy aldığım için yöneticiler çelişkiye düşmüşlerdi. Bir sene sonra son sınıftaydım ve başkandım. Talebelik yıllarım çok renkli geçti…”

İdealiniz neydi, örneğin siyasetle hiç ilgilendiniz mi?

“Siyasetle o yıllarda fazla ilgilenemedim. Çünkü babamın bir nasihatı vardı. Babam 59 yılında vefat etmeden önce demişti ki: ‘Bu böyle gitmez, ülkede ihtilal olur.’ Lakin kendisi ihtilali göremeden vefat etti. Hatta ortaokulun 1 veya 2. sınıfında iken ‘İhtilal ne demek baba?’ diye sordum. Bana uzun uzun anlatmıştı. Ondan 8-9 ay sonra da ihtilal oldu. İşte babam o zaman ‘Siyasete pek bulaşmayın, bulaşmanızı istemem. Bu ülkede siyaseti iyi adamlar yapmıyor…’ demişti. Niyeyse babamın görüşü böyleydi. Aslında çok iyi adamlar da siyaset yaptı. İsimlerini saymamama gerek yok. Ama çok çabuk harcandılar. Yani iyi adamlar bu işe çok büyük ideallerle soyunuyorlar ama yolda çelme takılıyor, mani olunuyor ve ideallerine kavuşamadan vazgeçiyorlar. Ya vefat ediyorlar ya bıkıyorlar. Ülkede bu şekilde çok aydın kişi öldürüldü. Bunu kabul etmemiz lazım…”

Türk müziğinin Türkiye’deki gelişimi ve insanların sosyal yaşantısına etkisi size göre nedir?

“Bana bazı arkadaşlarım ‘Şakirciğim niye çıkmıyorsun televizyona, niye hâlâ söylemiyorsun?’ diyorlar. Aslında ben sesimi yitirmedim. Ama arkadan gelenlere de fırsat vermek lazım. Günümüzde sanatçı o kadar çok ki. Aslında ‘Sanatçı’ başka şey, ‘Şarkı söyleyen’ başka şey… Bir ‘Sanatçı’ vardır, bir de ‘Şarkıcı’, sadece ‘İcracı’ vardır. Televizyonlarda izlediğimiz çok kardeşlerimiz çok güzel şeyler söylüyorlar. Kimisi kendisini çok iyi yetiştiriyor, onları kesinlikle ayrı tutuyorum. Ama bir bölümü var ki hani tabiri caizse hep söyleriz ya, üç tane şarkı biliyor, bize dinletiyor. Olabilir, onlara da saygım sonsuz. Ama lütfen ‘Sanatçı’ ile ‘Şarkıcıyı’ yani ‘Şarkı icra edeni’ ayırmamız lazım. Bir sanatçı var kendisini sanat için vakfetmiş. Biliyorsunuz sanatın da bir dili var, bu nota. Nota ve söyleme tarzı, şan. Bu bir ilim. Öyle olmasaydı üniversitelerde konservatuarlar kurulmazdı, bu kadar hoca talebe yetiştirmek için çırpınmazdı. Ama maalesef günümüzde okullar biraz sanki eğitimi hafifletmiş gibi görüyorum…”

Yakışıklılık ve güzellik biraz daha öne çıkmış gibi…

“Maalesef… Biraz güzelse, biraz yakışıklıysa hemen ‘Şarkı söylerim ben.’, ‘Türkü söylerim ben…’ veya ‘Film yıldızı olabilirim ben…’ diye o yöne meylediyor. Zannediliyor ki o yöne meylettiğinde çok para kazanacak, hemen zengin olacak. Aslında keşke herkes hemen zengin olsa. Tabii ki gönül bunu ister ama o arkadaşların hepsinin zengin olduklarını, hepsinin çok para kazandıklarını hiç zannetmeyin, öyle değil…”

“Evet. Şimdi sanat çok güzel bir şey. Hakikaten arkadaşlarımın meyletmesine, heveslenmesine gayet hoş bakıyorum. Fakat sanatın bir de hazım yönü var. Yani bir şeyi hazmedebilmek. Düşünebiliyor musunuz, bir dönem yolda giderken sizi çevirenler var, sizden fotoğraf isteyenler var, imza isteyenler var. O yıllarda eğer kendinizi ölçüp biçebiliyorsanız ve o yılları güzel yaşayıp, güzel günleri sindirebiliyorsanız; bir gün bunlar yok oluyor. Pazara gidiyorsunuz çoğu kişi sizi tanıyamayabiliyor. ‘Eyvah artık beni tanımıyorlar, ben tanınmaz hale geldim’ diyorsunuz veya daha önemlisi o günlerde kazandığınız üç kuruşu kazanamayacak hale geliyorsunuz. Çünkü o gün damlayan artık yavaş yavaş kesiliyor ve belli bir para ile geçinmek zorunda kaldığınızda yine o günlerdeki gibi yaşamayı arzu ediyorsunuz. Bu hakkınız elbet. Ama eğer hazımlı olursanız eşiniz de oluyor, dostunuz da oluyor. Lakin artık sizi beş kişi yerine bir kişi tanıyor. O tanıyan bir kişi eğer size yetiyorsa çok mutlu olursunuz. Ne yazık ki sanatçı dostlarımızın çoğunun sonu benim söylediğim gibi bitmiyor. Onlar hep eski günlerde geçen o şaşaayı, o debdebeyi bekliyorlar ama onu göremedikleri zaman büyük çöküntü, yıkıntı yaşıyorlar ve sonlarının çok kötü olduğunu üzülerek duyuyoruz. Hiçbir arkadaşımın bu duruma düşmesini istemiyorum. O günler gelip geçiyor. Daha sonraki yaşadığınız günlere adapte olmanız en önemlisi…”

 

Bu arada Şakir Öner Günhan ile söyleşimizde magazine girmeme kararı almıştık. (BG Dergi’nin de böyle bir tarzı var) Lakin hayat arkadaşı Figen hanımla da biraz sohbet etmezsek olmazdı. Çok samimi, içten bir insan ve mükemmel bir ev sahibesi…

Siz Şakir Bey’in hayat arkadaşı Figen hanım, yol arkadaşı olarak neler söyleyeceksiniz? Biraz dedikodu yapalım. Bir sanatçıyla birlikte olmanın kolaylıkları ve zorlukları…

“Ben Figen Yılmaz. Ankaralıyım, yaklaşık 10 senedir Bodrum’da yaşıyorum. Daha önce ticaretle uğraştım, emekli olduktan sonra da Bodrum’a yerleştim. Bisiklet sevdalısıyım. Şakir Bey ile tanışmamıza da bisiklet vesile oldu. Kendisi sportmen bir insan, motosiklete biniyor, bisiklete biniyor. Teknesi var onu kullanıyor. Bizi onun bir akrabası tanıştırdı. Benden başka bir-iki de aday varmış. Şakir bey ‘Ne iş yapar?’ diye sormuş.

“Biz görücü usulü tanıştık. Benim bisikletçi olduğumu söyleyince ‘Tamam o bisikletçi olan olsun…’ demiş. Bana da ‘Seni Şakir Öner Günhan’la tanıştıracağız’ dediler. İsmini çok iyi biliyorum, yüzü gözümün önünde o gençlik hali, boncuk gözleri. Ailede annem akrabalarım herkes onu çok seviyor, sanki senelerdir tanıdığım biri gibi. Öyle tanıştırıldık. Yaklaşık 6 senedir arkadaşlık ediyoruz. Şakir Bey ‘Gittiğim yerlerde bazen beni tanımıyorlar…’  diyor ya herkes tanıyor. Doğrusu hanımların ilgisi de hâlâ oldukça fazla. Yakışıklı çünkü. Ama ben kıskanmamayı öğrendim. Hemen fotoğraf makinesini alıp fotoğraflarını çekiyorum. Belki daha önce olsaydı farklı olurdu. Yaşadıkça törpüleniyor insan. Sivri taraflarımızı törpülediğimiz bir zamanda tanıştığımız için, hayat şimdi çok daha keyifli…”

Peki siz ne diyorsunuz Şakir Öner Günhan kuşağı, öncesi ve sonrasını, bir kadın olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dejenerasyon var maalesef. Belki de zamanın gerekliliği, bilemiyorum. Ama dejenerasyon hoş değil. İyi sanatçılar da çıkıyor, hâlâ çok severek izlediğimiz çok değerli sanatçılar var, çok iyi üretim yapan sanatçılar var. Ama onların yanı sıra günlük yaşayan ve bir gün içerisinde meşhur olup, ertesi gün yok olanlar da var. Herhalde bu da tüketimin çok olduğu bir dünyada, şu an her şeyi çok hızla tüketiyoruz, bu da bir parçası diye düşünüyorum…”

Nasıl birisidir Şakir Öner Günhan? Maço mudur evde, yoksa paylaşımcı, saygılı, kibar bir adam mıdır?

Şakir Bey’in hiç öyle maçolukları filan yoktur. Kesinlikle iyi ahlaklı bir insan. En önemli özelliği o. Sonra benim en değer verdiğim özelliği çok mükemmel bir Atatürkçü ve sosyal demokrat olması. Tek şikayetim var kendisinden, saz çalmıyor. Bir kere bile sazını eline alıp da bana bir dinleti sunmadı. Ne güzel olurdu…”

Çok şaşırdım doğrusu. Neden bağlama çalmıyorsunuz?

“Ben artık bağlamamı sadece yalnız olduğum zaman çalabiliyorum. Çünkü bizim zamanımızda haftanın 7 günü değil 9 günü gazinolarda sahneye çıkardık. Yedi gece, iki de gündüz matinesi vardı düşünebiliyor musunuz? Bir de hafta sonları ‘Ekstra’ dediğimiz eşin, dostun düğünleri, konserler, fabrika kuruluşları, açılışlar, kapanışlar. Okul müsamereleri, ki onlara hep bilâ ücret giderdim. Allah’a şükür; okullara faydam olsun diye. Tabii serde öğretmenlik var. Hani derler ya; ‘Sanat için mi sanat, para için mi sanat’ biz de bir süre metazori para için sanat yaptık. Başka çare yoktu. Çünkü o sokağa bir girdiğiniz, o mecraya kendinizi kaptırdığınız zaman bu işin dönüşü yok. Menajerlerle çalışıyorsunuz, telefon ediyor ‘Hafta sonu şurada şurada, şurada konserleriniz var.’ Düşünebiliyor musunuz bir gecede İstanbul’un 7 ayrı semtinde sahneye çıktığımı biliyorum. Artık bıktım…”

Figen hanım araya giriyor; “Katlanması zor bir hayat…” diyerek hayat arkadaşının görüşlerini destekliyor.

Sabaha karşı eve geldiğinizde, artık hoşaf gibisiniz. Ama bir-iki saat uyku ile kalkacaksınız, tıraş olacaksınız ve radyoya gideceksiniz. Bu arada radyo da devam ediyor. Bu 42 yıl böyle sürdü. Bir süre sonra bıkkınlık geliyor. Sazımın üstüne ‘Sarı kız’ yazmıştım. O benim hem arkadaşım, hem sevgilim, hem yoldaşımdı yani her şeyimdi. Ama her gün bakla bakla, Allah beterinden sakla…”

 Figen hanım yine araya giriyor ve bir şikayetini daha ortaya koyuyor;Artık saz çalmıyor diye şikayet ediyorum, ama bir şikayetim daha var. Şakir beyin benden daha çok sevdiği teknesi var bir de. Bir yelkenlisi var, o kuma olarak aramızda; “Sugar Daddy” Şakir Bey’e çok yakışıyor, ismini de çok yakıştırıyorum. Enerjisi çok güzel bir isim. Hatta ben böyle söyleyince çok değerli İsmail Işık arkadaşımız Şakir Bey’e beste yaptı, ‘Şıkır Şıkır Şakir Abi’ diye…”

 Kendisi Orta Doğu mezunudur, çok güzel saz çalar. Amatör saz çalar ama birçok profesyoneli cebinden çıkarır. Buradan İsmail Işık’a da sevgilerimizi gönderiyoruz. ‘Sugar Daddy’ oğlum Ozan’ın taktığı bir isim. O da bizden yani. Şakir Öner Günhan’ın oğlu da Ozan olur yani…”

 Figen hanım aile fertlerini anlatmaya başlıyor;Bizim üç oğlumuz var. Şakir beyin bir, benim de iki oğlum var. Şakir Bey’i çok seviyorlar. Üçü de hemen hemen aynı yaşlardalar ve üçü de koç burcu. Harika çocuklar, çok değerliler bizim için…”

Ne iş yapıyorlar

Ozan serbest çalışıyor. Bir oğlumuz Dubai’de film sektöründe. Bütün Arap dünyasının reklam filmlerini çekiyor. Gelinim de film setlerinde makyaj yapıyor. Diğer oğlumuz da Ankara’da yüzme hocası ve spor antrenörü, gelinimiz de sosyolog. Yazın bir araya geliyor partiler yapıyoruz. Bir de kızımız var, Karam. Karam 4 ayaklı çok güzel, simsiyah bir köpek…”

Şakir Öner Günhan ile söyleşimizin sonunda Bodrum’u konuşmaya başlıyoruz…

 

Bodrum’a gelelim. Bodrum sizin için ne ifade ediyor? Denizcisiniz ve denize sevdalısınız. Hem tekneniz, hem deniz sizin için ne ifade ediyor? İsmini oğlunuzun koyduğu Sugar Daddy adının bir anlamı var mı?

“Lise yıllarımdan beri bir deniz tutkum var. Belki de Mudanya doğumlu olmamdan kaynaklanabilir. Hep, ‘Emekli olduğumda büyük şehirlerden uzaklaşacağım, bir sahil kasabasına yerleşeceğim ve ömrümün kalan bölümünü orada geçireceğim,’ diye düşünürdüm. Bunu bütün meslektaşlarım, arkadaşlarım, taa lisedeki sınıf arkadaşlarım dahil bilirler. Derken o günler geldi çattı. Emekli oldum ve tekneme bindim Bodrum’a geldim. Ama Bodrum’a daha önce ilk gelişim 1966 yılı. Yani radyoya girdiğimiz yıllara tesadüf eder. Radyodan 3 arkadaşımla Ali Rıza Gündoğdu, Erdem Çalışkan ve ben üç kafadar Bodrum’a geldik. O yıllarda Bodrum’da doğru dürüst elektrik yok, çeşme diye bir şey yok, otel diye bir şey yok. Biz kaleye yakın ilkokulun arka tarafında bir balıkçının evinde pansiyoner olarak kaldık. Bu evde bir kuyu var, karpuz alıyoruz, kuyuya sallıyoruz, bütün suyumuzu kuyudan içiyoruz. Buzdolabımız kuyu, her şeyimiz kuyu. Akşam belli bir saatte elektrik yanıyor, tahmin ediyorum dokuz gibi de sönüyor. Zaten elektriğin yanıp söndüğünü bir gürültüyle anlıyorsunuz. Patır patır sesleriyle, o gürültü ile elektrik santrali çalışıyor, gürültünün kesilmesiyle elektrik kesiliyor. Akşam saat 9.30-10’da cumba yatak. Başka çare yok. Ama Bodrum yine bu Bodrum, yine güzel Bodrum. Tahmin etmeyeceğiniz kadar çok seviyorum Bodrum’u. Hakikaten sevilmeye layık bir kasabada yaşıyoruz. Teknemle geldim ve kısa bir süre Yalıkavak Marina’da teknede yaşadım. Ama kışın tabii ki biraz zor oluyordu. Sonra Gölköy’de kendime küçük bir ev edindim. Kışın orada kalıyorum. Çoğunlukta teknede kalıyorum ama hiç olmazsa bir ev var rahatlığına eriştim. Bodrum bitmek bilmeyen güzelliklerle dolu. Bodrum’da o kadar çok muhitim oldu ki, talebelerim çıktı, arkadaşlarım oldu aklınıza kim gelirse hemen hemen hepsiyle arkadaş oldum. Çok mutluyum burada. Burada yaz erken gelir, Mart ayının 15-20’si oldu mu bizim için deniz mevsimi başlar. Tabii ki deniz mevsimi başlayınca tekne başlar. Çoğunlukla oğlumla birlikte çıkarız. İkimizde kaptan brövelerine sahibiz, gezilere gideriz. En kısası 20 gün ile 2 ay arasında sürer. İki sene önce Bodrum’dan çıktık, sadece akşamları durarak Hırvatistan’a kadar gittik. Bu gezimiz 64 gün sürdü hiçbir hasar geçirmeden. Yani iyi denizciyiz. Tabii bu aralar balık tutmalar denizle haşır neşir olmalar, denizle ilgili aklınıza ne gelirse hepsini yaşıyoruz…”

 

İsim Sugar Daddy?

“Önce daha büyük bir teknem vardı, lakin onunla yapamadım. Şimdi mono, küçük bir teknemiz var. Tekneyi alırken adı Sugar’dı. Ozan ‘Babacım gel bunu Sugar Daddy yapalım. Adı böyle kalsın.’ dedi. ‘Tatlı Babacığım’. Bu vesile ile bütün dostlarımın da dikkatini çeken ‘Sugar Daddy’ adlı beyaz bir yelkenlimiz var. Neredeyse bütün ömrümüz onunla geçmekte…”

 

Benim kuşağım ve benden bir iki kuşak öncesi halk müziğini Aşık Veysel, Neşet Ertaş, Aşık Mahsuni, Rahmi Saltuk, Sadık Gürbüz, Zülfü Livaneli, Grup Yorum ve daha niceleri, Ruhi Su ile sevdik halk müziğini ve hatta siyasi görüşlerimizi bile etkiledi. Türk Halk Müziğine önemli katkılarda bulundular sevdirdiler.

 

Neler söyleyeceksiniz? Özellikle de gençlere mesajınız nedir?

“Meslekler hiç fark etmez. Önemli olan yapacağınız işi severek yapmanız ve işi çok iyi öğrenmeniz. Bu çok önemli. Hani, ben oldum mu? Hayır. Ben hâlâ sanatçı olamadım. Benim aklımda o kadar yapmak istediğim şey kaldı ki. İşte ancak böyle olursanız çok başarılı olursunuz. Ama yok ‘Ben oldum, ben her şeyi öğrendim.’ derseniz her şey biter. Durursunuz. İster garson olun, ister doktor, ister mühendis, ister sanatçı hiç fark etmez. Az önce söylediğim, para da kazanabilirsiniz, ününüz de çok olur, her türlü şeyde rahat edersiniz. Lakin hazımlı olmak ve ne oldum delisi olmamak lazım…”

 

Fotoromanı gençler bilmez ama kısaca onunla ilgili de konuşalım mı?

“Biliyorsunuz bir dönem Türkiye’de fotoroman salgını vardı. Benim 7-8 tane de fotoromanım var. Sadece fotoğraflarla anlatılıyor, filmden daha kolay olan bir olay. Gazeteci arkadaşımız Ünsal Bozkurt yapmıştı. Çok değerli arkadaşlarımızla beraber oynadık. Bunlar kitapçılarda pazarlanırdı…”

 

Burada long playler de var.

“Bu gördüğünüz kadar değil tabii. Çoğunu sağa sola hediye etmişim. Bunların içinde 8 tanesinden Altın Plak kazandım. Bunlar aklımda kaldığı kadarıyla ‘Zühtü’, ‘Can Hatice’, ‘Kara Kaşlı Yar’, ‘Şu Sazıma Bir Düzen Ver’ gibi çoğunlukla 45’lik diye tabir ettiğimiz plaklar. Bunlar orijinal plaklar. Mesela bak meşhur Urfa türküsü ‘Eşref’. Bunlardan bir dönem altın plak kazanmıştık hey gidi hey…

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.