Bodrum Gündem

Bolu –Abant Gezi Notları / Sarı Düşler

1922’nin Ekim ayında, her zamankinden daha farklı günleri yaşıyorum. Dolu dolu geçen bir ay. Bodrum’un ve Bodrumluların umutlarını çoğaltan Bodrum’un has evlatlarından sevgili Erman Aras’ın 34 yıl önce başlattığı “The Bodrum Cup”  genç kuşakların ellerinde bugün uluslararası boyuta taşındığını görmek beni fazlasıyla heyecanlandırdı. (adının Bodrum Ahşap Yat Yarışları olarak anılması dileğimdir). Cumhuriyet’in 100. Yılına bir kala sadece Bodrum’da değil ülkemizin her yerinde gördüğüm cumhuriyet coşkusu umutlarımı güçlendiriyor…

Biz Bodrumlular Ekim-Kasım aylarına “Sarı Yazlar” deriz. Sıcak yaz aylarının ardından yaşadığımız Bodrum’un en güzel günleri. Sabahları biraz üşürsünüz. Öğleyin denize koşup güneşin dik olmayan, sizi bunaltmayan ışınlarıyla yanarsınız. En güzel bronzlaşma sarı yazlarda gerçekleşir. Akşamları yine vücudunuzu sizi üşütmeyen bir ürperti, bir serinlik sarar, sevdiğinize sıkıca sokulursunuz.

İtiraf etmeliyim sarı yazların tüm güzelliğine rağmen, ben bu yaşıma kadar Bodrum da hiç sonbaharı yaşamamışım. Dostlarımızla birlikte kısa bir sonbahar kaçamağı yapmayı düşünerek Abant ve Yedigöller’de tatil yapmayı planladık. Pazar günü yola çıktığımızda ilk durak sabah kahvesi için Yatağan Zeytin Park oldu. Muğla Ticaret Odası tarafından işletilen zeytin parkın projelendirilmesinde ilk öğrencilerimden birisi olan Koray Özcan’ın Ticaret Odası Meclis Başkanı olarak bulunması da beni ayrıca gururlandırıp, mutlandırdı.

Beş saatlik bir yolculukla, sonbaharın her rengiyle adeta toprak ve ağaçların renk cümbüşü içinden geçerek uşak iline bağlı Ulubey ilçesine geldik. İlk kez Serkan Asker’in Halk TV’deki programında duyduğum Ulubey Kanyonu’nu görünce, doğanın gücü karşısında ne kadar küçücük olduğumuza bir kez daha tanık oldum. A.B.D deki Grand Kanyonu’ndan sonra 77 km.lik uzunluğu ile dünyanın en büyük ikinci kanyonunu Türkiye’deki birçok insan gibi ilk kez görüyorduk.

150 metre yüksekliğinde ve 135 metre büyüklüğünde cam terastan kanyonu izlerken sanki dünyanın ucunda, bir uçurumun kenarındaydık. Tarihi, kültürel ve doğal güzellikleriyle yabancı turistlerin daha çok ilgisini çeken kanyondan biz Türklerin ne kadar bilgisi vardı acaba? Burnumuzun dibindeki bu doğa harikasını ilk kez duyuyor, görüyor olmaktan utanmıştım. Kanyona çok yakın olan Kanyon Otele geldiğimizde ise bizi kendi evine gelen konuklar gibi kapıda karşılayan emekli tarih öğretmeni Yaşar hoca ile karşılaştık. Otelin ilk katını kız öğrenciler için ayırmış. Komik denecek rakamlarla öğrencilerin barınması, rahat etmesi için seferber olan bir emekli işletmeci. Turizmci diyemiyorum. Hayallerini ve projelerini günümüz ekonomisine ve şartlarına adeta meydan okuyarak hayata geçirmeye çalışan bir Don Kişot misali. Bodrum da artık tamamen unutulan Anadolu insanının konukseverliği içinde, çocukluğumun Bodrumundaki ev pansiyonculuğunu anımsattı bana. Yemek olmadığı halde, Uşak’ın meşhur tarhanası ile hemencecik kızlarına yaptırdığı tarhana çorbasının tadı ve kokusunu hala hatırlıyorum. Teşekkürler Yaşar hoca ve kızları, ‘iyi ki varsınız’ diyerek ikinci günün sabahı tekrar yola koyulduk.

Kütahya-Dumlupınar-Kurtuluş Savaşı şehitliğine girdiğimizde gözyaşlarımıza artık hakim olamıyorduk. Dumlupınar Meydan Muhaberesinde şedit olan Türk Askerleri anısına yapılan şehitlikte ki 500 er ve 100 subayın içinde Bodrumlu ve Lüleburgazlı şehitlerimizin isimleri yazılı taşları görünce daha çok etkilendik. Bir kez daha ülkemizin topraklarını kanıyla, canıyla sulayarak kurtaran şehitlerimizi saygı şükran ve minnetle andık.

Akşam günbatımıyla Abant’a girerken yol boyunca bizi karşılayan, henüz tanımadığımız ulu ağaçların ait oldukları ormanın içindeki renk ve duruş ahengi karşısında adeta büyülenmiş, yorgunluğumuzu da bir anda unutmuştuk. Otelimizdeki açık büfenin dayanılmaz cazibesindeki arsızlığımızla oluşan mide krampları ve yorgunlukla geçen gecenin sabahında muhteşem Abant tabiat parkı içindeki 10 km.ye yakın yürüyüş ve gölü tanımadan sonraki kalan zamanı Mudurnu’yu görmeye ayırdık.

Bolu’ya 52 km. uzaklıkta olan ilçe 165 adet eski ev ve konakları, 8 camisi, çeşme ve hamamlarıyla mimari değeri yüksek yapılarıyla “kentsel sit” ilan edilmiş. 2015 yılında da “Tarihi Ahi Kenti Mudurnu” ismiyle UNESKO Dünya Mirası geçici listesine dahil edilmiş. Ahilik kültüründen günümüze kadar uzanan Mudurnu esnaf duası, yaklaşık 700 yıldır her Cuma günü gerçekleştirilen bir gelenek olarak devam etmekte. Dua tarihi Mudurnu arastası içinde demirciler ve orta çarşıda eş zamanlı olarak Cuma selâsının ardından başlıyor. Artık az sayıda da kalsalar demirci, bakırcı, nalbant gibi bazı esnaflarla yaptığımız sözlü tarih çalışması ve kayıtların arşivimde yer alması gezideki en büyük zenginliğim oldu. Ahiler müzesini de ziyaret ettikten sonra Mudurnu Kültür Turizm ve Dayanışma Derneği tarafından korunan Pertev Naili Boratav Kültür Evi başkanı tarafından verilen bilgilendirme ile adeta kurtuluş savaşını, Kuvayı Milliye ruhunu ve o dönem deki Mudurnuluların mücadelesini soluksuz dinledik. Resimler, objeler muhteşem görülmeye değer.

Üçüncü günün sabahı Yedigöller yolu üzerindeki ormanın içinden geçerken etrafımız adeta yangın yeri gibiydi. Büyülenmiştik! Sarının, turuncunun, kızılın her tonu altın sarısının ateşli ışıltısı gözlerimizi almıştı.

Kayın, Meşe, Göknar, Karaçam ve Kızılağaçlar bulutları yakalamak istercesine, aradan çıkmaya çalışan sarıçamlar, sonbahar da dahi yeşilinden ödün vermemek için direnen karaçamlar, hep beraber sanki doğanın çok sesli müziğinin senfonisini söylüyorlardı. Sanki ülkemde ve dünya da yatağa aç giren bir tek çocuk yoktu. Savaşlar, erkek egemen sistem yok olmuş, kadın cinayetleri bitmiş, eğitim de fırsat eşitliği sorun olmaktan çıkmış, ülkem de hak, hukuk, adalet sağlanmıştı. Yedi adet göl, birbirlerine toprağın altından ve ya üstünden bağlı olarak Uzungöl, Sazlıgöl, Nazlıgöl,Büyükgöl, Deringöl, Seringöl, Kurugöl içindeki  ve çevresindeki yürüyüş yolları, şelaleleri, çeşitli cinste bitki, çiçek ve ağaçlarla süslü yamaçlarıyla piknik, dinlenme alanlarında yüzlerce fotoğraf çekebilmenin heyecanı coşkusu içinde kaldık. Gelecek sonbaharda konaklama amaçlı sınırlı sayıda yapılan bungolov evlerde kalabilmenin ve akşam oteldeki açık büfe tatlılarının hayaliyle otelimize dönerken, batan güneşin ışıklarının yapraklarla dansını izlemek rüya gibiydi adeta.

Tüm farklılıklarıyla bir arada kalmayı durmayı başaran ağaçlar Nazım Hikmet’in dediği gibi “Bir ağaç gibi tek ve hür /ve bir orman gibi kardeşcesine” yaşamayı kendi dünyalarında Doğada hayata geçirmişlerdi.

Dördüncü gün Bolu’nun en güzel yörelerinden biri olan Gölcük’e giderken, yedi göllerin ağaç dokusundan farklı olan yoldaki yeşilinden ödün vermeyen karaçamların görkeminin doğadaki hakimiyetini gördük. Arada altın sarısı kavaklar ve akağaçlar yine tek ve hür ama kardeşcesine yaşamanın dinginliğini hissettiriyordu insana. Küçük ve şirin bir set gölü olan Gölcük tabiat parkında da orman içinde açılan yürüyüş yolları ve piknik alanları son derece düzenli ve bakımlıydı.

Gölcük dönüşü muhteşem kaptanımız Lütfi Şengül arabayı Seben Yaylası yoluna soktuğun da, sanki bambaşka bir coğrafyaya geldiğimizi düşündük. Buradaki coğrafya, üç gündür tanık olduğumuz sonsuz ormandan çok farklıydı. Ekilip biçilmeyen, hiç ağaç olmayan uçsuz bucaksız topraklar. Seben Gölünün bulunduğu yer olan Taşlıyayla etrafında, Seben-Kıbrıscık yol ayrımından sonra, birbirine yakın 1400-1500 rakımına sahip yaylalardan geçerken tek gördüğümüz göl kıyısında gezinen, ot arayan birkaç büyükbaş ve küçükbaş hayvandı. Yayla evlerinin tümünün tenekeden oluşu bizi çok şaşırttı. Yaz boyunca yaylada kalan insanlar, hayvanlarını da alıp köylerine dönmüşlerdi. Son kalan ailelerden biri olan Nezaket hanımı kuşburnu toplarken gördük. Topladığı kuşburnunun birazını elmalarımızla takas ettik.

Ağaçsız çorak toprakların arasındaki yollardan ilerlediğimizde karşımıza yine farklı bir coğrafyaya girişimizi hissettiren, kayalık tepeleri görmeye başladık ve ormanlık bir köyü geçtikten sonra köyün içinden yükselen dev dağların arasından Seben Kaya Evlerini gördük. Büyülü, farklı bir o kadarda ürkütücü bir dünyaya gelmiştik sanki. M.Ö 1200’lü yıllarda dağların içerisindeki mağaralar oyularak ve şekillendirilerek yapılmış 4-5 katlı, her kat birbirine baca merdivenleri ile bağlanmış kaya evleri doğanın ve o dönem insanının adeta birer mucizesi olarak karşımızdaydı. 1. dereceden doğal ve arkeolojik sit olarak tescil edilen bu coğrafya, dilerim tüm dünyanın mirası olarak korunur.

Seben Solak Kaya Evleri dönüşünde yine şaşkınlıkla çevreyi seyrederek, elma diyarı olarak bilinen Seben ilçe merkezine geldik. Köy kahvesinde içilen çay keyfinden sonra, tadına bakmak için aldığımız Seben elmalarını yiyerek Abant’ta geçireceğimiz son gece ve son açık büfe çılgınlığı için otelimize döndük.

Beşinci günün sabahı yola çıktığımızda hedef Denizli Teleferikti. Eskişehir’e yaklaşmış iken orada kalmayı, öğrencilik yıllarımızı yad etmeyi Yılmaz Büyükerşen’in yarattığı mucize kenti bir kez daha görmeyi çok istememize rağmen, muhteşem kaptanımız bizleri Eskişehir’in köyleri içinden geçirerek Anadolumuzun farklı güzelliklerini görmemizi sağladı. Eskişehir’in Mihalıcık köyü içindeki Yunus Emre Türbesi içinde Yunus Emre’nin yazdığı dizelerini sesli olarak birbirimize okumak çok güzeldi. Anadolu halk şairi olan Yunus Emre şiirleriyle İslam’ın sabır, hoşgörü, iyilik, fazilet gibi değerlerinin benimsenmesine yönelik uyarılarıyla yüzyıllardır insanlığa ışık saçmaya bugünü anlatmaya hala devam ediyor.

Denizli’ye ulaştığımızda bizi dinlendirecek tek şeyin güzel bir uyku olacağını düşünerek odalarımıza çekildik. Sabah erkenden Denizli’nin çarşısından uygun fiyatlar olduğunu düşündüğümüz havlu, çarşaf gibi ihtiyaçlarımızı alarak teleferik için tekrar yola çıktık. Bin 500 metre uzunluk ile Ege bölgesinin en uzun teleferik hattı olarak, Bağbaşı Yaylasına ulaşımı sağlamakta ve tüm hizmetler Denizli Büyükşehir Belediyesi tarafından sağlanmakta. İlk defa teleferik ile çıktığımız yerde harika bir Denizli manzarası eşliğinde piknik yapmak, hoşça vakit geçirmek, çocukların çok mutlu olacağı oyun parkları, belediye kafe ve alışveriş alanları, yürüyüş parkurları arasında dolaşırken aklım da deli sorular. Yıllardır sosyal belediyecilik diye diye siyaset yaptığımız memleketim Bodrum da, halkımızın böylesi yararlanabileceği bir alanı yaratamamanın sıkıntısı çok canımı acıttı. Yapanlarla aynı siyasi çizgide olmasam da “helal olsun, örnek olsun” dedim.

Dönüş yolunda Tavas’ta yemeyi düşündüğümüz meşhur Elmalı Pide için sabrederek yol aldık. Gerçekten bu güne kadar yediğimiz en muhteşem pidelerdi. Hele tahinli, ballı cevizli pide. Adeta bir efsaneydi. Ödediğimiz rakamı görünce esas şokları yaşadık. Bodrum da o fiyatları rüyamızda bile göremezdik. Neyse yolunuz düşerse mutlaka uğrayın derim. Restoranın bahçesindeki gül hatmilerin tohumlarından epeyce de topladım. Umarım bu güzel tatilimizin anısı olarak tohumlar  bahçemde çiçek açarlar. Bana çocukluğumu ve bu güzel anıları hatırlatırlar.

Yavaş yavaş artık eve yaklaşıyorduk.     

Beş günlük düşler coğrafyasındaki tatil dönüşünde Muğla’dan geçerken, acı gerçeklerle bu sefer içim bir kez daha gerçek yangın yerine dönerek acımıştı. Her yaz bilerek, ihmalle yakılan yok edilen ormanlarımızın yanı sıra cennet Muğlamızın %59 unun maden aramak için ruhsatlandırılması inanılmaz ama gerçekti. Çimento Fabrikasına, kıyılarımızın sermaye güçleri tarafından yağmalanmasına göz yumuluyor, Akbelen termik santrale kurban ediliyordu.

Aslında ülkemizin her tarafında aynı durum yaşanıyor ama bizim cennet Muğlamız’da olumsuzluklar maalesef ortalamanın üstünde kötü durum yaşatılıyordu. Rant üzerine kurulu kapitalist sistem bizim elimizde kalan değerlerimizi bir bir alıyor. Bu arada doğa savunucuları yaşam alanlarını savunmak için ayakta, isyanda “havamıza, suyumuza dokunmayın” diyerek bağırıyor, yürüyor, direniyor. Ama yetmiyor, belki de yetemeyecek. Çünkü sesler çoğalmıyor, seçtikleri yöneticiler yeterince sahip çıkmıyor. Siyaset kurumları ülkesinin ve kentinin ortak değerlerinde bir türlü buluşamıyorlar. Yedi Göllerin ormanlarında ki ağaçlar gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamasını hala beceremiyorlar.

Çok uzun süredir ilk kez sonbaharı doyasıya yaşadığım tatilde, cennetim Bodrum ve ülkem için betona yenik düşmemiş, özgürce insanların çevresiyle, doğasıyla adaleti ve huzuru yaşadığını düşündüğüm ateş sarısının tüm benliğimi sardığı bir düş yaşadım adeta.

Uyandığımda ise “Yeter artık!” diyerek bir kez daha isyan ediyorum. Memleketimin Sarı yazlarına, sarı yazlarda limonata gibi dediğimiz denizimize, dağlarımıza, ormanlarımıza, yaşam alanlarımıza atalarımızdan çocuklarımız için emanet aldığımız ortak değerlerimize dokunmayın. Görmeyenler duymayanlar hala sessiz kalıp sadece seyirci kalanlar artık anlasınlar ki isyanımız mücadelemiz olacak. Cennet memleketim için kurduğum ateş sarısı düşlerim mutlaka gerçekleşecek.

NOT;  Beni düşler alemine götüren, yolculuğumuzun muhteşem olmasını sağlayan, anlamlı kılan en önemli nedenlerin başında can dostlarla beraber olmak geliyordu. Yol boyunca yaptığım tezahüratı bir kez daha sessizce gülümseyerek söylediğimde mutluluğumu tüm benliğimde hissediyordum. “Domatesin çekirdeği kırmızı kırmızı, Lütfi ve Firdevs kaptanların yıldızı yıldızı”

 

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

  1. Hulya kabakçı dedi ki:

    Adeta sizinle birlikte gezdim Nuran hanım çok güzel anlatmissiniz kaleminize emeğinize saglik teşekkürler