Bodrum Gündem
TUNÇ ŞANAD

TUNÇ ŞANAD

Tunç Şanad 5 Aralık 1957 tarihinde İstanbul’da doğdu. Levent (Etiler) Lisesi’ndeki eğitiminin ardından, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. 1975 yılından bu yana kesintisiz olarak çalışma hayatını sürdürmektedir. İnşaat, turizm ve daha uzun bir süre reklam sektöründe çalıştı. Dört büyük seyahat acentesinin reklam departmanlarını kurup, yönetti. Türkiye’de gerçekleşen uluslararası büyük kongre ve etkinliklerde ekibiyle görevler üstlendi. 2002 yılından bu yana kendi ajansında reklamcılık uğraşını devam ettirmektedir. Bekar olup, 1990 doğumlu bir kızı vardır. Muhtelif dergilerde, kurumsal yayınlarda ve gazetelerde makale ile diğer yazıları yayınlanmıştır. "Ters Köşe Hikayeler” adında bir öykü kitabı vardır.

    “Bisiklet” Bir Tunç Şanad hikayesi

    Küçük bir bisiklet adeta bacağını yalarcasına yanından hızla geçti. Beş-altı yaşlarındaki çocuk sıkı bir fren yapıp, üzerinden atladı ve bisikleti olduğu yere öylece bıraktı. Kamelyaya doğru yönelirken Murat, ardından yaklaşmakta olduğu çocuğa seslendi, “Hey, bisiklet öyle yere fırlatılmaz!” Çocuğun onu duyduğu falan yoktu. Bankın üzerinde bulduğu ile ilgileniyordu. Adam tekrar dikkatini çekmek istedi, “Bakar mısın, sana bir şey diyo…” Cümlesi arkasından gelen otoriter bir sesle kesildi, “Ne oldu, ne var, ne söylüyorsunuz çocuğa?!..” Dönüp, baktı. Otuzlarının başında mı, yoksa kırkına merdiven mi dayamış pek kestirilemeyen kadın kaşlarını çatmış, sinirli bir halde çocukla arasına geçti. Ufaklık, “Bak anne, kimse almamış; Örümcek Adam burada beni bekliyormuş” diye sevinçle elindeki oyuncağı arkası kendisine dönük kadına göstermeye çalışıyordu. Murat, daha önce farkına varmadığı kadına izah etmek istedi, “Çocuk bisikleti yere fırlatınca, ben bunun doğru olmadığını anlat…” Bir kez daha sözü öfkeli bir tonda kesildi, “Sizi ilgilendirmez, yürüyüşünüze devam edin lütfen.” Adam, cevap verip vermemek arasında kararsız kaldı. Hâlâ annesine sesini duyurmaya çalışan çocuğa, ardından yere savrulmuş bisiklete, sonunda da kadına baktı. Dudaklarını sıktı ve başıyla karşısındakini onaylayarak döndü, parkurdaki yürüyüşüne devam etti.

    Son haftalarda her akşam güneşin batmasına bir saat kala siteler arasında bir vaha gibi uzanan bu parkura çıkıp, yaklaşık on altı bin adımlık bir yürüyüş yapmaya başlamıştı. Tamamı tartan zeminli, yer yer hafif iniş-çıkışlı, 720 metrelik parkurun muhtelif sokak ve caddelere bağlantısı vardı. Epey yüksek binaların arasında yüzlerce ağaç ve yeşillikler içindeki bu yolun iki yanında kedi ve köpekler için su istasyonları, beş sabit spor aletleri noktası, köpek gezdirme alanı, basketbol ve mini futbol sahaları, üzerini ağaç dallarının kapadığı yedi kamelya, yarım daire şeklinde taş basamaklardan oluşmuş bir mini tiyatro alanı, iki çocuk parkı mevcuttu. İki balık, iki de et lokantasının arka ya da yan kapıları buraya açılıyordu.

    ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

    Deniz kenarı boyunca yürüyüş yapanlar, koşanlar, bisiklete binenler, kaykay yapan çocuklar geçip duruyorlardı. Yedi buçuk kilometre ve yirmi dakikalık sürüş sonrası arabasını park eden Murat, bir banka doğru yavaş adımlarla yürüdü. Oturan ve kendisine arkası dönük adamın buluşacağı kişi olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Gidip bankın diğer yanına usulca ilişti. Göz ucuyla adamı süzdü. Kırk yaşlarında, orta boylu, kısa saçlı biriydi. Sahil boyunca gidip gelenlerin alışılmış kıyafetlerinden çok, öğle tatilinde deniz kıyısına nefes almaya gelmiş bir beyaz yakalı gibi giyinmişti. Başını kaldırmadan cep telefonu ile ilgileniyordu. Yanına koyduğu A4 kağıtları alabilen büyüklükte bir sarı torba zarf vardı.

    Murat, dirseklerini bankın arkasına dayayıp gerindi, temiz havayı içine çekti.

    “Denizi olmayan bir şehirde yaşayamam deriz, sonra da…”

    Murat’ın geldiğini yeni fark eden adam telefondan başını kaldırıp, soran gözlerle “Pardon?..” dedi.

    “İstanbul’da yaşayanların yüzde kaçı bir gün içinde denizi görüyorlardır diyorum. Hatta bir hafta içinde…”

    Adam, “Bilmem” diye dudağını büktü, çok da umurunda değildi.

    Murat, gözlerini denizden ayırmaksızın konuşmaya devam etti, “Sahil boyunca seyreden toplu taşıma araçlarında, hatta vapurda bile boğaz manzarası yerine kafasını cep telefonuna gömen çocukları anlayamayacak kadar yaşlandım herhalde.” Bir iç geçirdikten sonra, “Hatta bu tutumu Z kuşağı ile sınırlamak da mümkün değil galiba” dedi.

    Adam, içten içe kendisine laf sokuşturan bu adamın beklediği kişi olduğundan pek de emin değildi henüz. “Tanışıyor muyuz ya da ortak tanıdıklarımız mı var?” diye sorguladı.

    “Tam üstüne bastınız. Ortak tanıdıklarımız talep ettiğiniz hizmet için ön bilgileri verdiler geçen ay.”

    Deminden beri adamın yüzüne asılı tedirgin ifade biraz olsun silindi. Yanındaki zarfı iki parmağı ile Murat’a doğru itti. “Burada bulmanızı istediğim şeylerle ilgili açıklamalar var. Masa üstü bilgisayarında, laptopta, tablette, cep telefonunda, external hard diskde, USB flash bellekte; hepsinde olabilir. Film, fotoğraf ve yazılar, hiçbirini atlamadan. Kağıda çıkış alınmış bir şeyler varsa, onlar da. En ufak bir kırıntı kalmadığına emin olmalısınız.”

    Murat, “Merak etmeyin” dedi, “Hizmetimiz kusursuzdur. Ortak dostlarımız söylemiştir sanırım. Yoksa beni bulmazdınız.”

    “Sizden en kısa zamanda güzel haberler bekliyorum” dedi adam sabırsızca…

    “İçinizi biraz ferahlatacaksa ilk kontağın kurulduğunu söyleyebilirim.”

    ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

    Sonraki günlerde Murat, bisikletli küçük çocuk ve annesi ile parkurda her akşam karşılaştı. Her defasında başka bir yöne bakmaya özen gösteriyor ve hızla yanlarından geçiyordu. Genellikle gidiş-dönüş yedi kez kesintisiz yürüyordu. Onun kadar değilse de üç-dört tur atan çocuk ve kadınla ister istemez birkaç defa yan yana geçiyorlardı. Jeyan, başı hep başka tarafa çevrili ya da yere eğik adamı bir iki kez süzmüştü. Altmışlarında falan olmalıydı. Ama, hayli sağlıklı görülüyordu; belli ki kendine iyi bakmıştı.

    Sahildeki görüşmesinden dört gün sonra parkura çıktığında kadınla çocuğun karşıdan geldiklerini gördü. Jeyan bisikletin on adım kadar arkasında yürüyordu. Çocuk neşe içinde pedalları çevirirken kimi kez kamelyaların içine girip çıkıyor, dümdüz gitmek yerine bisikletin gidonunu sola sağa çevirerek eğleniyordu. Sonunda dengesini kaybetti ve tartan pist üzerine düşüverdi. Kadın hızla atılarak oğlunu yerden kaldırmaya yönelmişken, iki metre kadar yaklaşmış olan Murat eliyle durmasını işaret etti. Kadın bir an bulunduğu yere çakılı kaldı ve hemen ardından bu komutu dinlemiş olduğu için kendine sinirlendi. Yeniden koştu, kolundan tutup kaldırırken “Onur, bir yerine bir şey oldu mu, iyi misin?” diye telaşla sordu. O ana kadar sesi pek çıkmamış olan çocuk ağlamaya başladı, “Çok canım acıdı!” Sızlanmaya devam ederken çömelmiş olan annesine sarıldı. Adam Jeyan’a bakıp, onaylamaz bir eda ile başını iki yana sallayarak geçip gitti.

    ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

    Üç gün sonra güneşin batmasının hemen ardından yine bir yürüyüşün son turunu tamamlamaya çalışırken, önünden geçtiği kamelyadan biri seslendi, “Beyefendi bir bakar mısınız?”

    Dönüp baktı. Kamelyanın iç çeperi boyunca dönen sıraya oturmuş olan kadın sigarasını içiyordu. Adam biraz şaşkın, “Buyurun” dedi. Jeyan eliyle karşısını göstererek, “Oturur musunuz biraz?’ diye sordu. Murat bir iki saniye olduğu yerde durdu, sonra yavaş adımlarla gidip sıraya ilişti. Kadın bir nefes daha çekip, dumanını savurduktan sonra, “Size bir şey sormak istiyorum” dedi, “Başka birinin çocuğunun hareketleri, hatta annesinin yaklaşımı sizi niye bu kadar ilgilendiriyor?”

    Murat, on-on beş saniye kadar sessiz kaldı ve uzaktaki dev blokların arkasından batmış olan güneşin bıraktığı kızıllığı seyretti. “Kar küreyici ebeveynler diye bir şey duydunuz mu?” diye sordu, baktığı yönü değiştirmeden.

    “Hiç bilmiyorum, ne demek ki?.. Hem zaten konumuzla ne alakası var?”

    “Karla kaplı bir yolda yürürken, çocuğunun önünden gidip, karşısına çıkan her şeyi küreyen anne babalar için kullanılan bir deyimdir. Aşırı korumacı, dolayısıyla evhamlı, çocuklarının önüne çıkan her engeli kaldırarak onlara iyilik yaptığını sanan ebeveynlerdir bunlar. Onun yerine düşünüp, onun yapması gerekenleri üstlenirler.”

    “Tabii ki yapacağım. O benim biricik oğlum. Onu o kadar çok seviyorum ki, hayatındaki her şeyi kolaylaştırırım” diye karşı çıktı Jeyan.

    “Buna marazi sevgi demek daha doğru olur. Çocuğunuzu seviyorsanız, önce onun birey olmasına izin verin. Bebek kalmayıp, sağlıklı büyüyebilsin. Bir fanusun içinde yetiştirirseniz, hayat tecrübelerini nasıl edinecek, nasıl mücadeleci olabilecek? O gün düştüğünde kendi başına kalkmasına izin verseydiniz, muhtemelen hiç ağlamayacaktı bile…”

    Kadın, bu yaklaşımın doğruluğunu hâlâ içten içe sorgulamaktayken, düşünceli bir şekilde yere bakıp, “Haklı olabilirsiniz” dedi.

    Murat havayı dağıtmak istedi, “Onur niye yok bu akşam?”

    “Bugün babasının alma günü. Haftada bir gün onunla olur. Saat dokuz gibi geri getirir.” Sonra saatine baktı ve “Gecikmeyeyim ben” dedi, “Vaktinden önce evde olmalıyım.”

    ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

    Ertesi gün adam daha hızlı yürüdüğünden önde giden Jeyan ile oğluna yetişti. Yanlarından geçerken, “İyi yürüyüşler” dedi. Birkaç adım geçmişti ki kadın arkasından seslendi, “Sizi yavaşlatmış olmazsak birlikte de yürüyebiliriz.” Murat hızını kesip aynı hizaya geldi. Jeyan devam etti, “Hem size bir sorum daha var.”

    Onur, yirmi metre kadar önlerinde bisikletini sürüyordu her zamanki gibi… “Buyurun” dedi adam, “Sizi dinliyorum.”

    “Şu bisiklet meselesini de anlatır mısınız?”

    “Ben herkesin bisikletine saygı göstermesinden yanayım. Çoğu şey gibi bu da çocuklukta öğrenilir.”

    “Bisiklete saygı?..” diye açıklama bekledi kadın.

    “Bakın, benim ilk defa ilkokul ikinci sınıfa geçtiğimde bisikletim oldu. Koyu kırmızı, 24 jant, Çekoslovak malı… Şimdi Kadıköy Altıyol’da olan boğa heykeli, o zamanlar Spor ve Sergi Sarayı’nın önündeki büyük alandaydı. Aslına bakarsanız onun da adını sonradan Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı yaptılar ya… Neyse; ben o heykelin etrafında tur ata ata öğrendim bisiklete binmeyi. O büyük alandan bir yokuş Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’na inerdi. Nasıl olduysa, acemilik işte, ben üst ucundan dönmeyi beceremedim ve son hızla tiyatronun önünden geçen caddeye doğru gitmeye başladım. Frenleri sıkmaya da korkuyorum, üzerinden savrulurum diye. Süratle geçen bir arabanın önüne çıkmadan bir-iki metre önce durdurmayı başardım. Böyle attım korkumu ve o günden sonra gidebildiğim her yer için bisikletimi kullandım.”

    “Nerelere giderdiniz ki o yaşta?”

    “Bizim çocukluğumuzda Pangaltı’da vurdulu kırdılı, kovboy filmleri falan oynatan bir Tan Sineması vardı. Önü Tommiks-Teksas satış ve değişim merkezi gibiydi. Ben altı yaşından itibaren oraya gider, çizgi roman değiş-tokuşu yapardım. O yaşta, kendinden daha büyük çocukların arasında olunca da çoğu kez dayak yiyip dönerdim eve. Bisikletle gitmeye başlayınca işler değişti. Farklı gözle bakmaya başladılar. Yıllar sonra fark ettim ki, annem ve babam kısıtlı maaşlarıyla kıt kanaat geçinmeye çalışırken almışlardı bana onu. Kim bilir nelerden fedakârlık etmiş, hangi ihtiyaçlarından kısmışlardı. O zamandan beri çocukların, anne babalarının nasıl satın alabildikleri hakkında hiçbir bilgileri olmadığını düşünürüm. Alın teri ile alınmış o bisiklet tabii ki saygıyı hakkediyor.”

    Kadın söyleyecek bir şey bulamadığından belki, sessizce yürüyüşüne devam etti. Adam, “Şimdi müsaade ederseniz, Onur’a indiğinde yere atmak yerine bisikletini nasıl ayakta durdurabileceğini göstermek istiyorum” dedi.

    ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

    O akşamdan sonra her gün parkurda karşılaştıklarında birlikte yürümeye başladılar. Adam biraz daha ağırdan alıyor, kadın da her zamankinden daha hızlı olmaya çalışıyordu. Onur, artık inince bisikletini bir yere dayayarak ya da pedalını bir yükseltiye yerleştirerek bırakmasını biliyor, yere fırlatmıyordu. Çocuğu babasının aldığı bir gün, “Bu akşam eve yetişme telaşım yok” dedi Jeyan, “Onur babasıyla bir geceliğine Sapanca’ya gitti. Şimdiden çok özledim onu.” Sonra Murat’a döndü, “Bu da marazi sevgi kavramınıza girer mi?” “Yok, yok…” dedi adam, “Özlem sevgimizin en doğal ispatıdır.”

    Son turu atarlarken adam, “Değil mi eve hemen dönmek gibi bir mecburiyetiniz yok, bir hovardalık yapalım mı?” diye sordu. Kadın şaşırdı, “Nasıl yani?”

    “Her gün bu kadar yürüyenlerin arada bir kaçamak yapma hakları vardır diye düşünüyorum. Bakın şu arka kapısının önünden hep geçtiğimiz balık lokantasına gitmek epeydir aklımda. Az mezeyi, birkaç yudumu ve biraz sohbeti bölüşebiliriz. Ne dersiniz?..”

    İçeriye girip, caddeye bakan bir camın yanındaki masaya oturdular. Bir-iki küçük tabak, birer dilim beyaz peynir, 35’lik rakı söylediler. Murat, “Şerefinize” dedi. Jeyan da kadehini uzatarak “Sağlığınıza” diye karşılık verdi. Bir yudum aldıktan sonra, usulca gülmeye başladı. Adam soran gözlerle bakınca, “Şu halime bak” dedi, “Bundan bir ay önce çocuğuma karıştığı için gıcık olduğum adamla kadeh tokuşturuyorum.”

    ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

    Murat’ın daha önce sahilde buluştuğu müşterisi epeydir işin sonuçlanması için sıkıştırıyordu. Sabırlı olması gerektiğini, işin eksiksiz tamamlanabilmesi için evde belki saatler boyunca kalması gerekeceğini ve böylesi bir imkân yaratmaya çalıştığını söyledi. Masrafların giderek arttığını da belirtip, biraz daha avans kopardı.

    Eve dönünce Ankara’dan eski bir çalışma arkadaşını aradı. Hal-hatır sormaların ardından, “Önümüzdeki on gün içinde oraya geleceğim. Özel bir şeyler konuşmamız lazım. Sana da hoşuna gidecek hediyelerim var” dedi. Karşıdaki “Çok sevindim abi” diye cevapladı, “O zaman ben eski ekibe de haber salayım yine Anason’da bir gece hasret giderelim.” Murat, “Vay be, açık mı hâlâ orası?” dedi.

    ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

    Birlikte balık lokantasına gittikleri akşamın üstünden üç hafta geçmişti. Yine yürüyüşün sonuna geldiklerinde kamelyaların birinde biraz daha oturup, sohbet etmek istediler. Hem Onur bir şeyler sormak istiyordu; en fazla kaç vitesli bisiklet alabilirdi, 26, yok yok 28 boya bacaklarının yetişmesi için kaç yaşına gelmesi gerekiyordu, bir arızası çıkarsa, lastiği falan patlarsa Murat tamir edebilir miydi?..

    Söz döndü dolaştı, Jeyan oğlunun pek de iştahlı olmadığından yakınmaya başladı. Çocuk, “Sen de lazanya pişir, bak nasıl hepsini bitiriyorum” diye lafa karıştı. “Oooo…” dedi adam, “Bak lazanya dedin mi akan sular durur. Ben de çok severim. Üstelik çok da iyi yaparım.” Onur, sevinçle yerinde zıpladı, “Yap Murat Amca! Yap, yap! Anne, Murat Amca lazanya pişirsin yiyelim n’olur!” Oğlunun ısrarı karşısında kadın mahcup oldu. Adam, “Sen istersin de ben yapmaz mıyım” dedi, “O zaman yarın yürüyüşe biraz daha erken çıkıyoruz ve bitiminde benim misafirim oluyorsunuz.”

    ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

    Gün içinde hazırlıklarını yapan Murat, parkurdan evine geldiklerinde sade ama keyifli bir sofra hazırladı. Küçük için taze portakal suyu sıktı. İkisi için de bir şişe şarap açtı. İlk lokmaları aldıktan sonra Jeyan, “Çok lezzetli olmuş” dedi, “Lazanyaya mı, şu leziz salataya mı saldırayım şaşırdım doğrusu.” Onur da hayatından çok memnundu. Yemek sonrası üçlü koltuğa kıvrıldı ve bir müddet sonra uyuya kaldı. “Eve dönerken uyanmaz umarım” dedi kadın, “Gecede bir defa kaldırmam yetiyor. Sabaha kadar deliksiz uyuyor. Olmazsa o işi eve vardığımızda hallederim.” Adam, konuşmalarından ve dinledikleri müzikten uykusu bölünmesin diye çocuğu içeriye yatırmayı teklif etti. Kadın uygun görünce, kucaklayıp, yatak odasına götürdü. Salona dönünce, Jeyan’ın biraz önce oğlunun uzandığı kanepeye geçtiğini gördü. “Kahve yapayım ister misin?” diye sordu. Kadın, “Yok” dedi, “Ağzımın tadını hiç bozmak istemiyorum. Otur sohbet edelim daha iyi.”

    Bir müddet sonra göz kapakları düşmeye başladı. Sonunda oturduğu yerde uyuya kaldı. Murat, kalkıp bacaklarını kanepeye uzatmasını sağladı, arkasındaki yastığı alıp başının altına koydu. İçeriden ince bir pike getirip üzerine örttü. Jeyan, uykusunun arasında pikeye hafifçe sarınıp, kanepenin arkasına doğru yan döndü. Nefes alışverişlerinden derin bir uykuya geçtiği belli oluyordu. Adam, birkaç saat vaktinin olduğunu düşündü; şarap kadehine attığı ilaç görevini yerine getiriyordu.

    Kadının çantasını açıp, küçük bir anahtar demeti aldı. “İlk denediğim kapıyı açar dilerim” diye aklından geçirdi.

    ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

    Yaklaşık iki saat sonra kendi evine dönmüştü. Kadın da, oğlu da mışıl mışıl uyuyorlardı. Saat üç gibi Jeyan uyandı. Başını tuttu, biraz ağrıyordu. Derinden ruh okşayıcı bir jazz blues sesi geliyordu. Karşısındaki berjerde Murat oturmuş kitap okuyordu. “Murat” dedi, “Ben burada böyle kalmışım. Niye uyandırmadın?” Adam, “Rahatsız etmek istemedim” dedi, “Klasik olacak ama, o kadar güzel uyuyordun ki.” Kadın saatine baktı, “Bizi eve bırakır mısın?” Adam çocuğu kucağına aldı. Arabaya bindiler. Evin önün geldiklerinde Jeyan içtenlikle teşekkür etti. Oğluyla içeri girdi.

    ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

    Ertesi akşam kadın ve çocuk parkurda dördüncü turu atmalarına rağmen Murat ortalardan yoktu. Cep telefonundan aradı, ulaşılamıyordu. Merak ettiği için adamın evine doğru yöneldiler. Zili defalarca çaldığı ve kapıya vurduğu halde cevap yoktu. Nereye gitmiş olabilirdi ki?.. Bunca zamandır, hiç aksatmadan her akşam parkurda görüşmüşlerdi. Evlerine döndüler. Jeyan çok tedirgin olmuştu. Bilgisayarını açtı, Murat’ın adı-soyadı ile her platformda arama yaptı. İsim benzerliği olanlar dışına hiçbir şey bulamadı. Sosyal medyada da hesabı falan yoktu. Birden aklına eski kocasına ait dokümanlara bakmak geldi. Folder silinmişti. Yatak odasına koşup, iç çamaşırlarının arasına sakladığı flash diski aradı, yerinde yoktu. Kitaplıkta büyük atlasın arasına koyduğu kağıtlar da alınmıştı. Çılgına döndü ve elini alnına vurdu. Dün gece Murat onları eve bırakırken hiçbir yol tarifi istemeden direkt kapının önünde durmuştu. Halbuki evin nerede olduğunu hiç söylememişti. Beyni hızla çalışıyor, ama işin içinden çıkamıyordu. Ne yapacağını bilmiyordu.

    ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

    Esenboğa Havalimanı çıkışında bekleyen nefti yeşil Renault 19 Europa’nın kapısını açıp, yan koltuğa oturdu. “Hâlâ bu külüstürü mü kullanıyorsun sen oğlum” diye sürücüye takıldı. Şube Müdürü Şakir, “Hoş geldin abi” dedi.

    Kalacağı otele gidene kadar yol boyunca eski arkadaşına birtakım bilgiler aktardı. Sonra sırt çantasından bir zarf çıkarıp, arka koltuğa bıraktı. “Gerekli tüm data ve evraklar bunun içinde” dedi, “Yine tek bir şart var, kaynağını sormayacaksın.”

    Üç akşam sonra randevulaştıkları gibi tüm eski ekip arkadaşları meyhanede buluştular. Diğer masalarda oturanları mümkün olabildiğince rahatsız etmemeye çalışarak coşkuyla karşıladılar Murat’ı. Her birine doya doya sarıldı; ne kadar özlemişti onları ve mesai arkadaşları da onu…

    Kadehler tokuşturuldu. Gün içinde olup biten artlarında kalmış, yorgunluğun ve stresin atılacağı vakit gelmişti. Üstelik eski Murat Başkanları da aralarındaydı.

    Yanına oturan Şakir, “İşlem tamam abi” dedi. Masanın öbür ucundakilerden biri, “Murat Başkanım” dedi, “Bu Şakir var ya bu Şakir, son iki gündür bir dosya patlattı. Uluslararası bir örgütü çökerttik. Yurtdışından bile buna teşekkür mektubu gelir. Anla, o kadar yani… Çok iyi yetiştirmişsin sen bunu be abi!”

    Şakir kulağına fısıldamaya devam etti, “Seni oteline bıraktıktan sonra İstanbul’da adamımızı evinden aldırdım abi. Özel kurye ile hemen Ankara’ya intikalini sağladık. Dün sabah önüne senin getirdiğin bütün kanıtları koyunca ve biz de biraz zorlayınca dili çözülüverdi. İki gündür, Türkiye’deki tüm çete elemanlarını ağaçtan meyve toplar gibi sepete atıyoruz. Yurtdışı ile de hemen irtibata geçtik. Üç ülkede operasyona başladılar.”

    Murat duyduklarından çok memnun oldu. “Unutma” dedi, “Kaynak yok!” Şakir, “Çok erken emekli oldun be abi! Bizim senin yanına çömez geldiğimiz günler daha dün gibi. Ben senin müsteşarlığını falan görürüm diye düşünürken, daire başkanıyken ayrılmak nedir yahu?!” diye söylendi.

    ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

    Ertesi akşam Jeyan, parkurda yürürken çok düşünceliydi. Oğlunu yurtdışına kaçırmasın diye eski kocasına ait tüm bilgi ve dokümanları elinde koz olarak tutuyordu. Boşanma öncesi evleri ayırırken tesadüfen eline geçenlerin ne kadar önemli olduğunu çok da kestiremiyordu. Ama oğlu ile bir daha hiç görmemecesine ayrı düşmelerini engelleyebilecek kadar korku salabiliyordu. Her şeyin kaybolmasından iki gün sonra Onur’un babasının tutuklandığı haberini almıştı. Ellerinde yeterli delil varsa, uzun yıllar onları rahatsız edemezdi. Keşke, buldukları da hâlâ onda olsaydı da, tümünü ilgililere teslim edebilseydi.

    Arkasından bir ses duydu, “İyi yürüyüşler.” Dönüp baktı, Murat karşısındaydı. “Sen” dedi, “Sen aldın değil mi hepsini!?” Adam şaşırır gibi yaptı, “Ne dediğini anlamadım. Dört günlüğüne bir işim vardı, şehir dışına çıkmak zorunda kaldım. Telefonum da bozulmuştu.”

    Kadın, boynunu sıkmak, nefesini kesmek istiyordu adamın. Oğlu ile birlikte huzur içinde yaşamanın garantisini çalmıştı o… Derin bir nefes aldı ve eski kocasının artık demir parmaklıklar arkasında olduğunu hatırlayarak sakinleşmeye çalıştı. “Ben de bu adam bana yürüyor mu acaba diye düşünüp duruyordum. Meğerse maksadın başkaymış!”

    Murat gülümseyerek baktı kadına, “Şunu iyi bilmeni istiyorum; ben hayatımın sonuna kadar Onur’un amcasıyım ve senin de ihtiyacın olacak her anında küçük ya da büyüklüğüne bakmadan hep yanına koşacak dostunum.” Jeyan bu umuda sarılmak istedi, “Hep mi?”

    Adam devam etti, “Şu sana yürüme meselesine gelince… Büyük tansiyonum on beş, şekerim yüz otuz beş, nabzım doksan beş, boyum bir seksen beş, kilom yetmiş beş, yaşım altmış beş.”

    Sonra derin bir iç geçirdi, “Yani, ben haddimi bilirim. Sana yürümektense, seninle yürümeyi tercih ederim.”

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    1. Gündüz dedi ki:

      Çok güzel de bir de kamelya yerine kameriye yazsaydınız. Kamelya başka bir şey, güzel bir çiçek

      1. Tunç Şanad dedi ki:

        Katkınız için çok teşekkür ederim. Sevgi ve saygılarımla…