Bodrum Gündem

Susalım Mı?

“Sus!” dedi eşim. “Dezenformasyon yasası var. Bu saatten sonra seni cezaevi kapılarında bekleyemem.”

“Vallahi dezenformasyon yapan ben değilim. Sen devlet sırlarını sağır sultana bile enforme  (bilgilendirme) edenlere bak. ” dedim.

Bu yüzden çok şey beklemeyin bu yazıdan. Bu öylesine bir yazı.

Susalım Mı?

Gecenin bir saatinde bir şiirin izini sürüyorum. Çıkmazdayım ki parmaklarım radyonun düğmesine gidiyor.  Odaya dolan bozlak, bir anda ruhumu kendi iklimine alıp götürüyor:

Ahu gözlerini sevdiğim dilber

Sana bir sözüm var diyemiyorum

Bilmem deli miyim mecnun gezerim

Sırrımı ellere veremiyorum

Karacaoğlan olup Erzurum’da, Edirne’de, İzmir’de, Adana’da tutkuyla sevdalar, acıyla ayrılıklar yoğuruyorum; yüzüm Ankara’ya dönük. Çok geçmeden Veysel vuruyor sazın tellerine mızrabını:

“Yeter gayrı yumma gözün kör gibi”

Sarsıyor bedenimi sazın ve sözün ustaları. İyi de biz;

“Kimselere sırrın ifşa etme hiç

Lokma ise yut onu, su ise iç”

diyen Zarifi Ahmet Baba’ların mirasını da yiyenlerden değil miyiz?

“Sırr”, Arapça bir sözcük. Türkçesi  “giz”. Biz “sır tutmak, sırra kadem basmak; sırrını söyleme dostuna, sonra saman doldurur postuna…” deyim ve atasözleriyle oyalanırken “gizli” sözcüğü oturuveriyor gündemimize:

Gizli bilgi, gizli oturum, gizli yazı, gizli kamera, gizli dinleme… Kimileri de gizli sırlardan söz diyor. Sır, gizli olursa sırdır. Açıklanınca sır olmaktan çıkmayan sır mı var ki?

Giz sözcüğünün iki önemli ayrımı var.

  • Varlığı ya da kimi yönleri açığa vurulmak istenmeyen, gizli kalan, gizli tutulan şey.
  • Usun kavrayamadığı, açıklanamayan şey.

“Açıklamak istememek” ile “usun kavrayamaması” çok farklı şeyler. İkinci anlam için gizem ya da esrar sözcükleri daha uygun.

Her gizlinin, gizemi var bana göre. Gizli, bu yüzden albenili. Giz açıklandığı anda yitiriyor gizemini; yani esrarını.  Merak edilen bir gerçeğe ulaşmak aynı anda gizemin de öldürülmesi bence. Kimi şeyler gizemiyle güzel, gerçeğiyle değil.

Halk öykülerindeki “yedilere, kırklara karışıp”  sırrolmak, da bu yüzden masalsı. Şairin “gizsöylem” i de böyle bir dil oyunu:

“Her kim ki olursa bu sırra mazhar

Dünyaya bırakır ölmez bir eser”

Dünyada, eser vermenin yolu, sırlara ulaşmaktan geçer demişse Veysel, peşinden yollara düşmeli. Hangi bilgin, düşünür, sanatçı bir sırrın peşinde koşmamıştır ki? Öyleyse her buluş bir gizemin çözülüşü, bir sırrın tepetaklak oluşu değil midir? Ne var ki sırrın kime ve nasıl ifşa edildiği başlı başına sorun. Ziya Paşa bunu Terkib-i Bend’inde özdeyiş kıvamında dile getirmiş.

“İdrâk-i meali bu küçük akla gerekmez

Zîrâ bu terâzû o kadar sıkleti çekmez”

Öyleyse gerekliyi gereksize faş etmek de gerekliyi gereksizken faş etmek gibi gereksiz. İki gereksizden de bir gerekli doğmuyor.

“Bilgi, denizde inci gibidir” dememiş miydi Yusuf Has Hacib. İncinin aslı kumdur; ama kuma karışınca yeniden inci olması artık olanaksız. Giz de öyle.

Mevlana:

“ Dane çün ender zemîn nepühân şud

Seraser sebze-i bostan şud”

“Tohum, toprağın içinde sır olur saklanırsa, (bu) sır bahçenin baştanbaşa yeşilliği, ürünü olur”  diyor.

Öyleyse sırları hiç açıklamamak değil, gerektiğinde ve doğru kişilere açıklamak gerekli. Toprağın üstüne zamansız çıkan tohum, rüzgâr önünde savrulur, kurur. Sırlar da gereksiz yerlerde gereksiz kişilere açılır, söylenir, açıklanırsa işlevsizleşir.

Sır, devletlerin güç göstergesi diyesim geliyor. Devlet, ne denli büyükse sırları da o denli çok. Tarihi ne denli derinse sırları da o denli derin. Belki de bundan Osmanlı saraylarında işleri sadece padişahın sırlarını taşımak olan sır kâtipleri varmış.

Ortam dinlemelerin kapı ardından, gözetlemelerin anahtar deliğinden, uzak iletişimin ulaklar aracılığıyla yapıldığı dönemlerden birinde hükümdar (Harun Reşit olmalı), gizli bilgiyi ulağın kafasının arkasına yazdırtmış. Altına da bir not ekletmiş. Ulak varacağı yere varmış. Kelleyi uzatmış. Sırrı, okuyan ilgili bir işaretle celladı çağırmış. Çünkü hükümdar, sırla birlikte bir de komut yazdırmış ulağın kafasına:

“Bu haberi aldıktan sonra ulağın kellesi vurula!”

Ser verip sır vermeyenler kahraman olarak anılır tarihte. Hem serden hem sırdan olanlar da bu gibi ulaklar olsa gerek.

Yavuz Sultan Selim’e vezirlerinden biri o yaz nereye sefer yapılacağını sormuş. Yavuz:

“ Sen, sır tutmasını bilir misin?” demiş. Vezir, saf saf:

“ Evet!” hünkârım deyince;

“ İyi öyleyse, demiş padişah. Ben de bilirim” deyivermiş.

Sır taşıyıcılarının bile kellesinin uçurulduğu, Sırların vezirlerden bile saklandığı bir yönetim geleneğinin bugüne etkisi acaba çok mu olumludur düşünmek gerekmez mi?

Hz. Ali, “Sır, yani içinde sakladığın şey senin esirindir. Onu ortaya çıkardığın zaman sen ona esir olursun”; demiş.

Susalım mı öyleyse?

Varsın, bugün sevgilimize söylediğimiz bir özel söz, yanlışlarını kanıksayamadığımız birileri için dile getirdiğimiz öfkemiz; yarın önemli bir makama talip ya da sahip olduğumuzda önünüze çarşaf çarşaf serilsin.

İster yaşlılık dalgınlığımızdan, ister teknoloji cahilliğimizden yararlanılmış, isterse rakiplerimiz bize kumpas kurmuş olsun. Üstüne üstlük “Şecaat arz ederken sirkâtin söyleyen merd’i kıptî”ler değil, sırlarımızı çaldırdığımız için biz suçlu olalım.

Ne suya hasret toprağa düşen damlaların sesini, ne iki kadehin buluşma çınlamasını, ne gönlümüzü çelen sevgili sözlerini, ne eski bir dostun hatırını sormanın inceliğini, ne bize geçmişin izlerini ve geleceğin sırlarını anlatan kitap sayfalarının hışırtısını unutalım. Ne de sevdiklerimiz, ülkemiz ve insanlık için bildiğimiz doğruları dile getirmekten vazgeçelim.

Sırlarımızı bilinç evimizde saklayalım; ama susmayalım.

HAT

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.